.

.








21 Mart 2009 Cumartesi

KEMAL TAHİR



Tek başına bir MUHALİF

. Yiğidi

.

Yüreğinden Tutup,

.

Yüreğinden Vururlar.

.

DEVLET ANA

.

KEMAL TAHİR





Türk Romanı'nın yüz akı, Kemal Tahir yüz yaşında






Öldüğü gün

o yıllarda yayınlanan

Yeni Ortam Gazetesi

ölüm haberini

“ Tipi Dindi ”

başlığıyla vermişti.

Gerçektende

Kemal Tahir

Türk edebiyatında

romanlarıyla yarattığı soluk kadar,

getirdiği tartışmalarla da

bir fırtına estirmişti.

Düşünce adamımız

Cemil Meriç’in

Kemal Tahir

için söylediği söz

açıktı:

“ Türk Romanı’nın Yüz Akı ”.





Ünlü romancımız Kemal Tahir’in doğumunun yüzüncü yılı. İstanbul’da Yüzbaşı Tahir Bey’in oğlu olarak dünya gelen Kemal Tahir babasını erken yaşta kaybettikten sonra üç kardeşiyle birlikte zor bir çocukluk önemi geçirir. Amcasının desteğiyle Galatasaray Lisesi’nde sürdürdüğü eğitimini, onu kaybettikten sonra tamamlayamadan ayrılır. Eğitimini neden tamamlamadığına dair bildiğim net bir bilgi yoktur. Okulu bıraktıktan sonra kömür işletmelerinde idarede muhasebe ve benzeri işlerde kısa bir süre çalıştıktan sonra Zonguldak’tan İstanbul’a dönüp gazete ve matbaalarda çalışmaya başlamıştır. Böylece basın dünyasıyla tanışmış olur.YENİ BİR UFUK, YENİ BİR SOLUKKemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yeri, doğumun yüzüncü yılında bile hala hararetle tartışılıyor. Sağlığında onun romanlarına karşı kıskançlıkla hasetle arkasından laf edenler ölümünden sonra da bu sinsi tavırlarını sürdürmekten geri durmadılar. O’nun düşünce hayatımızdaki yerini tartışırken üç hususu dikkate almalıyız. Bunlardan birincisi romancı Kemal Tahir’in Türk edebiyatında neyi temsil ettiğiyle ilgilidir. İkincisi esas itibariyle romanlarında savunduğu düşünceler, tarih ve toplum üzerine geliştirdiği tezler, röportaj ve konuşmalarında ortaya attığı fikirlerle başlattığı tartışmalar, üçüncüsü ise dönemin sol akımları içerisinde ya da bunların karşısında ortaya koyduğu görüşlerle ilgilidir. Bir başka yazıda onun Devlet Ana’yla başlayan Yol Ayrımına kadar devam eden romanlarının Türk Edebiyatı ve fikir hayatı için arz ettiği önemi ele almayı düşünüyorum.Bilindiği gibi Kemal Tahir gençliğinin önemli yıllarını faşizan tek parti yönetiminin baskıcı rejiminin, hukuksuz uygulamalarına kurban vermiştir. Avrupa’da yükselen faşizme yönelik bir dış politika manevrası olarak içerde başlatılan ‘komünist tevkifat’ çerçevesinde yapılan operasyonlarda deniz Astsubayı kardeşi Nuri Bey’in okumak için görev yerine götürdüğü ve yasaklı olmayıp piyasada satılan Sabahattin Ali’nin bir hikâye kitabı ve romanını bulundurmaktan dolayı Kemal Tahir on beş yıla mahkûm edilir. Aldığı cezasının büyük bir bölümünü Çankırı Çorum ve Malatya Cezaevlerinde yatarak 1950 Menderes affıyla on iki yıl yattıktan sonra çıkar.PUTLAR KIRILIYORHapishane yılları onun için yeni bir çalışma düzeni demektir. İlk romanını Çankırı Cezaevinde yazar ve yayınlar. Arkasından ikinci romanı yine burada ortaya çıkar. Kemal Tahir için cezaevi, hayatı o güne kadar İstanbul’da geçmiş bir İstanbul delikanlısının Anadolu’yu Türk insanını tanıma fırsatına dönüşür. Çankırı’da çok önemli bir olay daha yaşar; tanıştığı cezaevi müdürüyle aralarında başlayan dostluğa kısa zamanda başkaları da katılır. Bunlar arasında O’nun için kütüphane müdürünün ayrı bir önemi vardır. Kendisinin de ifade ettiği gibi Çankırı ve Çorum kütüphaneleri onun gözlem gücüne yeni bir kaynak daha katar. Bu kütüphanelerinin zengin el yazmaları ve kaynakları O’nun tarih ve toplum anlayışının şekillenmesi için büyük bir imkândır.İlk romanları Sağır Dere ve Körduman’da Anadolu insanının köydeki toplumsal gerçeğini, sıkıştırılmış insanlar üzerinde ki gözlemlerine dayanarak yazarken, bu defa elde ettiği kütüphane imkânını kullanarak yeni tarih ve toplum tezlerini geliştirecektir.O’nun romanları sadece bir dönemde yaşamış kahramanları anlatmamaktadır. Her romanı çok ayrıntısıyla işlenmiş bir toplum ve tarih tezini ifade eder. O’nun tezleri resmi ideolojinin “yürür gezer yalanlarını” ifşa ettiği kadar dönemin TKP çevrelerinin resmi sosyalizmlerinin de ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu ortaya döker. Dolayısıyla Kemal Tahir bir put kırıcıdır, kimseye yaranamaz, adam gibi yaşar.

VEDAT BİLGİN-23.03.2010




KEMAL TAHİR



Kemal Tahir aykırı, muhalif bir söylem içinde bu temel tezleri adeta tek başına ifadelendirmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde düşünceleri ve edebiyat anlayışı bu ölçüde kabul gören, kökleşen ve fakat düşünce ve edebiyat dünyasından kazınmaya çalışılan başka bir entelektüele rastlamak mümkün değildir. Kemal Tahir'in düşünceleri kabul görürken etkisinin kazınmasının arkasındaki nedenlere bakmak lâzımdır.
Doğumunun yüzüncü yılında bizim edebiyatımız ve düşünce dünyamız Kemal Tahir konusunda sağır ve kör bir görünüm arz ediyor. Körlük ve sağırlık yapay olup Kemal Tahir'in yeterince değerlendirilmesinin önünde belirgin bir engel oluşturuyor. Türk edebiyatının önemli unsurlarının entelektüel olma geleneğinin belki de son görkemli temsilcisi Kemal Tahir'dir. Bu geleneğin hepten kaybolduğu şeklinde bir değerlendirme rahatlıkla yapılabilir. Kemal Tahir'in etkisi hepten yok sayılırken yaklaşım tarzları ve edebiyat anlayışı varlığını bariz olarak koruyor. Yok sayılırken düşünceleri köklü bir şekilde kendini hissettiriyor. Tarih en belirgin, en önemli sosyal bilim dalı olarak kendini kabul ettiriyor. Osmanlı yeni baştan yaygın bir şekilde düşünce dünyamızın ve edebiyatımızın merkezine yerleşiyor.
“Su katılmamış yerli olunmadan” hiçbir şey olunamayacağını söyleyen Kemal Tahir'in kırk yıl önceki “Türk aydınlarına cıscıvık yabancı suyu katıldığı” şeklindeki tespitinin bugün çok daha geçerli ve gerçekçi olduğunu belirtmemek mümkün mü? Türkiye'de özgün düşünce üretiminin vasatı büyük ölçüde kaybolmuştur.
Hayatının her döneminde Kemal Tahir'e eleştirel laf söylemek isteyenlerden birinin, Türk düşünce hayatının değnekçilerinden birinin Devlet Ana'dan haberdar olup, eleştirel düşüncesini, onun üzerine bina etse de Yol Ayrımı'nın farkında olmadığı kendi sözleriyle sabittir. Kemal Tahir konusunda bir dönem olumlu düşünce beyan edenlerden önemli bir bölümü, ki bunların arasında onun düşünsel damgasını taşıyan derginin merkezinde yer alanlar da vardır, düşünsel değişim yaşamışlar ve neredeyse ömür billah Kemal Tahir adını ağızlarına alamaz olmuşlar, ağızlarına almaya tövbe etmişlerdir.
Türk düşünce ve edebiyat dünyasının iktidarı/iktidarları Kemal Tahir konusunda olumlu düşünce telaffuz edenleri dışlamaktadır. Suyun aktığı doğrultuda gitmek Türk aydınının temel özelliğidir.
"Yahu yine yanıldık arkadaş" diye başlardı konuşmaya. Kemal Tahir, yanılmaktan korkmazdı. "Yanıldığından korkmamalı. Ondan korkmak demek kötüyü muhafaza etmek demek" derdi. Benim için bir yazar, yazdığı memleketi tanıyacak ve onu iyi yansıtacak. Bu anlamda en önde gelen isim Kemal Tahir'dir. Orta Anadolu'nun dili ve tefekkürü onun tüm kitaplarına işlemiştir. Öyle bir yazar yok. Onun yeterince kıymeti bilinmedi.
Kemal Tahir kitaplığı
Öyküleri: Göl İnsanları (1955),
Roman: Sağırdere (1955), Esir Şehrin İnsanları (1956), Kör Duman (1957), Rahmet Yolları Kesti (1957), Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Eski Şehrin Mahpusu (1961), Kelleci Mehmet (1962) Yorgun Savaşçı (1965), Bozkırdaki Çekirdek (1967), Devlet Ana (1967), Kurt Kanunu (1969), Büyük Mal (1970) Yol Ayrımı (!971)
Ölümünden sonra basılanlar: Namusçular (1974), Karılar Koğuşu (1974), Hür Şehrin İnsanları (1974), Damağası (1977), Bir Mülkiyet Kalesi (1977)
Anket: Namık Kemal İçin Diyorlar ki (1936)
Mektup: Kemal Tahir'den Fatma İrfan'a Mektuplar (1979), Mektuplar (1993)
Notlar: Sanat-Edebiyat (1989), Roman Notları I(1990), Roman Notları II (1991), Roman Notları III (19991), 1950 Öncesi Şiirler Ve Ziya İlhan'a Mektuplar (1990), 1950 Öncesi Cezaevi Notları (1991), Batılılaşma (1992), Osmanlılık/Bizans (1992), Sosyalizm, Toplum Ve Gerçek (1992), Çöküntü (1992), Kitap Notları (1993) ŞUBAT 2010 KİTAP ZAMANI

Dragomanlar ülkesinde yerli bir aydın: Kemal Tahir
Kemal Tahir, Cumhuriyet döneminin ‘muzdarip aydın'larından biriydi. Hazır kalıplardan daima uzak durdu, resmî söylemlere ve dayatmalara rağmen tarihi düzünden okumaya hep karşı çıktı.
İktidarlarca cezalandırılmak, dışlanmak, görmezden gelinmek pahasına kendisiyle ve tarihiyle hesaplaştı. Edebiyat eserleri kadar özgün fikirleriyle de entelektüel tarihimizde belirleyici oldu. İşte 13 Mart'ta 100. doğum gününü kutlayacağımız büyük yazarın hayat hikâyesi...
Tanzimat'tan sonraki Türk tarihi, esas itibarıyla Doğu-Batı çatışmasının ürünüdür. Aydınlar da bu çatışmanın göbeğinde, Doğu ile Batı arasında savrulup durdular. Yaşadıkları, bir bilinç yaralanmasıydı, sonra bellekler silindi, kütüphaneler tuğla yığınlarına dönüştürüldü. Dragomanlar (tercümanlar) aydın sayıldı; çünkü onlar egemendi ülkede. Cemil Meriç'in deyişiyle ‘müstağrip aydınlar'dır onlar: İmpkralya'nın dragomanları!... Bu ‘kapıkulu aydınları', yalnızca tercümanlık yaptılar; üstelik sadece Batı'nın tercümanlığını… Hiçbir zahmete katlanmaksızın, sorgulamaksızın, eleştirmeksizin, toplumsal yapımıza uyup uymadığına bakmaksızın, Batı'daki hazır kalıpları aynen alma yoluna gittiler. Bu ‘Dragomanlar Cumhuriyeti'nde, çok az aydın mütercim olmayı reddetti, iktidarlarca cezalandırılmak pahasına, ötelenme, dışlanma, görmezden gelinme pahasına, ana bellekten kopmaya, kapıkulu aydını olmaya direndi; o direnişte kimilerinin beyni, âdeta Doğu ile Batı arasında çarmıha gerildi, dragoman olmaktansa ya ‘âraf'ta asılı kalmayı ya da kendi köklerini arayan bir ‘arkeolog' olmayı yeğlediler. Kimileri fildişi kulelerinde inzivaya çekildi, kimileri hicreti seçti, kimileri hapse tıkıldı. Mehmet Âkif, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, İdris Küçükömer, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Oğuz Atay, Sezai Karakoç…
‘Muzdarip' bir aydın
Kemal Tahir de onlardan biriydi. Onlardan; yani ‘muzdarip aydın'lardan biri. Bu ülkenin sorunlarını tarihsel bir perspektif içinde ele alması, günümüze ve geleceğe ilişkin saptamalarını yatay değil dikine araştırmalarla yapması, en önemli özelliklerindendi. Dragomanların aksine, kopyadan, hazır kalıplardan daima uzak durdu; resmî söylemlere ve dayatmalara rağmen tarihi düzünden okumaya karşı çıktı, cebinde tersi düze çeviren ‘yerli bir ayna' vardı. Ârafta mıydı? Bence değildi. Çünkü ne beyni ne gönlü Doğu ile Batı arasında savruldu. Yeri, Doğu'dur, yönüyse kendi toplumu, kendi tarihi. Düşünceleri, zaman içinde elbette değişmiştir, ama hep aynı yönde olmuştur değişim. Oğuz Atay, Günlük'ünde, ondaki değişmeyi ve kendisini dahi yargılayabilme cesaretini, hesaplaşmanın bir önkoşulu olarak görmüş ve şu önemli saptamaları yapmıştır: “Bu çok önemli. Hesaplaşma, bizdeki insanların ne kadar ihtiyacı var buna? Kemal Tahir gibi, insan bir yandan kendisiyle hesaplaşabilmeli ki, başkalarıyla ve tarihle hesaplaşma cesaretini gösterebilsin.”
Kısaca, Kemal Tahir hesaplaşabilen bir aydındı. Yapıtlarında kendisiyle, tarihle, iktidarla hesaplaştı. Türk entelektüel tarihinde iz bıraktıysa bundandır; yani dragomanlarla yollarını ayırdığından.
Saraylı bir aile
13 Mart 1910'da, İstanbul'da, Vezneciler'de, Sultan Abdülhamid'in babasına hediye ettiği kâgir bir konakta doğdu Kemal Tahir (İsmail Kemalettin Demir). Babası Tahir Bey, alaylı bir deniz subayıydı, İkinci Abdülhamid'in Hünkâr Yâverliğini yaptı, Yıldız Sarayı'ndaki marangozhanede Sultan'a yardım etmekle görevliydi. Annesi Nuriye Hanım, Kafkasyalı Abhazlardandır, Saray'da Sultan Hamit'in kızı Naile Sultan'ın hizmetindeyken Tahir Bey’le evlendirildi. İnce yapılı, ufak tefek, beyaz tenli, hafif çilli Nuriye Hanım –Saray'daki adı Hubser'di- geleneklere sımsıkı bağlı bir kadındı, o nedenle hiç resim çektirmedi. İmparatorluktaki çalkantılar ve çekişmeler, Sultan Hamid'in hediye ettiği kâgir konakta mutlu bir hayat sürdüren Saray’a mensup Tahir Bey ailesini de etkiledi. 1908'den sonra idareyi ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamid'e yakınlığından olsa gerek, Yüzbaşı Tahir'i, rütbesini indirerek emekliye ayırdı. Ailenin en büyük oğlu Kemal Tahir işte bu dönemde doğdu. Ancak Balkan Savaşı patlak verince, 1912'de Tahir Bey yeniden silah altına alındı, savaş bitince sivil hayata döndüyse de bu uzun sürmedi, Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'de savaştı, yaralanınca cephe gerisine, Nazilli'ye atandı. Bir süre sonra eşi Nuriye Hanım'la oğulları Kemal Tahir ve Nuri Tahir'i yanına aldırdı. Aile, o savaş yıllarında bir süre Nazilli, Burdur ve Aydın'da kaldı. Birinci Dünya Savaşı bitince İstanbul'a döndüler. Kemal Tahir, kardeşi Nuri Tahir'le Kasımpaşa'daki Cezayirli Hasan Paşa Okulu’na kaydoldu. Babaları Tahir Bey ise ailenin geçimini sağlamak için, her sabah erkenden kalkıp, içinde avadanlıkları bulunan zembilini alarak dülgerliğe gitti.
Aile, 1923'te Vezneciler'deki kâgir konağa taşındı, Kemal Tahir de Galatasaray Sultanîsi'ne girdi. Bu arada, eğitiminde ve yetişmesinde büyük payı olan sevimli ve babacan amcası Süleyman Bey'in vefatı Kemal Tahir'i derinden etkiledi. Ancak acılar bununla da bitmedi, anneleri Nuriye Hanım, küçük kardeşleri Ratip Tahir'in doğumunun hemen ardından vereme yakalanıp karlarla kaplı bir günde hayata gözlerini yumdu (1926). Saraylı Hubser Hanım, arkasında küçücük bir bebek olan Ratip Tahir'i, lise öğrencisi olan Kemal Tahir ile Nuri Tahir'i ve kocası Tahir Bey'i aniden bırakıp bu dünyadan göçmüştü. Çaresiz baba, küçük Ratip'i bir süre Nuriye Hanım'ın köyüne bıraktı, sonra onu da yanına alarak Şebinkarahisar'a gitti, ardından da Binnaz Hanım'la evlenip Vezneciler'deki evlerine döndü. Aile dağılmış, annesini yitirmesi Kemal Tahir'i derinden sarsmıştı. Hem bu olay, hem de geçim sıkıntısı nedeniyle genç Kemal Tahir 1930'da, 10. sınıftayken Galatasaray Lisesi'ni terk edip Karaköy Palas'ta bir avukatın yanında çalışmaya başladı. Ancak aldığı ücret, ailenin geçimine yetmedi, çare olarak bir süre Zonguldak Maden Kömürü İşletmesi'nde ambar memurluğu yapmayı kabul etti, 1932'de İstanbul'a döndü.
Yıkılış döneminin çocuğu
Buraya kadar verdiğimiz bilgilere göre, annesi ve babası Saray'a mensup bir ailenin çocuğudur Kemal Tahir. Kısacası, bir Osmanlı ailesinin oğlu. Saray geleneği içinde yaşamış ve o terbiyeyi almış Nuriye Hubser Hanım ile İkinci Abdülhamid'in Hünkâr Yâveri ve marangozu Yüzbaşı Tahir Bey'in çocuğu. Tahir Bey, Sultan Hamid'i o kadar sevmişti ki, padişahın kendisine imzalayıp verdiği fotoğrafı, ömrünün sonuna dek misafir odasının baş köşesine astı, ayrıca çeşitli zamanlarda kendisine hediye edilen çorap, mendil gibi eşyaları kullanmadı, hep sakladı. Çocuklarını bayramlarda daima Saray'a götürür, Naile Sultan'ın elini öptürürdü. Kemal Tahir, Osmanlı Sarayı'na mensup anne ve babasını hiç unutmadı, Bir Mülkiyet Kalesi'nde Mahir Bey karakteri aracılığıyla babası Tahir Bey'in, ailesinin hayat hikâyesini anlattı; aslında anlattığı bir bakıma ailesi, babası, babasının cepheden cepheye koşturması ve kendi evinde çıkan bir yangında ölmesiydi; yani Osmanlı'ydı, Osmanlı'nın, Kerim Devlet'in yıkılışı.
Bâbıâli Yokuşu'nda
Özetle, Saray’a mensup bir ailenin, bir imparatorluğun yıkılış döneminin çocuğudur Kemal Tahir. Yıkılışı bizzat ve derinden yaşamış, o nedenle bu yangına, muzdarip bir aydın olarak çare aramıştır ömrü boyunca. Kalesi yıkılan bir imparatorluğun yalnız ve ailesini kaybetmiş (devletsiz) çocuğu, dönemin çoğu aydını ve şairi gibi Bâbıâli Yokuşu'na sığınır ilkin.
Çoğu yazar gibi, şiirle adım attı Kemal Tahir matbuat dünyasına. İlk şiirlerini 1931'de İçtihat'ta yayımladı. 1933'te Kenan Şahabettin, İdris Ahmet, Ziya İlhan, Yakup Kadri, Nuri Tahir, Ertuğrul Şevket, Fakih Özden ve Arif Nihat Asya gibi yazar ve şairlerle Geçit adlı bir edebiyat dergisi çıkardı. O yıllarda Fatma İrfan Hanım’la tanıştı. Sevdi onu. 1933'ten 1938'e kadar uzun, heyecanlı aşk mektupları yazdı sevdiğine, mahpusluk günlerini, topluma, edebiyata dair düşüncelerini anlattı. Vakit, Haber, Son Posta gazetelerinde çalıştı.
“Allah’ı kaybettim sanıyordum”
1930'lu yılların başlarında Mustafa Kemal'e, cebinde fotoğrafını taşıyacak ve sevgilisine bir fotoğrafını gönderecek denli hayrandı. Dönemin çoğu aydını gibi dinden uzaktı; ancak Fatma İrfan'a yazdığı 16 Ocak 1934 tarihli mektubunda bir camiye gittiğinden söz ettikten sonra devam eden şu satırlarda, bir ara kaybettiğini sandığı Allah'a olan inancını dile getirmekten geri durmadı: “Allah, İrfan, camilerde bütün azameti ve haşmeti ile hâlâ yaşıyormuş. Ben onu içimde kaybettim sanıyordum. Hâlbuki, o kadar çabuk buldum ki…”
1934-36 yılları arasında Yedigün ve Karagöz dergilerinde çalıştı, öyküler yayımladı. Aynı yıllarda Varlık ve Ses dergilerinde takma adlarla şiirler kaleme aldı. Ve bu arada, Namık Kemal için çeşitli şair ve yazarlarla bir anket yaptı. Falih Rıfkı (Atay), Vâ-Nû (Vâlâ Nureddin), Hüseyin Cahid (Yalçın), Peyami Safa, Ercüment Ekrem (Talu), Saadettin Nüzhet (Ergun), Kerim Sadi (Cerrahoğlu), Dr. Fuad Sabit, Hüseyin Avni (Şanda) ve Suat Derviş, ankete yanıt verdiler. Anketi, 1936'da Namık Kemal İçin Diyorlar ki adıyla bastırdı. Bu broşür, edebiyat dünyasında geniş yankı buldu. Ankette, yazar ve şairlerin Namık Kemal için söyledikleri kadar -belki daha fazla- Kemal Tahir'in konuştuğu yazar ve şairler hakkındaki saptamaları dikkati çekiyordu. Örneğin Kemal Tahir'e göre Vâ-Nû; “Epiyce konuştuğu (…) halde hiçbir şey söylememişti. Her zaman olduğu gibi, ihtiyattan ayrılmıyor, fikrini söylemekten çekiniyordu.” Peyami Safa; “Dev gibi dünya hadiselerini laf arasında misal olarak göstermesi, fakat bu hadiseler arasında parça parça durarak işine gelen taraflarını alıp, başına sonuna ehemmiyet vermemesi onun tıpa tıp bir küçük burjuva entelektüeli olduğunda şübhe bırakmıyor [du].” Kerim Sadi; “Memleketimizde Marksizm’in en selâhiyettar âlimi ve kafasının içindeki için en müsamahasız döğüşen delikanlı[sıydı]… (…) Duvarlarda Marks’la Engelsin portreleri ve büyük Marksistlerin resimleri var[dı].”, Suat Derviş; “cesur bir kadındı.” vs.
Artık Bâbıâli Yokuşu'nda, gazeteci, yazar ve şairler arasındaydı Kemal Tahir. Geçimini kalemiyle sağlıyordu, sevdiğiyle evlenebilirdi. O da öyle yaptı, uzun süre mektuplaştığı öğretmen Fatma İrfan'la 1937'de evlendi, ayrıca dönemin sol eğilimli gazetesi Tan'ın yazı işleri müdürü olmuştu.
Marksist aydınlarla tanışma
1930'lu yıllar, Kemal Tahir'in aynı zamanda Marksizm'le, Marksist aydınlarla tanıştığı ilk dönemdir. Hür Şehrin İnsanları romanından anlaşıldığına göre, Geçit dergisinin kadrosunda yer alan ve bilinçli bir sosyalist olan arkadaşı Ertuğrul Şevket'le yaptığı ideolojik tartışmalar, Kemal Tahir'in o yıllarda bir arayış içinde olduğunu ve Marksizm'e ilgi duyduğunu göstermektedir. Yalnızca Ertuğrul Şevket değil, kaldığı bekârevinde komşusu, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye Komünist Partisi üyesi olan Sarı Mustafa’yla (Mustafa Börklüce) ve onun aracılığıyla Nâzım Hikmet'le arkadaş oldu. 1930'lu yıllarda Bâbıâli'de tanıştığı Kerim Sadi, kuşkusuz onu derinden etkileyen, dönemin önde gelen sosyalist aydınlarından biriydi. Onunla sık sık buluştu, evindeki kütüphanesinden yararlandı. Bu ilişkiler sonucunda, Marksizm'e dair pek çok kitap okudu. Kafası karmakarışıktı; nitekim Fatma İrfan'a yazdığı bir mektupta, beynindeki fırtınayı şöyle dile getirdi: “Yarım yırtık bilgili kafama birçok kocaman meseleler yığdılar. Kant, Dekart, Engels, hatta Marks bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, Liberalizm, Komünizm, Bolşevizm, Faşizm, Hitlerizm, Emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan anadan doğma bir kör gibiyim.”
‘Ne mutlu Türk’üm diyene: Bunlar nasıl garip sözler’
Artık pir dediği ‘Marks Usta'nın düşüncelerini benimsemiş, heyecanlı bir sosyalist olmuştu. Bu arayış ve araştırmalar sonucunda, Kemalizm'in egemen olduğu 1930'lu yıllar Türkiye’sinde, zaman zaman Kemalist inkılâpları eleştirmekten de geri durmadı. Fatma İrfan'a yazdığı şu satırlar, hem Kemal Tahir'in yeni bir yola girdiğinin, hem de kendisine daha sonra Kemalist aydınlar tarafından yöneltilecek suçlamaların kaynağının en bariz işaretleriydi: “Ne mutlu Türk’üm diyene. Köylü bizim efendimizdir. Türk işçisi dayanıklıdır. İnkılâba gönül vermiştir. Bunlar nasıl garip sözler? (…) Ne mutlu Türk’üm diyene. Fekat sokaktaki kaldırımda değil, dayanıklı, dört ayağı olan sırma koltuklarda. Köylü bizim efendimizdir. Fekat biz köylünün ağasıyız. Köylü ağanındır. (…) Türk işçisi dayanıklıdır. Bu doğru. (…) Ağız dolusu İnkılâp dedikleri soytarılık daha taze olduğu için mi bu masalları okuyorlar bize dersin?”
Bu sözler, iktidarı ürkütecek sözlerdi ve elbette kaydedilmişti, unutulmayacaktı. İktidar, Kemal Tahir'i susturmak için 13 Haziran 1938'i bekliyordu.
Mapushane yılları
Tarih, 13 Haziran 1938. Kemal Tahir; Nuri Tahir, Nâzım Hikmet, Hamdi Alev, Emine Alev, Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi Tekbilek ve Hüseyin Durugün'le beraber tutuklandı. Suçları, “askeri isyana tahrik ve teşvik”ti. Soruşturma, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın birtakım kitaplarının Yavuz Gemisi’nde görevli bir kişinin üzerinde bulunmasıyla başlatılmış, kitaplar askeri isyana tahrik ve teşvik aracı olarak değerlendirilmişti. Zanlılar, Erkin Gemisi'nde, Donanma Komutanlığı Askerî Mahkemesi'nce yargılandılar ve 29 Ağustos 1938'de Kemal Tahir, 15 yıl hapse mahkûm oldu. Mahkeme kayıtlarından ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın Çankırı Cezaevi'ndeyken yazdığı af talebini içeren dilekçeden anlaşıldığına göre; Mahkeme sırasında, “Hâkimler heyetinin masası üzerinde tutularak defalarca sorgu esası yapılan ve nihayet suç delili diye hâkimlerin kanaatı vicdaniyelerine medar tutulan yegâne şey…” Kıvılcımlı'nın Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası adlı kitabıydı. Kemal Tahir'in “Türkiye Cumhuriyeti Başvekili Yüksek Huzuru”na hitaben, Çankırı Hapishanesi'ndeyken 22 Kanunuevvel 1940 tarihinde kaleme aldığı ve Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde bulunan af dilekçesine göre ise kendisine yöneltilen suçlamaya esas olan kanıtlar şunlardı:
“1. Kardeşimin bahriyede gedikli başçavuş olması (Kardeşi Nuri Tahir).
2. Şair Nâzım Hikmet'le gazeteci ve muharrir sıfatile Bâbıâli'de tanışmış bulunmam.
3. Evimdeki kütüphanemde mevcut 2000 cilt kitap arasında tevkifim esnasında yapılan aramada komonizme ve sosyalizme dair birkaç tane Fransızca kitap zuhur etmesi.”
Kemal Tahir'in dilekçesinde belirttiğine göre evindeki aramada bulunan kitapların hepsi Bâbıâli ve Beyoğlu kitapçılarında serbestçe satılmaktaydı. Ama itiraz boşunaydı. Egemenler, kararlarını peşinen vermişlerdi. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgeye göre, tutuklanma gerekçesi “Mumaileyhin komonistlik tahrikâtından katî mahkûmiyetleri bulunan ve kendi ifadesile de komonistliği teyid edilen (sf.26) Nâzım Hikmet, Hamdi Alev, Hüsamettin, Kerim Sadi, Sıdıka gibi şahıslarla çok sıkı temasta bulunması ve yapılan aramada evinde bulunan ve listesi 1 numaralı tahkikat dosyasının 60-63. sahifelerinde sıralanan Türkçe ve Fransızca 72 kitabın tamamen Sosyalizm, Marksizim ve Komonizme aidiyeti maznunu[n] komonist bir karakter taşıdığını ve kitapları bir sistem dahilinde ve kardaşı Telsiz Üs. Çvş. Nuri Tahir vasıtasile Yavuz Gemisi’ne sokmak suretile erbaşlar üzerinde propaganda ve telkin yapmakla…” gibi cümlelerle uzayıp gidiyor. Sonrası malûm; İstanbul Tevfikhanesi, Çankırı, Malatya, Çorum ve Nevşehir hapishanelerinde 1950'ye kadar süren 13 yıllık bir mapusluk dönemi. Mapusların deyişiyle ‘Kitaplı Casus', bu uzun cezaevi yıllarında sarı defterlere binlerce sayfalık not tuttu. Eşi, sonradan boşandığı Fatma İrfan'a, arkadaşı Nâzım'a yüzlerce mektup yazdı. Özlemlerini, düşüncelerini, sıkıntılarını, yazdıklarını paylaştı mektuplarda. Sonra bu mektuplar, Kemal Tahir'den Fatma İrfan'a Mektuplar adıyla yayımlandı; ama nedendir bilinmez Nâzım Hikmet, kendisine gönderdiği mektupları yayımlamadı; aksine Kemal Tahir'e gönderdiği mektuplar Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektuplar adıyla basıldı. Göl İnsanları, Sağırdere, Namusçular, Karılar Koğuşu, Bir Mülkiyet Kalesi, Büyük Mal, Dam Ağası gibi pek çok roman ve öykünün temelleri mapushanede atıldı. Anadolu'yla, gerçek Anadolu köylüsüyle karşılaştı cezaevlerinde, onları dinledi, konuşturdu, notlar aldı… 1950'de Genel Af'la tahliye edildiğinde, kardeşi Nuri Tahir'in yaptığı tahta bavulundaki sarı defterlerde binlerce sayfa notla döndü İstanbul'a.
Cezaevi çıkışı, polisiye romanlar
Kemal Tahir, hapisten çıkmıştı çıkmasına da, artık sicilli bir komünistti. O nedenle iş bulmakta, geçimini sağlamakta ve kitaplarını bastırmakta zorluklar yaşadı. Çaresiz, takma adlarla tefrika romanlar yazmak, çeviriler-adaptasyonlar yapmak zorunda kaldı. 1950'lerde Refik Erduran ve Ertem Eğilmez tarafından kurulan Çağlayan Yayınevi için çevirdiği, adapte ettiği polisiye romanlar arasında özellikle Mickey Spillane'den çevirdiği Mayk Hammer dizisi geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tutuldu. İntikam Pençesi, Kanlı Takip, Kahreden Kurşun, Derini Yüzeceğim, Ecel Saati ve diğerlerini peş peşe yayımladı. Bu çeviri ve adapte romanlarla geçimini sağlamaya çalışırken, 1955'te Göl İnsanları adlı öykü kitabıyla Sağırdere romanını bastırdı. Bunlar, edebî alandaki ilk yapıtlardı ve henüz adını duyuracak asıl yapıtlarını vermemiş, sonradan büyük tartışmalar yaratacak düşüncelerini dile getirmemişti.
Edebiyat dünyasına tam ısınacak ve cezaevinde kaleme aldığı yapıtlarını peş peşe bastıracakken, 6-7 Eylül Olayları patlak verdi. Çığrından çıkan olaylara suçlu bulunmalıydı. Bulundu da. Bunlardan biri yazar Kemal Tahir'di. Adı bir kez çıkmış, sicillenmişti ya, sudan sebeplerle bir kez daha içeri alındı, altı ay Harbiye'de tutuklu kaldı.
Yol ayrımındaki Kemal Tahir
1950'li yılların sonunda, özellikle Yaşar Kemal'in İnce Memed'ine karşı yazdığı Rahmet Yolları Kesti'yle (1957) başlayan sola mesafeli duruş, daha doğrusu köylüyü ve toplumumuzu alışılmış ve tarihsel/bilimsel temelden yoksun popüler sol söylemin dışında ele alış, asıl 1960'tan sonra su yüzüne çıktı Kemal Tahir'de. Tüm dikkatini tarihe, Osmanlı tarihi ve toplum yapısına yönelterek, devlet, Doğu-Batı çatışması, Batılılaşma ve mülkiyet gibi sorunları derinden kavramak için hummalı bir çalışma içine girdi yazar. Uzun araştırmalar sonucunda Kemalizm'in ve Osmanlı karşıtı resmî tarih söyleminin karşısında, Osmanlı Devleti'nin kültürel ve siyasî mirasını sahiplenen yerli bir aydın, yerli bir romancı olarak çıktı okurların karşısına. Bu çıkış, çok geçmeden dragomanları, Kemalistleri, klasik Marksistleri ve sığ sağcıları ürküttü doğallıkla. Çünkü sağın, solun ve egemen düşüncenin dışında, farklı tezler dile getiriyordu Kemal Tahir. Tarihle, edebiyatla, Osmanlı’yla, Cumhuriyet’le, Batılılaşmayla ve daha önemlisi kendisiyle derin ve kıyasıya bir hesaplaşmaya girişmişti. Bu zorlu hesaplaşma, ilkin güçlü biçimde Yorgun Savaşçı'yla (1965) dışa vuruldu.
Yorgun Savaşçı
Kurtuluş Savaşı'nı, ülkenin en kötü günlerinde politikaya bulaşmamış, dövüşken Türk subayının ordusuz kalış dramını, direnenlerle umutsuz kalmış yorgun Anadolu halkının trajedisini konu edinen Yorgun Savaşçı, resmî tarih söylemine aykırı tezler içeriyordu. Kemal Tahir'e göre, kimilerinin iddia ettiği gibi Kuvayı Milliye bir halk hareketi değildi, zaten Doğu'da ve Türk tarihinde halk hareketi yoktu, eğer bir halk hareketi olsaydı İstiklâl Mahkemeleri kurulmazdı. Bu itibarla yapıtta Kuvayı Milliye'yi bir kadro hareketi olarak ele aldı ve realist bir tavırla, Anadolu'da halkın Kuvayı Milliye'ye karşı tepkilerini de dile getirerek tezini pekiştirme yoluna gitti. Mustafa Kemal'i abartılı bir şekilde yüceltmek yerine, savaşçı bir subay olarak canlandırdı. Yorgun Savaşçı, bu ve benzeri tezleriyle Kemalist-sol aydınları oldukça rahatsız etti; hatta bu rahatsızlık TRT adına çekilen Yorgun Savaşçı filminin gösterimi dolayısıyla sonraki yıllarda da sık sık gündeme geldi. Örneğin, İlhan Selçuk, Yorgun Savaşçı filminin gösterilmesi gündeme geldiğinde, yazarı tarihi çarpıtmakla itham ederek, filmin TRT'de yayınlanmasına şiddetle karşı çıktı. 1979'da Cumhuriyet gazetesi’nde kaleme aldığı yazılarla Yorgun Savaşçı'nın TRT'de gösterilmemesinde etkili oldu. Ve film uzun tartışmalar sonunda 1983'te dönemin Başbakanı Bülent Ulusu'nun emriyle yakıldı. Yorgun Savaşçı, böylece adını militer bir rejimin kara tarihine yazdırdı.

Bozkırdaki Çekirdek: Köy enstitülerinin romanı
Kemal Tahir'in tartışmalara konu olmuş bir başka romanı da Bozkırdaki Çekirdek'tir. Yazar, bu romanında köyü bir eğitim laboratuvarı, köylüyü denek olarak gören, kendi toplumsal yapımızı, köy gerçeğini tanımadan ‘Köy Enstitüleri’ni kuran anlayışı kıyasıya eleştirir. Romanın kahramanlarından Müfettiş Şefik'in şu sözleri Kemal Tahir'in tezini özetlemektedir: “1908'lerde bu konu tıpkı böyle konmuş… O zaman Bulgar köy okullarıyla onların ülkücü öğretmenlerini görmemizle ağızlarımızın suyu akmış. ‘Köyleri canlandırıp çalıştıracak köy okullarıdır.' fikrine kim ‘olmaz' derse mürteci, vatan millet haini damgasını vuruyorlardı. Çok arandı köyü ihya edecek okul tipi. Sonraları anladım ki, böyle saman alevi gibi parlayışlarımız hep kolaya kaçma huyumuzdan. (…) Köye bir bina yapıp bir öğretmen göndererek bütün zorluklardan kurtulmak. Aklı erenler, ‘olmaz böyle şey!' dediler. (…) .. inkılâpçılar bilmiyorlardı ki, köyü yaşatacak olan okul değildir, okulu yaşatacak olan köylüdür.. Öyleyse, ‘Köylü bizden nasıl bir okul istiyor?' diye düşünmeliyiz. Yoksa hükûmet zoruyla kurulan okul da, mekanik olarak dıştan kurulan bir müessese gibi, dayanak noktası bulamaz, er geç batar.”
Osmanlı'ya, tarihe, Batılılaşmaya, Kurtuluş Savaşı'na ilişkin ileri sürdüğü düşünceler gibi, köy enstitüleri hakkındaki tezleri de iktidarın söylemlerine tersti Kemal Tahir'in. Dragomanlar, içerdiği resmi ideolojiye karşıt düşünceleri nedeniyle Bozkırdaki Çekirdek'i de topa tuttular hemen. Örneğin Vedat Günyol, Çalakalem'de, Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç adlı yapıtında Kemal Tahir'i ‘Köy Enstitülerini tanımamak ve konuya art niyetle yaklaşmakla suçladı.
Devlet Ana, Osmanlı, Doğu-Batı
Devlet Ana, Kemal Tahir'in, gerek Kemalist-sol, gerekse klasik Marksist aydınlarla yollarını daha bir ayırdığı, Osmanlı'ya, Doğu-Batı farkına ve tarihimize bakışıyla fırtına koparmış bir diğer romanıdır. Yazar, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu ele aldığı bu romanında Doğu'nun, Osmanlı toplum yapısının, Batı toplumlarına benzemediğini ileri sürer. Bununla da yetinmez, o dönemde Fransa'da gündemi işgal eden Asya Tipi Üretim Tarzı'yla (ATÜT) ilgili tartışmalarla ilgilenir ve ATÜT çerçevesinde Türkiye'ye özgü bir kuram geliştirmeye çabalar. Çevresindeki araştırmacı ve akademisyenleri ATÜT üzerine çalışmaya sevk eder. Bu araştırmalar sonucunda, Devlet Ana'da ‘kerim devlet' kavramını ortaya atar. Ona göre Osmanlı, sınıfların bulunmadığı, dolayısıyla sınıfsal çatışmaların ortaya çıkmadığı, mülkiyetin devlete ait olduğu, zümreler arasında denge sağlayan müşfik bir devlettir. Ve Doğu'da devletsiz toplum varlığını sürdüremez. İleri sürdüğü düşüncelerle, giderek Marksizm’i de kendi toplumsal yapımıza uygun biçimde yorumlamaya başlayan, yerli bir sosyalizm tesis etme çabasına düşen Kemal Tahir, hem Kemalist-sol, hem de Marksist aydınların boy hedefi hâline gelmiştir ve Devlet Ana, bu çerçevede en çok eleştirilen romanlarındandır. Örneğin Cevdet Kudret, Devlet Ana'da “…faşizm ideolojisinden gelme düşünce ve eylemlere yer verilmişti.” der. Taner Timur'a göre; “… tutucu, yer yer ırkçı tezlerle dolu bir romandır.” Murat Belge'ye göre; “Kitapta Asya tipi üretimin sürekli olarak övülmesi bir çeşit şovenizm yarat[maktadır].”
Yerli ve özgün düşünceliydi
Bu tartışmalardan da görüldüğü üzere, Kemal Tahir, romanlarında ileri sürdüğü düşünceler, tarihe bakışı, Osmanlının sosyo-ekonomik yapısını ele alışı, Batılılaşmayı değerlendirişi, köyü ve köylüyü işleyişi bakımlarından Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatında, tarih ve toplumbiliminde kendine özgü ve ‘yerli' düşünceler üretebilmiş, bunu romanlarında dile getirmiş ender entelektüellerimizden biridir. O nedenle de gerek edebiyat, gerekse sosyoloji ve tarih alanlarında tartışmalara yol açmış, kimilerince “ileriye yönelen gelişmelere çelme at[an] bir gerici”, kimilerine göre, “sol gösterip sağ vuran bir dönek”, kimilerince “kendi kuşağının çok değişik türden bir toplum savaşçısı” ve “dünya düşüncesinin uç noktalarından biri”dir.
Bütün bu nitelemeler, övüp yermeler bir yana, egemen ve hazır kalıpçı aydınlara; daha doğrusu dragomanlara rağmen, âdeta iğneyle kuyu kazarcasına kendi tarihine ve toplumsal yapısına ilişkin araştırmalar yapmasıyla, romanlarını hummalı araştırmalar üzerine bina etmesiyle, yerli ve özgün düşünceleriyle Kemal Tahir, Cumhuriyet döneminin birkaç muzdarip aydınındandır. Andıklarımız dışında, Esir Şehrin İnsanları, Kör Duman, Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu, Kurt Kanunu, Büyük Mal romanlarıyla Türk edebiyatında adından hep söz ettirecektir.
Kemal Tahir veya nam-ı diğer F.M. İkinci’nin Mike Hammer romanları
Kemal Tahir, Türk polisiye roman yazınında önemli bir isimdir. 20. yüzyıl Türk romanının ve öykücülüğünün en büyük adlarından olan ve yapıtlarında verdiği mesajlarla pek çok tartışmayı başlatan yazarımız, bir bakıma polisiye roman yazdığı için bir zamanlar eleştirdiği Peyami Safa ile aynı kaderi paylaşmıştır. Kemal Tahir de, tıpkı Peyami Safa gibi geçimine katkı olsun diye takma adla polisiye romanlar kaleme almıştır. Özellikle 12 yıllık hapishane hayatından kurtulup yaşamını yeniden kurduğu yıllarda (1950-1960 arası) bu bağlamdaki çalışmaları yoğunluk kazanır.
“Kanun Benim”
Kemal Tahir, 1953 yılında kurulan ve bastığı kitapların ucuz fiyatları, renkli kapakları ve yaptığı reklamlarla bir anda kitap piyasasında önemli bir yer tutan Çağlayan Yayınları’yla çalışmaya başlar. Yayınevinin yayımladığı ilk telif romanlardan biri olan Halk Plajı adlı yapıtı Samim Aşkın adıyla Kemal Tahir kaleme almıştır. Bu arada Çağlayan Yayınları için pek çok çeviri de yapmıştır. Bu çeviriler arasında sonraları çok ün kazanan eserler Mickey Spillane'den yaptığı çevirilerdir. Çağlayan Yayınları'nın sekizinci kitabı olarak çıkan Spillane'in dünyada milyonlarca satan kitabı, F.M. İkinci takma adıyla Kemal Tahir çevirisi olan Kanun Benim Türkiye'de de olay olmuştur. Yasa dinlemeyen ve yasayı bizzat kendi koyan dedektif Mike Hammer’ın bu ilk macerası ülkemizde de heyecanla karşılanmış, üst üste baskılar yaparak 100 binden fazla satmıştır. “Yumruklarıyla Sevişen, Dudaklarıyla Dövüşen; Külhani Amerikan Hafiyesi, Dünyanın En Büyük Kadın ve Katil Avcısı” Mike Hammer, Türk okuyucularına da geleneksel polisiye roman dedektiflerine hiç benzemeyen kişiliğiyle çok ilginç gelmiş ve Mickey Spillane'in yazdığı beş roman Kemal Tahir tarafından peş peşe dilimize çevrilmiştir. Ne yazık ki, sonra deniz bitmiştir. Çünkü yazar Mickey Spillane roman yazmayı bir tarafa bırakıp “Yehova Şahitleri” tarikatına girmiş, kent kent dolaşıp bu tarikatın propagandasını yapmaya başlamıştır. Halbuki Türk okuyucusu peşi peşine okuduğu Mike Hammer öykülerinin tiryakisi olmuştur ve onun bu talebine karşılık vermek gerekmektedir. Çağlayan Yayınları, bu sorunun cevabını bulmuştur: Kemal Tahir'in, yayınevinin deyişiyle üst üste çeviriler yaparak Mike Hammer konusunda üstad olan F.M. İkinci'nin Mike Hammer üretimine devam edeceğini okuyucularına duyurur.
Bundan sonra piyasaya arka arkaya Kemal Tahir'in F.M. İkinci adıyla yazdığı Mike Hammer öyküleri çıkmaya başlar. Bunlar Eylül 1954-Mayıs 1955 arasında yayımlanan dört kitaptır: Derini Yüzeceğim, Ecel Saati, Kara Nâra, Kıran Kırana.
Yüz binlerce sattı
Kemal Tahir'in F.M. İkinci adıyla yazdığı dört Mike Hammer öyküsünde gerek kurgu gerekse olayın gelişimi ve sonuçlanması; kişisel kanımızca özgün Mike Hammer romanlarından hiç kuşkusuz daha başarılıdır. Bu kanaatimizin, Kemal Tahir'in edebiyatçı kişiliğine duyduğumuz ve saklamadığımız saygıdan değil; polisiye romanla yarım yüzyıldır ilgilenen bir meraklı amatörün allâmeliğinden geldiğine okuyucuların inanmasını dileriz.
Bu arada Kemal Tahir'in Mickey Spillane ve diğer İngilizce yazan muharrirlerin eserlerini İngilizce bilmediği halde nasıl çevirdiği konusuna da burada değinmek istiyoruz. Bizim bu soruya yanıtımız; Kemal Tahir'in Mickey Spillane romanlarını asıllarından değil, Fransızca çevirilerinden tercüme ettiğidir. Mickey Spillane'nin eserleri o tarihlerde Fransızcaya çevrilmiştir. Örneğin ilk ve en önemli kitabı I, The Jury'nin (Kanun Benim) ABD'de yayımlanmasından iki yıl sonra 1949'da J'Aurai ta Peau (Derini Yüzeceğim) ismiyle yapılan Fransızca çevirisi kütüphanemizde mevcuttur. Kemal Tahir bu kitabı İngilizce özgün adına daha uyan bir şekilde “Kanun Benim” diye çevirmiş ama Fransızca çevirideki ismi de kendi yazdığı ilk Mike Hammer öyküsünde kullanmıştır.
Kemal Tahir'in yazdığı Mike Hammer öyküleri de özgün romanlar gibi 100 bin satış rakamını yakalamıştır ancak zavallı Kemal Tahir dört kitaptan fazlasını yazamamıştır. Çünkü o meş'um 6-7 Eylül olaylarının tertipçisi (!) olarak sıkıyönetimce tutuklanıp hapishaneye koyulmuş ve böylece meydan çoğu yeteneksiz olan diğer sahte Mike Hammer öyküsü üreticilerine kalmıştır. KİTAP ZAMANI ŞUBAT 2010


Ölümsüz

.

Devlet Ana

.



Meraklıydım. Tarihi çok seviyordum. Kendime yazarlar arıyordum. Ama, 'Devlet Ana'nın ilk şahsi kitap olarak önüme çıkmasında güçlü bir iddia yatıyordu. Hacmiyle olduğu kadar ismiyle de iddialıydı. Ben de yazar olacaksam, iddialı yazar ve eserler okumalıydım. Bu vitrinde devlet kadar ihtişam taşıyan kitaptan daha iyisini mi bulacaktım?
İlk kitaplar unutulmaz. İlk kitabımı unutamam. Kemal Tahir ve Devlet Ana’yı hiç unutamam. Konya’nın Bozkır’ında liseyi henüz bitirmiş yeni yetme bir çocuktum. Sorularım kadar çok kitaplardan yoksundum. Nerede bir kitap bulsam ona uzanıyor, yazarların, cümlelerin, kapakların ötesine koşuyordum. Bozkır’da, Çarşamba çayının kenarında her gün aynı saatte ve aynı memur tarafından açılan bir halk kütüphanesi vardı. Hâlâ var mıdır? 12 Eylül döneminin bütün devlet ideolojisi istif istif oraya yığılmıştı. Korka ürke, yana araya bir kitap, bir kitap bulabilir miyim diye girip çıkardım o betonarme yapıya. Kütüphane memuru düzgün saçları, temiz traşı ve şaşmayan mesaisiyle bir olurdu kütüphaneyle. Statik. Sistematik. Bugün bile hayıflanır yanarım. Ah keşke ne olurdu o kütüphane bana bir kitap verseydi, verebilseydi. Buluşsaydım o kitapla. Karşılaşsaydım. Nafile. Kitapsızdır bizim kütüphanelerimiz. Külliyat olarak bulunsaydı Kemal Tahir o kütüphanede...Ve ben kitabımı bir otogara borçluyum. Curcunadır otogarlar. Düzensiz ve hızın karmaşık çatlamalarıyla doludur. Eski Konya otogarındaki bir kitapçı vitrininde karşılaştım onunla. Bir itiraz daha, her gün on binlerce insanın akıp geçtiği otogarlar kitapçısızdır Türkiye’de. Özen ve bilgiden yoksundur. Olanlar yetersizdir. Gazete, dergi ve popüler kültür malzemelerinin işgali altındadırlar. Kültürel değil gündelik ve ekonomik noktalardır. İşte, birden o kitapla karşılaştım ben. Çağırıyordu. Sesleniyordu. Buradayım. Yaklaş. Dokun. Bu kafesten, bu geçici duraktan çıkar beni. 18 Haziran 1984. Kitabı aldığım tarih. Tekin Yayınevi. 8. Basım. Dokulu beyaz kapağında renkli bir tuğ var. Tuğ rüzgârdan sola doğru sallanıyor. Yazarın ismi küçük, kitabın ismi büyük harflerle yazılmış. kemal tahir, kırmızı. DEVLET ANA, siyah. Koyu. Adımı soyadımı yazıp imzalamışım giriş sayfasını. Ve soyadım ... ile başlıyor o tarihlerde. Birinci bölüm; Kancık Vuruş.
Bildik, ters, sertİlkler, ilk etkiler hafızanın toprağında saklı kalıp yeşermesini sürdürür. İstanbul’a kadar düşürmedim kitabı elimden, bırakamadım. İlk kez Kemal Tahir okuyordum. İsmini kim söylemişti, nereden duymuştum tam emin olamıyorum. Tahiri bir hocam da yoktu. Ancak, isminde de kitaba meraklı birisini cezbedecek gizem saklıydı. Bildik. Ters. Sert. Etkili. Şimdi geriye dönüp düşündüğümde beni asıl çeken şeyin bambaşka bir yerden hatta doğal bir çizgiden sızıp geldiğini görüyorum. Meraklıydım. Tarihi çok seviyordum. Kendime yazarlar arıyordum. Ama, Devlet Ana’nın ilk şahsi kitap olarak önüme çıkmasında güçlü bir iddia yatıyordu. Hacmiyle olduğu kadar ismiyle de iddialıydı. Ben de yazar olacaksam işte daha, başta, iddialı yazar ve eserler okumalıydım. Bu vitrinde devlet kadar ihtişam taşıyan kitaptan daha iyisini mi bulacaktım?Henüz ortaokul çağında iken, komşumuz Eflatun Ellialtı (roman kahramanı gibi bir isim) birkaç valiz tutan kitaplarını zaman zaman bana gösterir ve kimilerini alıp okumama izin verirdi. Abdullah Ziya Kozanoğlu ilk okuduğum yazarlardandı. Rahat ve ritmik anlatımı beni etkilemiş olmalı. Kaldı ki, Konya otogarında, Devlet Ana ile buluşup tereddütsüz satın alışımda romanın dünyasına aşinalığımın da payı olmuştur diye düşünüyorum. Osmanlının ilk devirlerini destansı üslupla anlatan Kozanoğlu, kendiliğnden Kemal Tahir’e yönelmemi sağladı. Devlet Ana’nın fiyatı 800 TL idi. Babamın bana verdiği harçlık 4.000 TL. Bunlar ayrıntı elbette, farkındayım. Kitabı okudukça, yazılmadığını adeta söylendiğini düşündüğümü hatırlıyorum. Konuşma ve destan üslubunu hissetmiştim. Sonradan, çok sonradan nasıl bir yazar seçtiğimi, seçtiğim kitabın ne tür tartışmalar getirdiğini elbette öğrenecektim. Kemal Tahir sadece elimdeki kitabın yazarı değil bir fenomendi. Yıl yıl daha iyi anladım kavradım. Üniversite öğrenciliğim zamanında belki de hayatımın en zevkli ödevlerinden birini onun adına hazırladım. Bağlam Yayınları Roman, Edebiyat notları başta olmak üzere seri halinde Kemal Tahir basmıştı. O notlardan hem çok şey öğrendim hem de Kemal Tahir’i yeniden, yeniden tanıdım. O bir tecrübeydi. O tecrübeyi bilip okumadan, irdeleyip düşünmeden kendimizi anlamak zordu. Sanırım, Ömer Lüffi Barkan, İdris Küçükömer, Sabri Ülgener gibi yazarlara dönüp bakmamda Kemal Tahir’in rolü oldu. Fakat hiçbir şey hayata ölümsüz bir kitapla başlamak kadar önemli olamaz. Devlet Ana, Kemal Tahir. İlk. Yazgı.Hayatı üretmekle geçti1910 yılında, II.Abdülhamit’in hünkar yaverlerinden Tahir beyin oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nin onuncu sınıfından ayrılarak Zonguldak Maden İşletmeleri’nde ambar memurluğu, İstanbul’da avukat kâtipliği yaptı. Edebiyata ilk adımını 1931 yılında şiirlerinin yayımlandığı İçtihat dergisiyle attı. İlk başta hece ölçüsü ile yazan Tahir’in şiirleri Nâzım Hikmet’le tanıştıktan sonra evrildi. Yazar, toplumsal konulu serbest şiirler üretmeye başladı. Yaşamını kalemiyle kazanmak zorunda olan yazarlardan olması sebebiyle bu yıllarda mizah öyküleri, serüven romanları da yazdı.Çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmen, röportaj yazarı, çevirmen, sekreter olarak çalıştı. Nâzım Hikmet’in yargılandığı ‘Bahriye Davası’nda suçlu bulunarak on beş yıla hüküm giydi. 1941 yılında hapisteyken Tan’da tefrika edilen öyküleriyle yazarlığının ilk dikkat çekici ürünlerini verdi. Edebiyat dünyasında beğeni toplayan pek çok romanını da cezaevindeyken yazdı. 1950 Affıyla hapisten çıktıktan sonra takma adlarla macera ve aşk romanları çevirdi, senaryolar yazdı.Bu tür çalışmaları arasında en ünlüsü belki de Mayk Hammer dizisi... Bedri Eser, Samim Aşkın, Ali Gıcırlı, F.M. İkinci yazarın kullandığı takma adlar arasındaydı.1955 yılında yazarın nihayet kendi adıyla yayımlanan ilk romanı ‘Sağırdere’ basıldı. ‘Sağırdere’yi, ‘Körduman’ izledi. Kemal Tahir, Çankırı-Kastamonu, Çorum çevresinde geçen romanlarında köydeki yaşama biçimini, toplum yapısını, köylünün dünyasını işledi. Tüm bunları konu alırken onun için vazgeçilmez olan, Tanzimat’tan bu yana değişen mülkiyet ilişkilerini, eşkıyalık hareketlerinin gerçek yüzünü anlatmaktı.Türk edebiyatına, siyasetine ve sosyolojisine ilham veren Kemal Tahir, 1973 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti.Kemal Tahir kitaplığı Yorgun SavaşçıDevlet AnaKöyün KamburuZehra’nın DefteriKurt KanunuKörduman Hür Şehrin İnsanlarıKelleci MemetBüyük MalGöl İnsanlarıEsir Şehrin İnsanları Esir Şehir Üçlemesi 1. CiltEsir Şehrin Mahpusu Esir Şehir Üçlemesi 2. CiltYol Ayrımı Esir Şehir Üçlemesi 3. CiltNamuscularSağırdereRahmet Yolları KestiBozkırdaki ÇekirdekKarılar KoğuşuBir Mülkiyet KalesiYediçınar YaylasıÜstadın ÖlümüDamağasıDutlar YetişmediAşk ÇetesiDerini Yüzeceğim Bir Mayk Hammer RomanıMerhaba Sam Krasmer Bir Mayk Hammer RomanıGangsterler Kraliçesi Bir Mayk Hammer RomanıKıran Kırana Bir Mayk Hammer RomanıEcel Saati Bir Mayk Hammer RomanıKara Nara Bir Mayk Hammer Romanı
Kemal Tahir’in tüm kitapları İthaki Yayınları tarafından yayımlanıyor. Yayınevi yazarın 100. yaşını iki önemli yayınla kutluyor. Kemal Tahir üzerine yazılardan oluşan bir armağan kitap hazırlayan yayınevi, bir de Kemal Tahir’in tefrika edilen, döneminde çok beğenilen romanlarından iki kalın ciltlik bir seçki çıkartacak. 14 romanın yer aldığı seçkide yazarın ‘Muhallebi Çocuğu’, ‘Bir Gecenin Beyliği’, ‘Bir Nedim Divanının Esrarı’, ‘Gönül Denen Hayvan’, ‘Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır’ kitapları da yer alıyor. Her iki projenin de kitapları Sonbahar’da yayımlanacak.radikal19.03.2010



TÜRKİYE'de


SOL'un,


Sessizliğe mahkûm ederek


yok etmeye çalıştığı


BÜYÜK YAZAR


KEMAL TAHİR


insanlar


var olduğu


ve


okuduğu


müddetçe


eserleri


ile


yüzyıllarca


yaşayacakdır.


.


İYİLER İYİDİR

BAHAEDDİN ÖZKİŞİ 2011













Edebiyatçı, hikayeci, romancı Bahaeddin Özkişi ölümünün 36. yıldönümünde Eskader’in 10 Kasım 2011 Perşembe günü Timaş Kitap Cafe’de düzenlediği bir programla anıldı. Programda sevenleri, dostları ve yakınları bir araya geldi. Programda konuşulanları paylaşalım istedik.ESKADER'in Timaş ile birlikte düzeleği Bahaeddin Özkişi programında konuşulanları M. Sait Fidan kayda geçirdi.



Mehmet Nuri Yardım: Efendim çok değerli bir yazarımızı, hikayecimizi, romancımızı anacağız. Vefatının 36. yılında Mehmed Bahaeddin Özkişi. Çok değerli yakınları var, başta Hanımefendi, eşi, Fatma Özden Hanımefendi aramızda. Kızı Zeynep Hanım, damadı, torunları, biz yine Yazarlar Birliğinde toplantı yapmışken o gün, Mehmed Bahaeddin Özkişi doğmuştu, torun, o da aramızda, değil mi? İnşallah dedesine hayırlı bir halef olacak. Şimdi programın akışını ben size kısaca söyleyeyim. Süleyman Bağlam Hocamız konuşacak, Kültür Tarihçimiz, Bahaddin Bey’in muhitinden bahsedecek. Yetiştiği çevre. Ardından ben hikayeleri üzerinde duracağım. Sonra Seval Günbal Hanım romanları üzerinde duracak. Ardından Kamil Bey ve Tufan Bey bize hatıralarını anlatacaklar. En son eşi Fatma Özden Hanımefendi birkaç cümle lutfederse seviniriz. Bu akşam Bahaeddin Özkişi’nin en yakınları burada. Hakikaten Bahaeddin Özkişi bana göre son on yıl içinde tanınan, bilinen, bir değer, hikayeci, romancı, bir fikir adamı. Zaten konuşmalarda bunu göreceğiz. Ben sözü hemen Süleyman Bağlam Hocamıza veriyorum. Buyurun efendim.
Süleyman Bağlam: Cümleten hoş geldiniz bu işi ayarlayan ESKADER bendeniz de kurucusuyum ama asıl bu işin yüreklisi Mehmet Nuri Bey sağolsun her hafta topluyor, bugün 10 Kasım Bahaeddin Özkişi’nin ölüm günü, kendisini rahmetle anıyoruz. Allah rahmet eylesin.
Efendim buraya gelirken Bahaeddin Ağabeyin bulunduğu muhit kafamda dolaşıyordu. Hemen şu iki sokak ileride Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin dergahı var. Geldikleri yer orası. Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin üstadı Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri. Asıl onun geldiği nokta bu. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri Şam’da medfun, büyük özellikleri olan bir kimse. Talebelerini yetiştiriyor, bütün İslam coğrafyasına yolluyor, İstanbul’a gönderdiği özel talebelerine de 28 tane tavsiyesi var. Bunlara uyacaksınız diyor. Bizim özelliklerimiz bu. Kimseden mal-mülk beklemeyeceksiniz. Devlet adamlarıyla görüşmeyeceksiniz, İstanbullu bir hanımla evlenmeyeceksiniz. Tekkenizin prestijini şahsi menfaatler için kullanmayacaksınız. Bu konuyla ilgili bir kaynağı söyleyeyim. Keşkül dergisi, üç ayda bir çıkıyor, Fatih Çıtlak çıkartıyor, Mevlevilik, Kadirilik, son sayısı da Nakşilik hakkında. Gümüşhanevi Dergahı da var, bendeniz de bir şeyler yazdım, 20. sayıda, Gümüşhanevi Dergahı hakkında geniş malumat var. Vesikaları da koyduk. İşinize yarayacağını ümit ediyorum. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri emir üzerine Şam’da bulunuyor. Kendisi talebelerinden Ömer Efendi’yi Anadolu’ya yolluyor. Ta Ahmed Yesevi’den beri Anadolu ve Rumeli bizim için ideal bir nokta. Bahaeddin eniştenin kızıl elma dediği. Özden Abla tabii daha iyi biliyor. Demirci’ye geliyor. Oğlu Halit, burada torun Halit Bey kardeşimiz var, Mustafa Köseoğlu’nun oğlu, damat, aynı ismi taşıyorlar. Gelip Gümüşhanevi Dergahına intisap ediyor. Dergahın kapısında çok mühüm bir yazı var. “Burada çay yok, çorba yok.” İlim var, zikir var. Gelene çay bile vermiyor, çorba hiç vermiyor. Ama orayı takip edene sonunda Ramuzu’l-ehadisi hediye ediyorlar. İstanbul’a gelen Halid Efendi Gümüşhanevi Dergahına intisap ediyor, yetişiyor. Dergahın ileri gelen şahsiyetleri, İsmail Necati Efendi, Sabri Ülgener’in dedesi oluyor. Onların hep irtibatları var. Oğlu Ömer Lütfü Efendi ve Ahmet çocukları.. Ahmet Efendi de Çanakkale’de şehit oldu. Ömer Lütfü Efendi de 1881’de doğuyor. Ömer Lütfü Efendi’nin 4 tane çocuğu oluyor. İki oğul, iki kız, bunlardan birisi bizim Bahaeddin Özkişi. Ömer Lütfü Efendi İstanbul’da Süleymaniye Medresesi’nde okuyor. Süleymaniye Medresesi İstanbul Medreseleri içinde en üst seviyede olandır. Başta Sahn-ı Seman, bizim İstanbul Üniversite’nin kuruluşu olan merkez. Sonra Süleymaniye üniversitesi oluyor, üç sene sonra. Ömer Lütfü Efendi Hilafetini Gümüşhanevi Dergahı’ndan alıyor. Şimdi malum-u aliniz, her tarikatın bir özelliği vardır. Kiminde aşk esastır, kiminde ilim esastır, bunlar hep vasıflar. Nakşilikte de ilim esastır. Onlar medreseden gelmiş, hafız olan insanlar. Çay yok, çorba yok; ilim var, zikir var diyorlar. 1913’te icazetini aldıktan sonra kadıyü’l-kuzat’ta okuyorlar. Ondan sonra Avukatlık veya Hakimlik hakkı da veriliyor. Azize Hanımla evleniyor, Valide Hanım. Ömer Lütfü Efendi Dersiam, eve gelenler, gidenler. Ona birisi bir şey sorarsa hemen cevabını veriyor. Kitabın sayfa numarasını bile söylüyor. Bir Profesör onun hafızasına hayret ederdi. “Çok kuvvetli bir hafızası var.” derdi. 3 Mart 24’te medreseler kapatılınca ulema işsiz kalıyor. Ömer Lütfü Efendi de buna çok üzülüyor. Hatta Latin harfiyle bir ilmihal yayınlıyor. Silivri’de Müftülük yapıyor. 1948’de vefat ediyor. Ömer Lütfü Efendi’nin kabri Bahaeddin enişteyle beraber. Ömer Lütfü Efendi’nin bir sözünü özellikle belirtmek istiyorum. Bana çok tesir etti. “Müritlerimiz bizim için fidanlardır.” Bakın bir Mürşidin Müridine bakış açısı. Ne kadar güzel bir söz. Bahaeddin Enişte’nin hayatında mühim bir nokta daha. 10 Kasım 1975’te vefat edince cenaze namazını Mehmed Efendi İskenderpaşa Camii’nde kıldırıyor. Gümüşhanevi Dergahı Vilayetin karşısında. Devletle beraber. Yabancılar bu hareketleri çok takip ediyorlar. Bütün yabancı konsoloslukların araştırma merkezleri var. İsveç Konsolosluğu Bektaşilik araştırması yaptı, İngilizce - Türkçe çıkarttı. İngilizcesi çıktı, Türkçesi daha çıkmadı. Buralar hakkında çok geniş vesikalar var. Bu dergahın bir özelliği var. Devletin yanında yer almışlar. Padişahı desteklemişler. Mesela Ömer Ziyaeddin Efendi’nin Mir’at-ı Kanun-ı Esasi kitabı var. 1908 Anayasası’nın İslami kaynaklarını yazıyor. Hukuk-ı Selahaddin isimli bir kitabı daha var. Başa bağlılıkla ilgili. Yani siz Abdülhamid’e karşı çıkmayın. Bu devlet yıkılırsa gider, her şey biter. Böyle yol gösteren büyük insanlar. İşte Bahaeddin Bey de bu ekolün insanı. Feyzini onlardan alıyor. Şimdi etrafında ona tesir eden İsmail Hakkı Uzunçarşılı var. İsmail Hami Danişmend’den de muhakkak istifade etmiştir. Yusuf Ziya Bayur okuduklarından biri, on cilt tarihi olan; Fuat Köprülü, Ömer Lütfü Balkan, Rumeli Fütuhatında Kolonizatör Türk dervişleri, yarım kalan eserinde de Baciyan-ı Rum’u anlatıyor. Köse Kadı’da, Uçtaki Adam’da bunu görürsünüz, Cihad ruhu ve edeb. Bunlar işleniyor. Bahattin Bey bu eserlerin tesiriyle kitaplarını yazdı. Ona tesir edenlerden biri de Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı. Bir kitabı var. Bacanağımız Kamil Bey fotokopiyle çoğalttı. Şeref Bey’in müthiş şiirleri var, tefsiri var. Divanı var. Bahaeddin Bey’in Teknik Üniversite’de samimi arkadaşları Necmettin Erbakan, Kemalettin Erbakan, Mustafa Köseoğlu, o muhit ona tesir eder. Marmaratörler de ona tesir eder. Süheyl Ünver’in tezhip derslerine gitmiş. Bahaeddin Özkişi çok sanatkar bir insan. Altın kesif oranına uygun dört tane ev maketi yapıyor. Özden Abla’nın evinde duruyor. Onların hakikaten teşhir edilmesi gerekir. Kendi evinin maketini yaptı. Bu büyük bir sanat eseridir hakikaten. Kendisi hakkında yapılan tezler var. Ertuğrul Özaslan Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’ne tez hazırladı. Aydın Gülışık Muğla Üniversitesi için, Nazire Erbay Erzurum Üniversitesi’nde tez hazırladı. Mehmet Nuri Yardım: Prof. Dr. Bayram Yüksel Bey Bahaeddin Bey’in Samiha Ayverdi’den de istifade ettiğini, yanına gidip geldiğini söyledi. Ben hikayelerini daha önce okumuştum. Bu toplantı vesilesiyle tekrar gözden geçirdim. O kadar mahviyetkar ki kitabın üzerinde Bahaeddin yazıyor ama Özkişi yazmıyor. İlk defa bir kapakta yazarın adı var ama soyadı yok. Bu eserinde toplam 70 hikaye var. Hikaye kitabının yanı sıra romanlarını da göstermek istiyorum. Sokakta, 100 temel eserden sayıldı. Bir diğer kıymetli eseri Uçtaki Adam. Ve Köse Kadı. Yani üç romanı ve hikayeleri var.
Öncelikle kısa hikayede bir usta. Hatta bugün Sanat Aleminde “Kısa hikayenin büyük yazarı” diye yazdım. Bunu okurken hakikaten bambaşka dünyalara açılıyor insan. Yani bana göre Türk Edebiyatı’nda hikaye denince akla gelebilecek ilk isimlerden biri. Çünkü o kadar ustalıklı bir şekilde sizi çekip çeviriyor ki bir bakıma kendinizi o dünyanın içinde buluyorsunuz. Tabii beslendiği kaynakları hocamız belirtti. Hakikaten bizim medeniyetimizi çok iyi tasvir eden, tahlil eden kısa metinler. Ben bir daha yeniden okudum. Şunu gördüm. Bu hikayeler bir bakıma deneme denebilir ama kuruluş olarak ve tür olarak bir hikayedir. En uzunu 2, 2.5 sayfa. Normalde 1, 1.5 sayfalık hikayeler. Bazıları birkaç paragraftan müteşekkil, bazıları tek sayfa. Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Akbaba dergisinde mizahi hikayeleri çıkmıştır. Bunu birçok kimse bilmiyor, hatta Ötüken Yayınevi’nin yöneticileri kitaplarını basmaya başlayınca bunu fark ediyorlar. Bahaeddin Bey’in büyük bir hikayeci olduğunu o zaman fark ediyorlar.
Nevzat Kösoğlu hakkında önemli bir yazı yazıyor. Orhan Bey bütün eserlerini inceliyor ve bir bakıma Göç Zamanı’nın temelleri böyle atılıyor. Hikayelerinin tamamında bizim insanımız anlatılıyor. Dolayısıyla hikayeye girdiğinizde kendinizi adeta bir şadırvanın içinde bulursunuz. Çarşamba’da bir tarihi evin önünde kendinizi bulabilirsiniz. Bazen sizi alıp Osmanlı’ya götürüyor. İzninizle bir-iki paragrafı da buradan okumak istiyorum. “Bahaeddin Özkişi hikayelerinde birçok objeden bahsetse de kainatta gördüğü ve tanıdığı birçok eşyadan, bitkiden, hayvandan ve unsurdan bahsetse de onun temel meselesi insandır. Yani işin özünde insanı anlatmaktadır. Duygularıyla, düşünceleriyle, meziyetleriyle, hasletleriyle müspet, menfi bütün özellikleriyle insanoğlunu kalemine dolamaktadır. O, insanoğlunun özünü keşfe çıkan bir keşşaf gibidir. Günlük yaşamda karşılaştığımız olaylar zincirinin perdesini aralar, özüne inmeye çalışır, derinlemesine bakışlar serdeder. Bizim lakayd kaldığımız, hayatta monotonlaştırdığımız hadiseler onun kaleminin ucuna geldiği zaman bir anda harikuladeleşir. Zira o hadiselere üstün manalar yükler.”
Osman Akkuşak: Mehmet Nuri Bey! Bütün insanları mı anlatıyor, yoksa sadece bizim insanımızı mı?
Mehmet Nuri Yardım: Genelde insanı anlatıyor diye gördüm. Ama özelde bizim insanımızı anlatıyor. (Metinden okumaya devam eder) “Kavramlar başkalaşır, kelimeler ulvileşir, artık farklı bir gözle dünyaya ve evrende cereyan eden hadiselere bakmaya başlarsınız. Bu durumda psikolog veya ruhbilimci bir yazarla karşı karşıya kaldığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Bahaeddin Özkişi içinde yaşadığı şehirde gördüklerini, okuyucularıyla paylaşırken onun satır aralarına bir medeniyet perspektifi yerleştirir. İnsanı anlatırken onu şekillendiren, oluşturan, hamurunu meydana getiren manevi değerler zümresini unutmaz. Şehri anlatırken camiyi, mahalleyi anlatırken medreseyi, evi anlatırken çeşmeyi anlatmayı ihmal etmez.” Yani bir bütün olarak bakar, bir külliye gibi, “Bahaeddin Özkişi’nin bu hikayelerinde bunu görürsünüz adeta bütün bir şehir, bizim şehrimiz, bizim mahallemiz, bizim sokağımızı anlatır. Adeta hikayelerinde bir tasvir var. Her hikayesinin sonunda farklı tablolar görebilirsiniz. Çünkü mesela Fatih’teki, Çarşamba’daki bir medreseden söz ediyorsa bu medrese gözünüzün önünde canlanıyor. Çeşmesiyle, sebiliyle belki sadaka taşıyla ve diğer yardımcı unsurlarıyla. Dolayısıyla ben biraz Mustafa Kutlu’ya benzetiyorum. Mustafa Kutlu da biliyorsunuz ressamdır, aynı zamanda iyi bir hikayecidir. Yani ressam olan hikayecilerde tasvir gücü daha yüksektir. Çünkü bir bakıma resim tarafından geliştirdikleri birikimi hikaye sanatına da aktarıyor. Ve okuyucu bir bakıma hikaye okurken hakikaten bir film seyreder gibi çevreyi daha iyi gözlemler. Tabii bütün hikayelerden ben bahsetmeyeceğim. Çünkü uzun bir metin hazırladım ve merak edenler tamamını Sanatalemi’nden okuyabilirler. Şimdi Seval kardeşimiz romanlarını anlatsın. Seval Günbal: Ben Bahaeddin Özkişi’yi ilk önce Göç Zamanı hikayeleriyle tanıdım. O zamanlar ve bugün onun hikayeleri Gogol’un Palto’suyla kıyaslanır. Üç tane romanı var. İlk olarak Sokakta romanı, ardından Köse Kadı ve Uçtaki Adam. Sanıyorum Samiha Ayverdi ile karşılaştıktan sonra tarihi romanlar yazmaya başlıyor. Köse Kadı ve Uçtaki Adam benim anladığım kadarıyla serhat uçlarındaki cengaverleri anlatıyor. Ben Sokakta romanından bahsedeceğim. Çünkü Sokakta romanı aynı zamanda Peyami Safa ödülünü de kazanmış bir roman. Üslubu, dili çok sarsıcı, çok etkileyici. O yüzden Sokakta’dan bahsedeceğim. Aynı zamanda Sokakta’nın şöyle bir önemi daha var. Kendisi hakkında birçok tez yazıldı ama bu tezlerde en çok Sokakta romanından bahsedilir. Sokakta romanını okuduğunuzda şunu görüyorsunuz. Büyük puntolarla onlar ibaresi geçiyor. Ben bunu okuduğum zaman onları çok merak ettim, niye en çok bundan bahsediliyor diye. Özkişi’nin Onlar’daki amacı, kastı neydi diye düşünmüştüm. Bunun üzerine herkes farklı farklı yorumlar getirebiliyor. Yazar semboller kullanıyor. Onlar da bu sembollerden bir tanesi. Ki bunu bütün yazarlar yapıyorlar. Orda sokağın yerine siz vatanı oturtabilirsiniz. Bahaeddin Özkişi’nin böyle bir ülküsü de var. Vatanı oturtabilirsiniz, anneyi oturtabilirsiniz, evi oturtabilirsiniz. Sokak onun için korunması ve uğrunda çarpışılması gereken bir alandı. Çünkü o vatanını korur, sokağını koruduğu gibi. Böyle bir duygudur. Sokak onun için kavganın başladığı asıl yerdir. Çok uyanık ve çok dikkatli bir şekilde mücadele veriyor. Bazı yazarlar hiçbir şekilde sembol de kullanmazlar ama sadece ipucu verirler. İşte Bahaeddin Özkişi de bunu yapıyor. Sokakta romanında bir bölüm var, orda romancı bize ipucu veriyor. Ben o bölümü size kitaptan okumak istiyorum çünkü bu bölümü okursak Sokakta’nın niçin Sokakta olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Benim elimdeki 1978 baskısı, ben doğmadan çok önce yapılmış bu baskı, gerçek eserlerin etkisi kendilerinden sonraki nesillere de ulaşabiliyor. Bahaeddin Özkişi’nin gerek hikayelerinde, gerek romanlarında böyle bir gücü var.
Mehmet Nuri Yardım: Göç Zamanı ilk baskısını yaptığı zaman – Ötüken’den- Bahaeddin Özkişi’ye emr-i hak vaki oluyor. Kitabı göremeden göç ediyor. Bu da Cenab-ı Allah’ın bir tecellisi.

Seval Günbal: Sokakta’da Bahaeddin Özkişi’nin mücadelesinin ana kaynağını görüyoruz. Şöyle diyor: “Orada neler olmadı ki. Orada insanlar bir milletin ve insanlığın mukadderatıyla oynanan oyunun seyircisi ve aktörü oldular. Dünyanın tamamıydı sokağımız. Bir ırk diğer ırklara, bir fikir diğer fikirlere köle edilmeye çalışıldı. Bu savaş bitmedi hala. Ve sokak üzerine konuşmamız da bu yüzden bitmeyecek. Oradan bahsetmemek insanın kendisini görmezden gelmesi anlamını taşımaz mı? Oysa sokak ve insan. İşte yok farzedilemeyecek iki önemli şey. Bütün maksatlar bu iki nokta ile ilgili.” Bütün romanlarına ve hikayelerine baktığımız zaman Bahaeddin Özkişi’nin çok naif olan ve hiç karamsar olmayan bir dili var. Kesinlikle karamsar değil. Tüm gerçeklerden çarpıcı, vurucu bir şekilde bahsediyor ama aynı zamanda karamsar değil.
Mehmet Nuri Yardım: Bahaeddin Özkişi’yle tanışan Ahmed Hamdi Tanpınar ona diyor ki: “ Evladım! Yazmaya devam et. Sen on Sait Faik edersin. Dolayısıyla Tanpınar gibi, Samiha Ayverdi gibi edebiyatçıların takdirini kazanmış büyük bir edebiyatçıdan bahsediyoruz. Şimdi hatıralar eşliğinde Kamil Bey’i dinleyelim.
Kamil Güzelyazıcı: Efendim bendeniz kendisinin bacanağı oluyorum. 1969 senesinde oldu. Kendisiyle beraberliğimiz maalesef altı sene sürdü. 1975 senesinde onu kaybettik. 1 ay arayla evlendik. Şu ana kadar konuşmacılar Bahaeddin Bey’in ilmi yönü üzerinde durdular. Ben Bahaeddin Ağabey’in gönül yönünü anlatacağım. Tanıdığım kadarıyla anlatacağım. Yoksa hakikaten son derece kapalı bir insandı. Hassas, o derece mütevazı, muhatabını çok samimi bir şekilde dinleyen, gözlerinin içine baka baka dinleyen bir ahlakı vardı. Hiç kimsenin sözünü kestiğine şahit olmadım. Devamlı dinler, çok neşeli görünmesine rağmen onda hüzün vardı. Bir araya geldiğimizde her şeyden bahsederdik. Hatta bir keresinde şöyle bir şey oldu. Kendisi Almanya’da çok bulunduğu için bir keresinde ona “Bahaeddin Ağabey! Biz Avrupa ülkelerinden daha geri zekalımıyız ki bu kadar geri kalmışız?” O da “Onlarda kolektif çalışma, kolektif görüş var. Bizde ise tam tersidir. Aslında dünyanın en zeki milleti biziz.” dedi. Bu benim kulağıma küpe olmuştur.
Benim küçük baldızım, bir münasebetle ölüm bahsi açılıyor. Bahaeddin Bey de “İnsan öyle ölsün ki hiç unutulmasın.” diyor. Baldızım da “Bu olsa olsa ancak 10 Kasımda olur.” diyor. O da “Neden olmasın.” diyor. Bu herhalde kendisinin kerametidir. Çok vefakar bir insandı. Tevazuda hakikaten üstündü. Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’ne gelir, herkesten evvel gelir, 20, 25 metrekare bir mekan. Ben toplantıdan önce gelir, görürüm ki erken gelmiş yerleri süpürüyor. Süpürgeyi elinden zorla alırdım. Öyle mütevazı bir insan. Sonra sohbetler başlar, evvela çok iyi dinler, dinledikten sonra eğer fikrine müracaat edilirse gayet veciz bir şekilde izah eder. Bir gönül adamıydı. Bu kadar fikri yapısı ve eser meydana getirmesi onun fevkalade kabiliyet sahibi olduğunu gösterdiği gibi imani tarafı vardı. Fakat bunu gizlerdi. Muhatabına göre tavır takınırdı. Benden sonra Tufan Bey onu daha geniş bir şekilde anlatacaktır.
Mehmet Nuri Yardım: Çok teşekkür ediyoruz, sağolun. Bugün Bahaeddin Bey’in yakınlarından Hadi Bey’i aradım. Hadi Bey Emre Aköz’ün kayınpederi. Sağolsun Fatma Yargıcı Hanımefendi telefonunu buldu, kendilerini davet ettim. Daha önce adını duymuştum. Emre Aköz, Bahaeddin Bey hakkında birkaç yazı yazdı. Hadi Bey’in Bahaeddin Bey’in dostu olduğunu biliyordum, not almıştım. Önce çok teşekkür etti, memnun oldu, “Bahaeddin Bey’i andığınız için çok teşekkür ediyorum. Ben de gelmek isterdim ama çok yaşlıyım. Seksen yaşındayım. Evim de uzak. Ama inşallah bir başka zaman bir araya geliriz.” dedi. Telefonda birkaç şey sordum. “Ben edebi yönünü bilemem, ama insan olarak mükemmel bir insandı. Benim yakın dostumdu. Benim birçok yönümü törpülemiştir. Bana çok faydalı olmuştur.” dedi. Böyle güzellikle yad etti, çok da memnun oldu. Hepinize selamları var. Şimdi Tufan Bey’i dinleyeceğiz. Tufan Bey Fena İhtiyatlarla Mücadele Derneği’nin başkanı. Hocam kabul ederse bu dernek hakkında en yakın zamanda bir mülakat yapmak istiyorum. Zannediyorum 1960’larda kurulmuş. İnşallah o derneği bir gün burada konuşuruz. Zat-ı alinizi de misafir ederiz. Şimdi Bahaeddin Bey hakkındaki duygu ve düşüncelerinizi dinleyelim.Bahaeddin Özkişi program notlarına yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz. Bahaeddin Özkişi program notlarına yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz...

Çanakkale’ye iki otobüs ziyaretçi gidermiş ...


Bahaeddin Özkişi konferansının notlarına dünkü kaldığımız yerden devam ediyoruz.


Tufan Baran: Muhterem hazirun! 36 yıl sonra çok kıymetli ve değerli bir mütefekkiri muhterem zevcelerinin, akraba-i taallukatının, Mehmet Nuri Bey’in riyasetinde bütün eş ve dostlarının, ahbaplarının bizi bir araya getirmesi dolayısıyla sizlere de, onlara da, teşrif buyuranların hepsine teşekkürlerimi sunuyorum. İnsanların unutulmaması lazım. Bir filozof diyor ki: “Bir insanı en son anan kişi öldüğü zaman o ölmüştür.” Yani isminden bahsedilmesi bittiği zaman. Şimdi çok güzel bir faaliyet var. Zaman zaman bir araya geliniyor. Kendisiyle ilgili çalışmalar yapılıyor, konular ortaya konuluyor, mesela bir Peyami Safa’nın ben anıldığını hiç işitmedim. Namütenahi eserleri var. Hem filozofik, hem psikolojik, hem de Cingöz Recai adıyla yazdığı namütenahi eserleriyle vs. hiç anılmadı. Halbuki Peyami Safa büyük bir üstad yazardı, büyük bir mütefekkirdi. Kendisini biz 1961’de Demokrasi Fikir Kulübü’nü kurduğumuz zaman yatalak bir hanımefendi Cağaloğlu’ndaki bir handa bize bir yazıhaneyi telefonuyla beraber tevdi ettiler. Ama Peyami Safa daha hala anılmıyor.
Mehmet Nuri Yardım: Hocam! 15 Haziranda ESKADER yöneticileri andı, Mehmed Niyazi Bey’le beraber mezarlığa gittik, Peyami Safa’yı da unutmadık.
Tufan Baran: Şimdi Niyazi Bey harika bir insan. o kadirşinaslığın, vefakarlığın bir örneği. Dolayısıyla onu da hayırla yad ediyoruz. Allah ona da sıhhat, afiyet nasip etsin, uzun ömürler versin. Çanakkale Mahşeri’yle Çanakkale’ye namütenahi insanın akmasına vesile olmuştur. Eskiden Çanakkale şehitlerinin anılmasına aşağı yukarı bir-iki otobüs giderdi. Bir Çanakkale Milletvekili televizyonda anlattı, dedi ki: “ Her cumartesi - pazar 200 araba geliyor.” Bu da Çanakkale Mahşeri’nin meydana getirdiği revaçtandır.
Mehmet Nuri Yardım: Plevne diye bir romanı daha basıldı. Birkaç hafta önce buradaydı, o eseri anlattı.
Tufan Baran: Bahaeddin Özkişi dediğimiz zaman soyadının üzerinde durmamız gerekiyor. Özünde kişilik olan şahsiyet. Onda ne gibi özellikler keşfettiniz diye soracak olursanız bir yalan söylemeyen bir insan, beraber bulunduğumuz süre içerisinde kesinlikle yalan söylemeyen bir insan olarak hafızamızda yer etti. İkincisi sözünde duran bir insan. Mesela pazar günü saat ikide şu yerde buluşalım dersek oraya on dakika önce geliyor. Biz ikide gidiyorsak o on dakika orada bekliyor. Tam ikide hareket edelim ordan nereye gideceksek diye. Emanette riayette hiç kusuru yok. Yani Peygamberimizin münafıklık işareti olarak gördüğü özellikleri muhitinden uzaklaştırabilmiş bir insan. Karakter dediğimiz çok önemli bir şey. Biz bu özellikleri kendisinde müşahede ettik. İnsanlar başkalarına hizmet ettiğinde hiçbir zaman kendilerini küçültmezler.
Cafer-i Tayyar’ın başkanlığındaki heyet Habeşistan’a gitmişti. Necaşi’den iyi itibar gördüler. Peygamberimizin daveti üzerine Medine’ye döndüler. Bunun üzerine Necaşi, Peygamber Efendimiz’in nasıl bir insan olduğunu tetkik etmek üzere bir heyet gönderdi. Peygamberimiz onlara ikramda bulundu, sofrada havlu tuttu, ellerine su döktü. “Sen bu kavmin efendisi değil misin?” dediler. “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” dedi. Bahaeddin Özkişi bu özelliklere vakıftı. Dolayısıyla hizmet ehliydi, hizmet ediyordu, çok değişik vasıfları vardı. İnsanlar bir aradayken birbirlerini pek teşhis edemiyorlar. Ancak insanlar birbirlerinden ayrıldıkları, ebediyete intikal ettikleri zaman “O nasıl bir insandı?” diye analize başlıyorlar. Dolayısıyla bu analizler bizde bir edebiyat dahisinin kaybolduğu intibaını uyandırıyor. Mesela Sokakta çok muazzam bir eser. Burada o kadar önemli hususlara temas ediyor ki. Mesela bir çamaşırcı kadının kızının, bir mülazımın batılılaşmaları sebebiyle meydana gelen skandal ve felaketleri iyice tahlil ediyor. İnsanların emniyete şayan kimseler olmaları üzerinde duruyor. Mesela “İnsanlar zevsin içine şeytanı sokmuşlar, zevs kılığında şeytanın emrine girmişlerdir. Sonra zevsin yerine Tanrı para oldu, şeytan paranın içine girdi.” diyor. Yani bu analizi yapabilmek, bu tespitte bulunabilmek için dahiyane fikir taşıması lazım bir insanın. Bunun vecize haline gelmesi lazım. Paranın içine girmiş olan şeytan kendisine taptırıyor.
Benim birçok yerde Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış bir arkadaşım söyledi. “Biz Alparslan Türkeş’e gitmiştik. Alparslan Türkeş bize dedi ki: Arkadaşlar! Üç kitabı okuyacaksınız. Birincisi Köse Kadı ve onun devamı olan Uçtaki Adam, ikincisi Babürname, üçüncüsü Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları. Bu üç kitabı muhakkak okuyun.” dedi. Milli Eğitim Müdürü de “Yav bu Bahaeddin Özkişi kim?” dedi. Etrafa şerha şerha yayılan bir fikrin temsilcisi idi.


Kendisinin çok güzel hatıratları da vardır. Göç Zamanı’nda anlattığı bir olay kendi hayatıyla ilgilidir. Pederleri Demircili Ömer Lütfü Efendi. O zaman da ilkokula gidiyor bu. 50’den önceki inkılabın en şiddetli olduğu dönemler. 23 Nisan’ı anlatıyor, diyor ki: “Ben arkadaşlarla hocalar arasında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorum. Benim babam hem Silivri Müftülüğü yapmış, hem de Nakşibendi şeyhi. Ben onun evladıyım diye benden kaçıyorlardı. Benim kendimi kabul ettirmem için bir şey yapmam gerekiyor. Babamın sarığını, tespihini çaldım. Tiyatroda oynadım.” Ama daha sonra vicdan azabı çekmiş. İnsanların şahsiyeti çok değişiktir. “Babam vefat etmeden önce bizim eve namütenahi müridi gelirdi.” O zaman Müftülerin aldığı maaş çok cüz’iymiş. Ama babası yine de çorba kaynatırmış. Helva yapılır, çorba yapılırmış. Gelenler ondan müstefid olurlarmış. Fakat peder öldükten sonra kırk gün kapılarını kimse çalmamış. Kırk günden sonra Baş müritlerinden biri annesini istemeye gelmiş. Emin kişi olabilmek çok önemli.
Bahaeddin Özkişi çok genç vefat etti. Emekli de olmuştu. Ali Cano’nun sınıf arkadaşıydı. Ali Cano Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürü. Emekli olduktan sonra Tophane’den Çırak Okulu’nda öğretmenlik yapmasını istediler. Bir taraftan kitap yazıyor, bir taraftan maketler yapıyor, bir taraftan bizim oraya geliyor. Bir toplantıda Bayram Yüksel “Sizden hiç bahsetmemişti.” dedi. O mütevazı bir insandı. Ben orda da vardım, burada da vardım demez. Nam ve şöhret peşinde olan bir insan değil. Bugün insanlar bir para için yaşıyorlar, iki şöhret için yaşıyorlar, üç mevki için yaşıyorlar, dört şehvet için yaşıyorlar. Bu vahşi kapitalizmin hakimiyetidir. Sokakta romanında harika tahlil ve tespitler yapmıştır. Hep kökün üzerinde duruyor. Kökümüzü kaybetmeyeceğiz. En düşman olduğum şey bir yerin istimlaklarla yıkılmasıdır. Çünkü bozulma ordan başlıyor. Sokak gider. Şimdi mahalle baskısı diyorlar. Mahalle kişileri her türlü baskıdan korur. Mescit, türbe mahallenin manevi sahipleridir. İstimlakları yaptırmamak lazım. Bugün Camiler artık süs haline gelmiştir. Etrafında mahallesi, cemaati yok.
Osman Akkuşak: Sokakta’da bir ifade dikkatimi çekti. “Sokak, milletimizin müdafaa edeceği yerlerden biridir.” Bu mealde. Bir derneğin mensubu olan gençler şöyle bir bildiri dağıtmışlar. Trabzon ahalisi bunların bildiri dağıttığını görünce kovalamışlar. Hatta bir iki pataklamışlar galiba. Bizim Sorumlu Müdür var, Mustafa, Trabzonlu, ona dedim ki “Bu Trabzon’u öyle bir seviyorum ki. Trabzon şehirlerimiz içinde en sağlam şehir hüviyetini taşıyor.” O da “İyi ama Osman Ağabey! Hürriyeti yok mu insanların?” Ona dedim ki: “Millet, memleket aleyhinde şeyler olursa ona engel olmak kanunun vazifesidir.” Beyoğlu’na çıkıyorsunuz. Kavgalar, dövüşler. O dernek yürüyüş yapıyor, bu dernek yürüyüş yapıyor. Bunlar hürriyetin tezahürü ama kanunları çiğniyorlar. Sağı solu yakıyorlar, yıkıyorlar, hadi diyelim Beyoğlu kolektif bir sokak. Kanun kuvvetinin bunları önlemesi lazım.
Tufan Baran: Bundan 12-13 sene evvel Ankara’daydım. Nevzat Köseoğlu’yla görüşeceğiz, ona gittim. İlk Bahaeddin Bey’i onlara ben göndermiştim. Ondan bahsettik. “Ne zaman geldin?” dedi. “Dün akşam geldim.” dedim. “Yav keşke gelseydin. Türk Ocağı Vakfı dün akşam Bahaeddin Özkişi’yi andı.” dedi. Onun hatırasını yadedenler var. İnşallah devam eder. Eğer yaşasaydı çok büyük işler yapma imkanı olacaktı. Çok büyük planlar yapıyordu. Kısa bir rahatsızlıktan sonra rahmete kavuştu. Allah gani gani rahmet eylesin.
Lütfü Yılmaz: Ben de Bahaeddin Ağabeyimizi dernekte tanımıştım. 5-6 yıl beraber olduk. Ben de 69 itibariyle dernekle beraber oldum. Ben kendisini büyük ruhlu bir insan olarak tanıdım. Ahlak ve maneviyat dolu zenginliği olan bir insandı. Yalnız kendisini hiç göstermiyordu. Geç vakte kadar otururduk. Orası bir diyalog meclisiydi. Gizli bir hazineydi. Allah rahmet eylesin. Ruhu şad olsun.
Halit Köseoğlu: Rahmetli benim dayımdı. O vefat ettiğinde ben 16-17 yaşındaydım. Bizim iki dayımız var. Diğeri yumuşak, bu daha disiplinli. 47 yaşında vefat etti. Daha çok yaşasaydı daha çok eser meydana getirirdi. Kendisi devlet memuru olmasına rağmen dışarıdan iki tane ailesi vardı, onlara yardım ederdi. Bir akşam namazı vakti komaya girdi. Hastanede 10 gün kadar yattı, ondan sonra vefat etti.
Fatma Özden Hanımefendi ( Eşi ) : Söylemek istediklerimi atlamamak için yazdım. Mehmed Bahaeddin Özkişi’nin 36. sene-i devriyesinde yakınları, akrabaları, tanıyanları, sevenleri, bütün dostlar hoş geldiniz! Yine bırakmadınız, yıllardır unutulmadı, unutulmasına fırsat vermediğiniz için teşekkür ederim. Romancı, hikaye ustası Özkişi’nin bundan önce de dostlarının tertip ettiği anma programında tanıyanlar anlattı. Onlara da teşekkür ederim. Özkişi’nin okuyanların ruhlarına işleyen, onları kanalize edebilen eserler vermiş olması, bugüne kadar 36 yıl sonra hala hatırlanması bizi onurlandırıyor. Kitaplarını okuyan bir Öğretim Üyesiyle konuştum. Birlikte dinleyelim:


Ben, arkadaşlarım gençlik yıllarımızda Bahaeddin Özkişi’yi çok okuduk. O bizim için yol göstericiydi. Yurt sevgisini, onu sahiplenip korumamız gerektiğini bizleri milli hisler güçlendirerek o öğretti. Biz onu ağabeyimiz kadar kendimize yakın hissettik. Memleket sevgisini öylesine perçinleştirdi ki canımızı pervasızca vatan için feda edebilecek duruma geldik. Onun aşılarıyla vefa ve vazife borcu olarak öğrencilerimize, çocuklarımıza vatan sevgisini öğretiyoruz.” Özkişi sadece eserleriyle değil karakteriyle de değerliydi. Bizler gördük, tanıştık, yaşadık. Torunları göremedi. Geçmiş bir anma programının ardından ilk torunum elime yazılı bir kağıt tutuşturdu. O gün hiç görmediği dedesini çok özlemiş. Dayanılmaz bir hasret duymuş. Keşke görebilseydim demiş. Kaleme sarılmış, dedesini sevenler çok. Övgü dolu birçok konuşma dinledik. Yazı okuduk, ama şimdiye kadar ne yetişkin ne çocuk denecek kadar genç biri onu hatırlamayı böyle manzum olarak dile getirdi. O hissiyatını düzyazıyla değil, manzum olarak ifade eder. Yaşına göre duygularını iyi hissettirebilmiş dizelerine. Canım yavrum, ilk torunum! Annesinin babasız büyümesi onu o kadar çok etkilemiş ki kendi dedesizliğinin hüznünü içinde büyütmüş. Duyguları manzum olarak yazıp bize de hissettirdi. Okudum, duygulandım, çok genç torunumun 14 yaşındayken yazdığı manzumeyi sizinle paylaşmak istedim. Eğer kabul ederse kendisi gelsin.
( Torun okuyor)
Dizelenir yapraklar sonbahar gelince
Dökülür boynu bükük usulca yerlere
Sessiz gemi ne de erken uğramış bize
Rabbim tanıştırdı dedemi Azrail’le.
Yokluğunla ah sensiz geçen on sene
Özlemin kalbimizin en derin yerinde
Dünyada tadamadım ben dede sevgisini
İsterdim hissetmeyi bir kere bile.
Yaşamış gibiyim adeta hep seninle
Seyrettiğim birkaç siyah beyaz resminle
Keşke diyorum olmasaydı da varım yoğum
Tanışabilseydim ah canım dedem benim.
Yokluğun ebediyen kalacak hep kalbimde
İçimde söküp atamadığım bir ukde
Gözlerim arıyor, nerelerdesin dede?
Herkes burada eksiksin bayramda, kandilde.
Hep yanımda olsan da sarılsam boynuna
Öpsem ellerini, gülümsesen yüzüme
İstemezdin değil mi bırakıp gitmeyi?
Ah dedeciğim! Dönüşü olmayan yere.
Anneannem diyor tanısaydın dedeni
Anlardın bunca yıl neden ağladığımı
Fatma Özden Hanımefendi: Özkişi’nin ani vefatı bizi acılara garketti. Hayatımız allak bullak oldu. Öyle derinden sarstı ki bir anda neye uğradığımızı şaşırdık. Ahirete göç kaçınılmaz bir son. Giden memnun mu, değil mi bilinmez. Ama dönene hiç rastlanmıyor. Hepimiz kendimize biçilen nefes sayısını tüketeceğiz. Kimine az, kimine çok. Özkişi’nin vefatıyla üç kişilik çekirdek ailede iki kişi kalmıştık. Benle korumaya, sevgiye, şefkate muhtaç dört yaşında bir kız çocuğu. Kızım! Onu yetiştirirken iğneyle kuyu kazar gibi çok emek verdim. Hiç onu kırmadan, bir fiske vurmadan yetiştirdim. Kızım Zeynep büyüdü. Gelin oldu, eşi Selman Demir. Birbirinden güzel torunlarımız teker teker dünyaya geldikçe benim de gönlüm şenlendi. Her biri ayrı ayrı beni hayata bağladılar. Büyük torunum Elif, Sena, Mehmet Bahaeddin. Büyük torunum Elif de evlendi. Onun da nurtopu gibi birçocuğu oldu: Muhammed Eymen. Yavrumun yavrumun yavrusunu gördüm. Kucağıma aldım. Seviyorum, seviliyorum, çok mutluyum. Dünyamıza hoş geldin bebeğim, hoş geldin delikanlı! Özkişi bu tabloyu göremedi. Göç Zamanı adlı kitabında olduğu gibi münadi ona 10 Kasım 1975’te “Gel.” dedi. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin. Amin.
Mehmet Nuri Yardım: Yazı yazarken nasıl bir halet-i ruhiye içinde olurdu?
Fatma Özden Hanımefendi: 69’da evlendik. Daha ilk günlerden itibaren hikayelerini bana okudu. Çok muvafık olduğunu söyledim. Çok da beğendim. “Peki, neden devam etmedin?” dedim. “Düşünce silsilem kayboluyor.” dedi. “Yazdığımda düşünceler inkıtaa uğruyor.” Ben de ona “Sen söyle, ben yazayım.” dedim. Ben çok süratli not tutarım. Kendi kendime birtakım rumuzlarım vardır. Bir gece oturduk, o dedi, ben yazdım; o dedi, ben yazdım. Akşam 9 ile 12 arasında. Biz böylece dört sene yazdık. Hiçbir gezmeye gitmeden 4 kitap yazdık. Bir tek kelimesine ben ilave yapmadım. Ama ancak böyle bir emekle çıkabilir.
Mehmet Nuri YARDIM: İnsan olarak nasıldı?
Fatma Özden Hanımefendi: Yeğeni asabi olduğunu söylemişti. Ama bizim 6.5 sene bir tek münakaşamız olmadı. O asabiyetini ben hiç görmedim. Ama ailesinde, arkadaşlarında asabiyeti çok görülmüş. Üniversitede çok görülmüş, kıyametler koparırmış. ESKADER'in Timaş ile birlikte düzeleği Bahaeddin Özkişi programında konuşulanları M. Sait Fidan kayda geçirdi. 05.12.2011 http://www.dunyabizim.com/





































16 Mart 2009 Pazartesi

Milliyetçi Ülkücülerin Birliği



Tarihin gözleri


.


ülkücülerin üstündedir.


.


Ülkücülerin


.


yeni bir heyecan,


.


umut ve gelecek


.


talep etmelerinin


.


tam zamanıdır.


.


Bütünleşmek için


.


herkes


.


elinden geleni yapmalıdır.


.







Uzay geometrisinde “üç nokta bir düzlem meydana getirir” diye bir teorem vardır. Gerçekte üç nokta bir düzlemi, dört bacak bir koltuğu ayakta tutar. Zaman zaman iki ayağa dayalı hatta bir ayakla ayakta durmaya çalışanlara da rastlamak mümkün olabilmektedir. Ancak bunu olağanüstü kabiliyetli cambaz diye nitelenebilecek kişiler yapabilmektedir. Mevcut dengeleri ve fırsatları çok iyi kullanarak ayaksız da ayakta kalabilmek bazen mümkün olabilmektedir. Kendi ayağı olmadan bir insanın ya da siyasi yapının ayakta durabilmesi sürekli başkalarının şu veya bu sebeple yapacağı fedakarlığa bağlıdır. Ayakta durabilmek için başkalarının ayaklarını kullananlar onların ayakları çökünce düşerler. En iyisi kişinin kendi ayakları üzerinde durmasıdır. Bir siyasetçinin bilerek ya da bilmeyerek kendini iktidara taşıyacak ayakları kesmesi siyasi intihar olur. Siyasi partiler çoğu zaman -hem de farkında olmadan- kendi siyasetleri aleyhine edindikleri alışkanlıklar sayesinde iktidar dışı kalırlar.Siyasi dağınıklık rakip partilere fırsat verir!“Bir olalım, iri olalım, diri olalım” diye bilgeler boşuna söylemiş olamazlar. Birliği bozduğunuzda önce dirliğiniz yok olur, daha sonra da iri kalamazsınız, ufalırsınız. Birlik ve bütünlük içinde başarılabilecek bir iş ya da siyasi faaliyet bölünerek, parçalanarak yapılmaya kalkılırsa eşyanın tabiatına aykırı davranılmış olur. Güç bölündükçe küçülür, küçüldükçe de güç olmaktan çıkar. Karşınıza blok halinde çıkacak olanlar sizi “ayır-buyur” yöntemine bile başvurma gereği duymadan iktidar dışı bırakırlar. Bunun adına da göz göre göre siyasi intihar denir.Bir siyasi hareketi mahvedecek tek şey inancını yitirmiş bireyler ile birbirine karşıt olduğu görünümünü veren mensuplarıdır. Dışarıdan çok içerisiyle, rakiplerinden çok mensuplarıyla uğraşmak zorunda kalan bir partinin siyasi hezimet yaşaması için başka bir şey yapmasına gerek yoktur.Diğer yandan bir siyasi parti, rakiplerine dağınık ve dargın insanlardan meydana geldiği görüntüsü verdiğinde rakip siyasi partilerin iştah ve ihtiraslarını tahrik etmiş olur. Derhal o siyasi parti üzerinde stratejik entrikalar devreye sokulur. Dağınıklık operasyon için rakibe hem fırsat hem de imkân yaratır.Milli-Milliyetçi-Ulusalcı aktörleri güçten düşürmek!Bu nedenle hedef haline gelmiş olan siyasi hareketlerin mensuplarının aşırı derecede egolarını uyarmaya ve tutkularının kölesi ya da dağınık olmaya hakları yoktur. Yanlış sonuç üreten (iktidar dışı bırakan) hiçbir neden haklı görülemez. Bir davanın, yetkili ya da yetkisiz mensupları “biz haklıydık”, “yetkililer yanlış yaptı” bu yüzden başarısız olundu, diyemez. Diğer yandan Türkiye’deki siyaset üzerine yapılan hesaplara bakıldığından durumun nereye gittiği de bellidir. Örneğin CHP’nin eski genel başkanı Baykal, doğal olmayan yollarla koltuğunu kaybetti. Saadet Partisi, Kurtulmuşçu ve Erbakancı olarak ikiye bölündü. Ülkücüler “eski-yeni”, “sivil-resmi”, “bağımlı-bağımsız” olmak üzere kategorileştirildi. Bütün bunlar Milli/milliyetçi/ulusalcı” aktörleri güçten düşürmeye yönelik uluslararası operasyonlardır. Soros/Obama/AB ve işbirlikçilerinin oyununa gelinmemelidir.Durum ülkücüler yönünden çok daha dramatiktir. Bilindiği gibi ülkücüler 1980 öncesi ideolojik, 12 Eylül döneminde askeri, Özal döneminde ahlaki, AKP döneminde ise siyasi linçe tabi tutulmuşlardır. Yaşanan travmalar kolay atlatılabilecek türden değildir. Hasarın büyük olduğu doğrudur. Ancak bütün bunlar bir araya gelememenin daha doğrusu iktidar olamamanın mazereti de değildir. Tarihin gözleri ülkücülerin üstündedir. Ülkücülerin yeni bir heyecan, umut ve gelecek talep etmelerinin tam zamanıdır. Bütün bunlar bir araya gelmeyi ve düşülen yerden ayağa kalkmayı şart kılıyor. Bütünleşmek için herkes elinden geleni yapmalıdır. Kötü gidişi tersine çevirmenin başka yolu kalmamıştır!
Özcan YENİÇERİ 11.10.2010 YENİÇAĞ