.

.








2 Mart 2009 Pazartesi

GALİP ERDEM’DEN ÖZLÜ SÖZLER


Hepimizin bildiği, yine de çoğumuzun unutur göründüğü bir gerçeği hatırlatmanın tam zamanıdır. Milletimizin düşmanları, hem sayıca çokturlar, hem de güçlüdürler. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı düşünürken, aklımızdan hiç çıkmaması gerektiği halde, düşmanlarımızın varlığını ve gücünü hesaba katmıyor gibiyiz. Unuttuklarımız arasında varlığımızın başlıca şartı saydığımız «MİLLÎ BİRLİK ve BERABERLİK» en başta geliyor.
* * *
Özüne yabancılaşan bir milletin hiçbir sahada ilerlemesinin mümkün olmadığını unutmayız. Teknik gelişmeleri benimserken, millî kültürümüze bağlanmanın bir milliyetçilik şartı olduğunu, en ziyade kalkınmış ülkelerin, millî kültürlerinden kopmadıklarını biliriz.
* * *
Horlanan değerlerimizin başında, hiç şüphesiz Türkçemizi ele almak zorundayız. Türk dili, batı dillerinin istilâsına uğramıştır. Öyle ki Cumhuriyet öncesinin yanlış tutumu, Arapça ve Farsça kelimelerin dilimize doldurulması büyük bir şuursuzluk örneği olarak gösterilirken, batı dillerinden gelen binlerce kelime hiç sıkıntı çekmeden ve maalesef çoğu zaman yetkili makamların yardımı ile dilimize yerleşmiştir. Kesin bir rakam vermenin imkânsızlığını belirttikten sonra, 900 yıl boyunca Türkçemize giren yabancı kelimelerin sayısı, Cumhuriyet dönemi içinde alınan ve resmî yazışmalarda kullanılan kelime sayısından çok fazla değildir. Türkçemiz, sorumluların niyetini münakaşa etmeden söyleyelim: Halkın dili olmaktan çıkmış, Osmanlı çağı dilinin «Avrupacası» haline gelmiştir.
* * *
İkibin yıllık bilinen millet hayatımızın her döneminde yalnız askerlik sahasında değil, ilim ve kültür, sahasında da büyüklüğümüzü tanımanın gururunu taşıyoruz. Batı kültür değerlerinden çoğunun, milletimize ters düştüğünü bilmekteyiz. Ahlâk ve faziletimizi kaybetmemek için özümüze yabancılaşmamak zorundayız.
* * *
Türkçülük ülküsü, teb'a ve din birliğinin yalnız başına artık önem taşımadığını, millet birliğinin diğer bütün değerlerin üstüne çıkarıldığını görmekten, yaşamaktan ve denemekten doğmuştur.
* * *
Bulgar devletini Bulgar Türkleri kurmuştur. Ancak İslâv çoğunluğu arasında erimiş, hem dillerini, hem de fizikî özelliklerini kaybetmişlerdir. Belki tuhaf gelecek ama, en doğru ifade, bugünkü Bulgarlar'ın aslında Bulgar olmadıklarıdır!
* * *
Milletler, meydana geliş dönemlerinde belli bir ırk temeline dayanmalarına rağmen, başlangıçtaki ırk birliğini koruyabilmişler midir? Kesin bir hükme varmanın yanlış ve sakıncalı tarafları olacağını hiç unutmamakla beraber, tarihin öğrettiklerine bakarak, şunu söylemek gerçeğe en ziyade yaklaşan bir görüştür: Millet hayatının özellikleri başlangıçtaki ırk birliğinin korunmasına, hele tam bir saflıkla korunmasına imkân vermez. Şu veya bu ölçüde bir karışma önlenemez. Çünkü her millet, tarih sahnesine çıkmasından itibaren, yakın komşularından başlayarak, birçok milletle ilgi kurar.***
Türk Milliyetçileri kültür değişmelerinin kaçınılmazlığını bildikleri gibi, kültür sahasındaki gelişmelere de elbette taraftardırlar. Ancak millî kültür mayamızın korunmasını, daha yüksek kültür değerlerine ulaşmanın öz kaynaklarımızı geliştirme şartına bağlı olduğunu unutmazlar. Kültür değişmelerinin, milletimizin ve insanlığın kültürüne hizmet açısından bakılınca, tek taraflı değil, karşılıklı bir alıp verme şeklinde olması gerektiğine inanırlar.
* * *
Biz yeryüzündeki bütün Türklerin tek bir millet olduklarına inanıyoruz. Canımız öyle istediği için değil, millet adını verdiğimiz içtimaî birliklerin yapısı öyle emrettiği için.
* * *
Türk Milliyetçilerinin pek çoğu, Tutsak Türk illerini görememiştir. Ama kocaman mesafeler, hayallerimizin hiç durmadan beslediği özlemleri asla yenemez. Semerkand'ı, Ötüken'i, Taşkent'i, Bakû'yu, Tebriz'i, Kerkük'ü, Üsküb'ü ve diğerlerini görmüş gibiyizdir; öylesine içimizdedirler. Alma-Atadan Kayseri'ye, Filibe'den Kars'a uzanan gönül bağlarının hazzını yaşarız.
* * *
Tuna'nın, Sakarya'dan farkı mı vardır? Tanrı Dağı, Ağrı'dan daha uzak değildir! Balkanlara gider de «Akıncı cetlerimizin ihtirasını duyamazsak» yaşadığımızdan ne anlarız?... Öfkeli çehreler, çatılmış kaşlar, suçlayan bakışlar! «Efendi, önce Türkiye'yi sev, Türkistan'ı sonra seversin!» Bendenizin cevabı «Sen de önce babanı sev, ananı sonra seversin!» Gönül fukaralığı neyse ne ama, akıl kıtlığına düşen kullarını Tanrı korusun!
* * *
Türk Milliyetçiliği, ırkçılık temeline dayanan bir dünya görüşü değildir. Başlıca; dil tarih ve kültür anlayışına bağlıdır. Yalnız böyle bir hükümden, milletimizin meydana geliş çağındaki ırki mayamızı ve hele, soy birliğini küçümsediğimiz bir manâ asla çıkartılmamalıdır..
* * *
Demokrasi, hürriyet ve değerli sayılan diğer bütün mefhumlar, milletimizin yükselmesine ve güçlenmesine yardım ettikleri sürece saygı görürler. Fakat nifak tohumlarının yeşermesine müsait bir zemin haline gelirlerse, itibarını yitirmekten kurtulamazlar.
* * *
Yarın, seçim zamanı, milletin huzuruna, tıpkı benim gibi, utanarak çıkacaksınız. Artık, «Oylarınızı bize verin, her istediğinizi yapalım;» diyemeyeceksiniz. Deseniz bile, söylediğinize önce kendiniz inanmayacaksınız. Evet, itirazlarınızın hepsi yerindedir. İlk bakışta, «Eksik olsun böyle siyaset» diyerek, milletin müşfik sinesine dönmek en iyisi gibi gelir. Sırf şahıslarınızın şerefini korumak açısından bakıldığı zaman, en haysiyetli davranış gerçekten budur. Ama unutmayınız ki; asıl sahibine teslim edeceğiniz iktidar emaneti, belki iyi niyetli, fakat hiç şüphesiz sizden daha acemi ellere düşecektir. Çok kısa bir zaman içinde tökezleyip; yerini vermek üzere, bir başkasını arayacağı yahut milletçe yıkılacağı da doğrudur. Ne var ki, o çok kısa müddet zarfında. Türkiye'miz çok büyük şeyler kaybedebilir. Hepinizi, fedakârlığa davet ederim. «Kayıtlı ve şartlı» bir hâkimiyete razı olunuz.
* * *
Milletinize, bazı sahalarda belli kuvvetlerden izin istemeğe mecbur kalsanız bile, hizmet etmeğe devam ediniz. Sabretmesini bilirseniz, «Kayıtlı ve şartlı» hâkimiyeti «Kayıtsız ve şartsız»a çevirebilir, millî iradenin gücünü yüz yıllardır özlenen seviyeye çıkarabilirsiniz. Yeter ki, daha çok çalışın. Milliyetçiliğinizin inkâr edilemez örneklerini bol bol sunun. Milletin dertlerine çâre arayın. Gayretleriniz menfaatlarınızın korunmasına değil, milletimizin refah ve saadetine dönük olsun.
* * *
Ve en önemlisi; Türk'ün varlık davası dışında kalan meseleler yüzünden - bugünkü gibi- sonunda uzlaşmak zorunda kalacağınız kuvvetlerle karşı karşıya gelmeyin. Amma, kim olursa olsun, millî varlığımızı tehlikeye atan bir davada çatışırsanız, işte o vakit asla geri dönmeyin. Bugün iradenizi önlemek isteyen kimselere güceneceksiniz, yalnız, katiyen husumet duymayacaksınız. Çünkü onlar da, nihayet, bu aziz toprakların çocuklarıdır. Hata edebilirler. Sizin de çok hatalarınız olmuştur.
* * *
Yüreğinizdeki millet sevgisini, imkân buldukça, önünüze dikilenlere de açınız! Türk ordusunu, kuvvetinden çekindiğiniz için değil, milliyetçilik öyle emrettiği için seviniz. Onlar da sizi sevmeğe başlayacak ve millî hâkimiyeti temsil hakkında doğan gücünüze, şaşmaz bir sevgi göstermeyi öğreneceklerdir.
* * *
Fikir ayrılıklarının düşmanlığa dönüşmesine izin verilmez! Milletin varlığını kıyamete değin sürdürmek ülküsü, cümle hakların üstünde kutsal bir vazifedir.
* * *
Bir millet ancak sınır boylarında dövüşür; vatanın, imanının, soyunun düşmanlarına karşı dövüşür. Kardeş kavgası başlarsa kimin haklı olduğunu araştırmanın bile bir değeri kalmaz. Milliyetçilik iddiasını güdenler, kendi hesaplarına zararlı sonuçlar verse de, gittikçe büyüyen düşmanlığı önlemeğe mecburdurlar.
* * *
Milliyetçiliği zararlı sayan ve millet birliklerinin ortadan kaldırılmasını isteyen ideolojiler bile; kitaptan hayata, nazariyeden uygulamaya geçilince, başarısız kalmış; millet sevgisinin büyük gücüne yenilmişlerdir. ****Allah şahittir ki, bilmem ne adasından da, darağacından da korkmuyorum; yalnız, sevgili Türkiye'me zarar gelmesinden korkuyorum. Gerçi demokrasiye bağlıyım, yaşamasını isterim; hürriyetimi de severim. Ancak milletimi, hepsinden çok severim
* * *
Memleketimin selâmetini demokrasinin nimetlerinden; milletimin istiklâlini, hürriyetlerin hazzından ve iktidar koltuğunun sıcaklığından, bin kerre üstün tutarım.
* * *
Küçümseneyim, kötüleneyim, hatta lanetleneyim ne çıkar; yeter ki, vatanımın gül yüzü solmasın, dostları ağlamasın, düşmanları gülmesin.
* * *
Bence, tek bir Türk'ün haksız yere dökülecek kanı, demokrasi adına yazılmış bütün kitaplardan daha değerlidir. ***
* * *
Ve elbette öyle bir gün gelecektir ki; «Milletin iradesine, -en beğenmediğimiz bir konuda tecelli etse bile-, saygılı olmanın fazileti mutlaka öğrenilecektir.
* * *
Türklüğe kötülük edenlerle elbette dövüşülecektir. Ama neyin, hangi fikrin ve nasıl bir davranışın kötülük olduğunu, hiç kimse keyfine göre tesbit edemez. Türklüğe kötülüğün gerçek ölçüsü, - çağımız şartlarının Türk gözüyle incelenmesinden, - üç bin yıllık tarihimizin emrettiği icaplardan, - dünyadaki yerimizin manasını bilmekten geçer



GALİP ERDEM


”İç Türklere rağmen Milliyetçi,
dış Türklere rağmen Turancı,
Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan,
ülkücüdür!”


Milliyetçi Hareket'in tarihindeki dar zamanlardan birisini oluşturan 12 Eylül döneminde milliyetçi gençlerin yardımına koşarak eşsiz bir vefa ve samimiyet örneği sergileyen Galip Erdem, Ülkücü Gençliği hayatın tuzaklarına karşı uyarmayı kendisine görev bilen merhum Galip Erdem'i ölümünün 13. yılında rahmetle anıyoruz.
Ruhu şad mekanı cennet olsun.
Rahmetli Galip Erdem Ağabeyimizin aziz hâtırasına:
”İç Türklere rağmen Milliyetçi, dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”
“Ülkücülük” kavramı bugünkü anlamını kabaca, 1969’dan sonra kazanmaya başladı.
Bazıları bunu birkaç yıl geriye bazıları ileriye götürecektir. (Daha ziyade ileriye...) “Ülkü”, muhakkak ki çok önce Türk Milliyetçiliği’nin kelime hazinesinde vardı. Belki de, “kızıl elma” kavramıyla yaşdaştır. Atsız Bey’in makalelerini topladığı ve uzun yıllar ders kitabı gibi okuduğumuz eserinin adı “Türk Ülküsü”dür.[1]
Yanılmıyorsam 1969’da, Türkiye’ye yönelen Sovyet saldırısına karşı Ankara’da KÜBİTEM (Kültür Bilim ve Teknik Merkezi) kuruldu. 1970’lere damgasını vuran yayınların, elit örgütlenmenin merkezinde bu kuruluş vardır. Stratejisinde, çeşitli kesimlerdeki Türk Milliyetçilerini ayrı ayrı teşkilatlandırmak vardı. KÜBİTEM’in her çekmecesinde yeni kurulan veya kuruluş safhasındaki bir derneğin evrakı bulunurdu. Bu çekmecelerden biri, “Ülkü Ocağı”nınkiydi. Kim tahmin ederdi ki, on yıl içinde bu çekmece bütün ülkeyi kavrayacak, hattâ yurt dışına, önce Avrupa’ya, daha sonra da Asya Türk yurtlarına uzanacak.
Bu çalışmalar her gün, bütün gün sürerdi. Bazen geceler, bazen sabahlardık. Fakat ilk arada gittiğimiz, fikir problemlerimize çözüm aradığımız ve moral bulduğumuz bir mekân vardı: Hafta Sokak’ta Galip Erdem Ağabey’in evi. “Yaşayan ansiklopedi”, “ayaklı ansiklopedi” klişe ifadelerdir. Galip Ağabey, öyleydi ama ansiklopedi gibi cansız bir bilgi deposu değil, o bilgi hazinesini aktüel problemlerimize uygulayan, yalnız gördüğümüz problemleri değil henüz algılayamadıklarımızı da tespit edip çözen fikir merkezimizdi .
1969’a kadar “ülkü” kavramı vardı ama bugünkü anlamıyla “ülkücülük” o günlerde doğdu.
Galip Ağabey’i 1997’de kaybettik. Türk Ocağı Mart 2007’de onun anısına “Ülkücülük ve Ülkücüler” konulu bir panel düzenledi. Panele katılanların bu kavramları anlayış ve anlatışı bir birinin tam aynıydı. Niçin? Çünkü oradakilerin hepsi, Hafta Sokak’tan geçmişti. On yılda gelişen şartlar içinde “ülkücülük” hepimizin aynı anlamı yüklediği bir kelime olmuştu.
* * *
En büyük toplum birimi “bütün insanlık”tan, en küçük birim “tek insan = ben”e kadar mensup olduğumuz iç içe nice çember vardır. Sınıf, ümmet gibi büyük topluluklar arasında “millet”i tercih edene “milliyetçi” diyoruz. Milletin çıkarını, “Ben”, “ailem”, “yakınlarım”, “sülalem” gibi daha küçük grupların çıkarlarının da üstünde tutabilenlere ise “ülkücü”... Belki bu tercih sırasında en büyük zorluğu taşıyan, hiç olmazsa ters örneklerin en çok olduğu kritik karar, şahsî çıkar ile milletin çıkarı arasında yapılan tercihtir. Milli menfaati, kendi menfaatinin üstünde tutmaktır. Veya Galip Ağabey için kullanılan, “fena filmillet”[2] yaşayışıdır. Nevzat Kösoğlu Galip Erdem’den de alıntılar yaparak şöyle anlatıyor:
“Galip Erdem için ülkücülük, bağlandığı bir üstün değerde kendini aşmak cehtidir. Dünya zevklerinden, bedenî hazlardan bu gaye uğruna vazgeçebilmek gücüdür. Bu tutumunla, kalabalık tarafından hor görülebilir, enayilikle suçlanabilirsin; bütün bunlara aldırmayıp devam edebilmendir. Budala da deseler, ‘varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin’.
“Dünyevî zevklerden geçmek kolay değildir, ‘Ama sen de, eğer nasibin varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine dayanamamam” mânâsını anlayacak, bir başka alemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince, sahici mutluluğa ereceksin’ O zaman sokakları süpüren çöpçü de olsan, bütün kalabalıklardan daha üstün olduğunu göreceksin.
“Görüleceği gibi Galip Erdem, tam tasavvufî bir üslupta, kendini ülküsüne, yani milletine adamayı anlatmakta, tasavvuf tabiri ile, “fena filmillet” olmanın doygunluğundan ve yüceliğinden söz etmektedir. Bu bakımdan onu Türk milliyetçiliğinin ermişlerinden kabul etmek yadırgatıcı olmayacaktır.”
Ne kadar doğru. Özellikle “O zaman sokakları süpüren çöpçü de olsan, bütün kalabalıklardan daha üstün olduğunu göreceksin” ifadesi bize hemen Atsız’ın mısralarını çağrıştırıyor:
Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden, İtler bile gülecek kimsesizliğimize.
Ülkücülükle klasik Türk tipi “sağcılık” arasındaki fark bu noktada beliriyor. 1940’lardan seslenen Atsız ile, ondan yirmi yıl kadar sonra yazan Galip Erdem’in, “okumuş adam, devlet kapısında memur olur” devrinden geldiklerini unutmamalıyız. Gerçekten ekmeğin hemen hemen sadece Devlet Kapısı’ndan kazanıldığı o zamanların Türkiye’sinde, önce hükümet değil de önce millet demek, adamı çöpçü yapmasa da en fazla, Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur yapardı. Bu noktada rahmetli Tarık Buğra’nın sözlerini aktarmam lâzım: “Türkiye’de sağcılık demek; devletten menfaat sağlamak demektir.” Buğra bu fikrini bir yerde yazdı mı bilmiyorum...Ülkücülük dervişlik midir?
O halde bir cins dervişlik midir ülkücülük?
Evet ve hayır... Evet dersem geniş bir kitleyi çok mutlu edeceğimi biliyorum ama buna rağmen aynı zamanda “hayır!”.
Derviş, daha büyük bir gaye uğruna kendini yok eder, fakat bunu millet için yapmaz. Son tahlilde, yine kendi aşkınlığı için yapar.
Kontrastı ortaya koyabilmek için, rahmetli Tahir Hoca’nın (Tahir Karagöz) bir Mevlevî derviş hikâyesini tekrarlamak isterim. Mahallenin kabadayısı, dervişliğe heveslenir ve en yakın Mevlevî dergâhına giderek intisap talep eder. Konuştuğu zât, kendisine bir sikke (Mevlevî külahı) verir ve, “Bunu başına giy; sana kim ne derse desin, ‘Eyvallah” de. Yarın da tekrar gel; bakalım bu iş sana uygun mu?” der. Başındaki sikkeyle dervişlik işareti veren namlı kabadayıyı görenler, artık bir zarar gelmeyeceğini bildiği için olmadık şakalarla takılırlar. Kahramanımızın hepsine cevabı, “eyvallah”tır. Derken işler karışır. Bir cinayetin faili olmaktan tutuklarlar. Öyle ya, mahallenin kabadayısı, “her zamanki şüpheli”dir. İddialara da “eyvallah” der.
- Sen öldürdün! - Eyvallah. - İdama mahkûm ediyoruz! - Eyvallah.
Sabah sehpaya çıkar. Tam o anda gerçek katilin yakalandığı haberi gelir ve kabadayımız zor belâ serbest kalır. Doğru dergâhın yolunu tutar. Kendisine sikkeyi vereni bulur. Başından çıkarıp onun önüne koyar:
- Ben vazgeçtim. Al sikkeni....
Biraz durakladıktan sonra da işaret eder,
- Eyvallah’ı da içinde.
İşte ülkücü, bunun tam zıddıdır. Ülkücü, “eyvallahı olmayan” adamdır. Bu yüzden gerekirse çöpçü, gerekirse peşinden gülünen bir kimsesiz olur.
Ülkücü, milletinin çıkarı için, iktidara da, müdüre de, partiye de, başkana da ve belki en zoru, dünyayı onun gördüğü pencereden görmeyen topluma da eyvallahı olmayandır. Milletin çıkarı için düşündüğünü söyler; doğru bildiğini yapar. Batı’da buna “demokrasi” derler. Bizde ise bazen “hainlik” diyorlar. Galip Erdem’e de demişlerdi.
Ülkücülük isyankârlık mıdır?
Gerektiğinde evet. Yine Atsız’ı hatırlıyorum:
Bir gün sabrın tükenir, silahını kapınca, Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına.
Allah böyle bir gerek göstermesin ama 1969’un ülkücülerinin ataları, 1919’un ülkücüleri, işte tıpkı öyle yapmışlardı. Hemen tam yarım asır sonra, 1969’un ve 1970’lerin ülkücüleri de gerçekten onlara lâyık evlâtlardı. Brejnev doktrini bayrağı altında SSCB, Türkiye’de ilân edilmemiş bir savaş başlattı. Ve Türkiye buna sağlıklı cevabını verdi. Ne mutlu ki, Türk toplumunun kültür genetiği, tehlike anında milletini savunacak kahramanları çıkarabilen bir dokudur.
Şimdi “geri görüşlülük”le, “canım yoktu bir tehlike, zaten bir süre sonra SSCB çöküp gidecekti” demek biraz tuhaftır. 1919’un ülkücüleri için de, “Yunanlılar ilelebet Sakarya’da kalacak değildi ya. Onlar yüzmeyi sever; bir süre sonra İzmir’den kendiliğinden denize atlayacaklardı.” demek gibidir. Ne gariptir ki, “yoktu bir tehlike” diyenlerin içinde o günlerde Apo’ya, “devrimci genç” payesini verenler olduğu gibi, kurulacağına kesin gözüyle baktıkları Türkiye Sovyet Cumhuriyeti’nde iyi bir mevki kapmak için uygun çeyiz düzenler de vardı.
Fakat ülkücülük, isyankârlık değildir. Vatandaşlık sorumluluğudur. Kendisini ülkesinde olan bitene müdahaleye mecbur ve bundan sorumlu görmektir. Bu isyandan çok farklıdır. Tebaa olmanın tersidir. “Bu devlet benimdir” bilincidir.
Etkileme- etkilenme çemberleri
“Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı”[3] ile büyük etki yaratan Stephen Covey, Galip Erdem’den yirmi yıl sonra mensubiyet çemberlerine bir başka açıdan yaklaştı.
İç içe toplum çemberlerimiz bizi etkiliyor, biz de onları etkiliyorduk. Dünyada olup bitenin en kıyıda köşedeki insanı bile etkilemesine şimdi globalleşme deniyor. Bütün dünya bizi etkiliyor; Avrupa da, İslâm dünyası da, Türkistan da, Çin de. Milletimiz kesinlikle etkiliyor. Hemşerilerimiz, meslektaşlarımız, yakınlarımız, ailemiz... Bu etkilenme, değişik insanlar için değişik derecelerde olabilir. Fakat Covey’in kritik sorusu şu: “siz onları ne kadar etkiliyorsunuz?”
İşte etkili insan, bu iç içe çemberleri etkileyen insandır. En etkili insan en büyük çemberleri etkileyendir. Onlardan aldığı etkiden daha fazla etkileyendir. Mensup olduğu mesleği, yaşadığı şehri, milletini etkileyen. Ve daha ötedekileri...
Emperyalistler sömürüyor, iktidar saçmalıyor, Sabatayistler yönetiyor gibi garibanizmlerle kendini nelerin etkilediğini sayan değil, “peki sen kimi etkiliyorsun?” sorusuna gerçekçi ve olumlu bir cevap verebilendir “etkili insan”.
İşte ülkücü, milletinin çıkarı için etkileyen insanıdır. Fikir ve kanaat önderidir. Ve gerektiğinde de hareket önderidir.
Ülkücüler, toplumun elitleridir.
Elitlerin deveranı
Galip Erdem Wilfredo Pareto’nun “Elitlerin Deveranı” teorisini sık sık anlatırdı. Onuncu yıl anma toplantısında baktım; en az bu hatırlanıyor. Her halde “ileri milliyetçilik” kategorisine giren bir kavram olduğu için.
Elitler, toplumların tehlikeyle karşılaştıkları dönemlerde belirir. Rahat dönemlerde ise ortadan kaybolurlar. Kuruluş ve tehlike anlarının etkileyenleridir. Rahat zamanlarda bu işi başkaları devralır.
Ülkücülerle Pareto’nun elitlerinin birbirine ne kadar yakın kavramlar olduğunu anlatmama gerek yok. Pareto’nun aşağı yukarı çağdaşı sayabileceğimiz Tolstoy, Harp ve Sulh şaheserinde, arada sırada kahramanlar ve olaylarla okuyucunun arasında girip, ne olup bitiğini bir de doğrudan anlatır. “Ey kaari!” tipi bu kesintilerin bir tanesi sonlara doğru Kutuzov’un ölümünü açıklamak içindir. Tolstoy şöyle der: “Kutuzov’un görevi, Napolyon’u Rusya’nın dışına atmaktı. Napolyon, Rusya’dan def edildi. Böylece Kutuzov’un görevi sona ermişti. Bu yüzden Kutuzov öldü.” Elitlerin deveranının zorunlu uygulaması gibi bir şey!
Türkiye’ye Sovyet saldırısı def edildi. Mamak’takiler de hürriyetlerine kavuştular. Galip Ağabey’in görevi bitmişti. Bu yüzden Galip Ağabey öldü...
Pareto haklı çıkmamalı
Halbuki, ülkücüler görevlerini ihmal etmeseler, Pareto teorisi doğruluğunu kaybederdi. Tehlike geçtiğinde ortadan kaybolmak, bir icra kabahati değilse bile bir ihmal kabahatidir. Yarının tehdidini, bugünün ihmali doğurur ve ihmal, sonra yeni kahramanlara gerek duyulmasına yol açar.
Kahramanlar, kötü yönetilen toplumlarda ihtiyaç haline gelir; kötü yönetilen toplumlarda ortaya çıkar.
1919’un ülkücülerini ve kahramanlarını Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki kötü yönetim doğurdu. 1969 ve sonrasının kahramanlarını da 1960’ların kötü yönetimleri...
“Keşke her zaman iyi yönetilsek ve kahramanlara ihtiyacımız olmasa.”
İşte bu son cümlem, hatalı ülkücülüktür. Doğrusu: “Keşke her zaman iyi yönetsek de sonra kahramanlara ihtiyacımız olmasa”dır.
Elitler, her an iş başında olmak zorundadır.
Galip Erdem’in bir sözüyle bitirmek istiyorum. Hepimizi göreve çağıran bir ifade: “İç Türklere rağmen Milliyetçi, Dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”
____________________________ [1] Kitabın “Türk Ülküsü” ve “Türk Tarihinde Meseleler” başlıklarıyla ikiye ayrılması daha sonraki yıllara rastlar. [2] Millet içinde benliğin yok olması anlamına gelen ve Galip Ağabey’e tam uyan bu tabir yine Türk Ocağı’nın düzenlediği birinci ölüm yıldönümü aklıma düşmüştü ve orada kullandım. Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem biyografisinde (Alternatif Yayıncılık, Ankara, 2002) yazıya dökerek ölümsüzleştirdi. [3] Stephen R. Covey, “Seven Habits of Highly Effective People”, Free Press (1989) ve “Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı”, Varlık Yayınları (2001).
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ



Türk Milliyetçiliği Dâvâsı nın,
kadife gönüllü,
mangal yürekli
koskoca o Ülkücü Nesli yetiştiren
alperenlerinden,
Bilge ve Er Kişi
Galip Erdem
in
Hakk a yürüyüşünün
yıldönümü.
12 MART.2010



Dostlarım, bugün Türk Milliyetçiliği Dâvâsı"nın, kadife gönüllü, mangal yürekli koskoca o Ülkücü Nesli yetiştiren alperenlerinden, "Bilge ve Er Kişi" Galip Erdem"in Hakk"a yürüyüşünün yıldönümü. Galip Erdem gibi bir yiğit adamla tanışma şerefine erişmiş, onun ummanlar misali kültür hazinesinden damıttıklarını dinlemiş, okumuş ve istifade etmiş bir fânîyim.
Azîz vatanımızın her bucağından ve gurbet ellerden akın akın gelerek, 14 Mart 1997 günü, Kocatepe Camiî avlusunda cennetmekân Başbuğ Alparslan Türkeş ile beraber cenaze namazını kılan ve tabutu altına giren ülküdaşlarım arasında ben de vardım. Cami"nin kapısından çıkarken elini öptüğüm rahmetli Başbuğumuz, o sıralarda hasta yatmakta olan Kabaklı hocanın sağlık durumunu uzun uzun sormuş, selamlarını ve dûalarını ulaştırmamı rica etmişti. Sanki 27 gün sonra Hakk"a yürüyeceği kalbine ayan olmuşçasına "Evladım, böyle günlerde helâlleşmek lâzım. Hakkınızı helâl edin" demişti. Bilmiyor muydu ki teker teker hepimizin, yetiştirdiği bütün ülkücü evlatlarının ve milletimizin üstünde, tıpkı "Galip Abi"miz gibi, "Dündar Ağa"mız gibi, "Kabaklı Hoca"mız ve diğer dâvâ adamlarımız gibi çok çok hakkı vardır!.. Acaba onlar, o "Alp Er Tunga" lar, o "Alperenler" bizlere haklarını helâl ettiler mi?..
İşte "vefa adam" İbrahim Metin ağabeyimiz, 11"inci vefat yıldönümü arefesinde yine e-posta kutuma bir mektup düşürdü. Galip Erdem"in, Devlet dergisinin 250 sayısına, kendi adıyla, "Bilge Erdem, Elif Bilge, Murat Bilge, İlteriş Metin" müstear isimleriyle veya imzasız olarak yazdığı 700 yazıyı tek tek taradığını, 250 sayfalık "Galip Erdem"den Seçmeler" kitabının yayına hazır olduğunu haber verdi.
Galip Erdem"in daha önce çıkmış olan Ülkücünün Çilesi(1975), Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar(1975, Suçlamalar (iki cilt) (1975-1976), Mektuplar (1984) adlı diğer eserlerinin yeni baskıları yapılıyor mu acaba? Keşke milletimizin ümidi olan genç kuşaklarımız bu çilekeş ideal adamının eserlerini okuyup faydalanabilseler...
Düşünüyorum da Galip Abi"nin 1969"dan itibaren Devlet dergisine yazdıklarından, devletimizi yönetenler hisseler alabilselerdi, bugün bu sıkıntılara dûçar olur muyduk acaba?.. İşte Galip Erdem"in o yazılarından İbrahim Metin"in seçtiği özlü cümleler, paragraflar:
Galip Abi"den özlü sözler...
Hepimizin bildiği, yine de çoğumuzun unutur göründüğü bir gerçeği hatırlatmanın tam zamanıdır. Milletimizin düşmanları, hem sayıca çokturlar, hem de güçlüdürler. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı düşünürken, aklımızdan hiç çıkmaması gerektiği halde, düşmanlarımızın varlığını ve gücünü hesaba katmıyor gibiyiz. Unuttuklarımız arasında varlığımızın başlıca şartı saydığımız "MİLLÎ BİRLİK ve BERABERLİK" en başta geliyor.
* * *
Adları "büyük gazete"ye çıkmıştır. Sırf madde açısından bakılınca, gerçekten öyledir. Çok satarlar, çok kazanırlar; ama sırtından geçindikleri milletin temel dertlerine en ufak bir ilgi duymazlar. Daha kötüsü Türklüğün bütün değerlerini küçümser, yabancı kültür sömürücülüğünün bedava - belki de ücretli -temsilciliğini yaparlar. En fazla önem verdikleri konular arasında filân şarkıcının aşkları ile falan cinayetin hikâyeleri başta gelir. Akıllarının ermediği dâvalara küçücük beyinlerini sokmasalar, yine de bağışlanmaları mümkündür. Yazık ki, çizmeden yukarı çıkıyor, okuduklarına inanmak alışkanlığından henüz kurtulamamış insanlarımızı aldatıyorlar.
* * *
Türk Milliyetçiliği, ırkçılık temeline dayanan bir dünya görüşü değildir. Başlıca; dil tarih ve kültür anlayışına bağlıdır. Yalnız böyle bir hükümden, milletimizin meydana geliş çağındaki ırki mayamızı ve hele, soy birliğini küçümsediğimiz bir manâ asla çıkartılmamalıdır...
* * *
Türk milletinin unutulmaz özelliği güçlüklerin her türlüsüne alışık olmasıdır; hele yalnız bırakıldığı zamanlar, bir granit sağlamlığı içinde kenetlenmeyi bilmesidir. Millî mücadeleyi hangi şartlar altında kazandığımızı, biraz zahmet buyururlarsa sayın (ABD) kongre üyeleri de öğrenebilirler. Üç-beş satılmış bir tarafa bırakılırsa o yiğitlerin torunları olduğumuzun hatırlanmasında sayısız faydalar vardır.
"Şerefsiz yaşamaktansa..."
Gerekirse diğer hizmetlerden kısacak ama Silâhlı Kuvvetlerimizi mutlaka güçlü tutacağız. Türk milleti, tarih boyunca, bir başkasının efendilik taslamasına izin vermemiştir. Değişmedik, yine vermeyeceğiz! Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmenin güzelliğini öğreten biziz.
* * *
Vatanın çok sevilen bir varlık olmasına, hattâ kutsal sayılmasına kimsenin bir itirazı yoktur. İnsan, vatanı için en değerli varlığını verir, hayatını feda eder. Vatan uğruna dövüşülür, ölünür. Vatan toprakları, atalarımızın, şehitlerimizin, değeri saydığımız ne varsa hemen hepsinin yattığı yerdir. Mehmet Akif"in söyleyişini dinleyin, nasıl güzel, nasıl içten: "Evliya yurdu bu toprak, şüheda yurdu bu yer / bir yıkık türbenin üstüne Mevlâ titrer".
* * *
Olmaya ki, Türkiye"nin hayrına bir iş yapılsın. Olmaya ki, millî şuurun güçlenmesini sağlayacak bir adım atılsın. Olmaya ki, kendimize dönüş yolunda ufacık bir kıpırdanma başlasın! Düşman kuvvetler hemen harekete geçer, fesat ocakları hemen çalışır. Türk milliyetçilerinin üstüne iftira bombaları yığdırılır. Asla millî olamamış basında yayınlanan haysiyet düşkünü yaveler yetmezmiş gibi, yabancılardan yardım istenir. Amerika"nın bilmem ne gazetesinden veya İsviçre"nin bilmem ne dergisinden seçilmiş aktarmalar görürsünüz! Türk milliyetçiliğine hizmet edenlere aptalca saldırılır, milliyetçi bir davranışı gölgelemek, dünya ve memleket önünde küçük düşürmek için ne mümkünse uydurulur. Dışarıdaki ve içerdeki düşmanların bu konuda mutlak bir ittifakları vardır.
"Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın"
Azîz gönüldaşlarım, bugün ayrıca, Cennetmekân Mehmet Akif"in, "Kahraman Ordumuz"a ithaf ve milletimize armağan ettiği İstiklâl Marşımız"ın, daha Millî Mücâdele devam ederken Türkiye Büyük Millet Meclisi"nde kabul edilişinin 87"nci yıldönümü. İstiklâl Şairimiz Mehmet Akif Ersoy ile birlikte, bu marşı ayakta dinleyerek alkışlarla kabul eden "Gâzî Meclis" in üyelerini rahmet ve minnetle anmalıyız. Millî Mücâdele"nin Başkomutanı Gâzî Mustafa Kemal Atatürk"e ve küllerimizden doğduğumuz o şanlı direnişe ruh veren diğer kumandanlarımıza, kadınıyla, erkeğiyle, kızı ve kızanıyla topyekûn "Mehmetçik"leşen ecdâdımıza, tarihten bugüne vatan, millet, din, devlet ve istiklâl uğruna can ve kan veren şehit ve gâzîlerimize Cenab-ı Hakk"tan sonsuz rahmetler niyaz etmeliyiz. Evet, İstiklâl Marşımız, hem o şanlı Millî Mücâdele ruhumuzun, hem de bağımsızlığımızın sembolüdür. İstiklâl Marşımız"a dil ve "dolma kalem" uzatan "entel-dantel" görüntülü zavallıların, aynı zamanda "Kahraman Ordumuz"a ve Azîz Milletimiz"e saldırdıkları bellidir. Hele hele bu "gidi" lerden bazılarının, Türk Silahlı Kuvvetlerimiz içine hasbelkader sızmış ve her nasılsa yükselebilmiş "Batı Pasha" lar olması da hepimizi üzüyor. İşte bu çerçevede partisinin dünkü grup toplantısındaki konuşmasında, altına gönülden imza atacağımız cümlelerle İstiklâl Marşımız"ın önemini vurgulayan ve ona saldıran entel kılıklı zavallılara dikkat çeken CHP Genel Başkanı Deniz Baykal"ı kutluyorum. Hasta ve bitkin yatarken; "İstiklâl Marşı yeniden yazılsa nasıl olur?" diye soran densiz ziyaretçisine, yatağından doğrulup arslan gibi kükreyen rahmetli Akif"in o müthiş dûasına, haydi hep beraber "amin" diyelim:
"Allah (cc) bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!.."
Servet Kabaklı



BEŞİKTAŞ NASIL KURTULUR? (*)


Galip ERDEM


Yılbaşı gecesi. Evdeyim ve yalnızım. İş olsun niyetine, âdet yerine gelsin diye TV'nu açmışım. Birileri eğleniyor, zıplıyorlar, sıçrıyorlar, mütemadi­yen gülüyorlar ve galiba marifetleriyle beni de güldürmek istiyorlar. Bakıyorum ama, gördüğüm çok şüpheli! Kulağıma bir takım acaip sesler geliyor, hiç anlamıyorum. Bir türkü olsa dinlerdim: "Bayram gelmiş neyime/Anam anam garibem/Kan damlar yüreğime/Anam anam garibem," Bir Horyat da fena sayılmazdı: "Düşde gör/Hayâlde gör düşde gör/Düşenin dostu olmaz/Hele bir yol düş de gör." Başka bir Kerkük türküsü en iyisi idi. "Sevmiş bulundum efendim gayrı ne çâre. " Hiçbirini söylemediler. Seçtiklerini de ben dinlemedim.
Evet efendim, ayıp değil ya, ben de Beşiktaş'ı sevmiş bulundum! Aklım fikrim hep Beşiktaş'ta. Dünyanın diğer işleri ile hiç ilgilenmiyorum. Siyâsetmiş, iktisatmış, ticaretmiş bana ne, hiçbirine aldırmıyorum. Yeni zamanların Mecnûn'u gibiyim; kâinatı, Leylâlaştırmışım. Beynimi kemiren soruya cevap arıyorum: Beşiktaş nasıl kurtulur? Kınamayın dostlarım; benim yaşamam Beşiktaş'ın kurtulmasına bağlıdır. Beşiktaş düşerse, artık hiç iflah olmam!
Beşiktaş, bildiğiniz gibi, henüz unutulmamış yakın geçmişte çok güçlü bir takımdı. Üstüste beş yıl ve daha birçok şampiyonluğu vardır. Üç kıt'ada at, şey affedersiniz, top koşturan, şanlı şöhretli nice takıma diz çöktüren Beşiktaş, şimdi puan cetvelinin 13. sırasında, ha düştü ha düşecek! Bir zamanlar dünyanın en büyüğü Real Madrid'e kafa tutan 70 yıllık Beşiktaş, bugün iki yıllık Rizespor'u tek golle yendiği için bayram ediyor. Olur mu böyle, üzülmez mi insan?
Beşiktaş'ı kim kurtarabilir, o muhteşem maziyi kim yeniden yaşatabilir? Şüphe mi ediyorsunuz? Elbette Beşiktaşlılar! Yalnız bazı cahiller -Hain de olabilir- zannediyorlar ki, İstanbul'un bir semtinde oturmak demek, Beşiktaşlı olmak demektir. Oysa benim sevmiş bulunduğum ve kurtarılması gereken Beşiktaş bir semt değil, bir takımdır. Hemen hatırlanması gerekir ki, Beşiktaş semtine girenler içinde, Bursaspor'un ajanları ve Trabzonspor'un uşakları da vardır. Şu halde bir: Beşiktaş'ın kurtulması için, küme düşmesi imkânsız Beşiktaş semti ile küme düşmesi muhtemel Beşiktaş takımını birbirine karıştırmamak şarttır. İki: Türkiye'nin her yerinde, hatta Türkler'in yaşadığı diğer ülkelerde "koyu" Beşiktaşlıların bulunduğunu hiç unutmamak lâzımdır.
Son zamanlarda Beşiktaşlılar'dan çok, diğer takımlara mensup olanların "Beşiktaş nasıl kurtulur?" konusunu münakaşa ettiklerini, çâre aradıklarını, yol gösterdiklerini öğrenmekteyim. Bazı saf Beşiktaşlılar da, bu aşırı dostluk(!) gösterileri karşısında heyecanlanıyorlar ki, gözyaşlarını tutamıyorlar. Ne oluyoruz, akılsızlığa faiz mi ödeniyor? Takımlarının şampiyonluğu için, şüphesiz haklı olarak, Beşiktaş'ın yenilmesini isteyenlerden fayda beklenir mi? Beşiktaş elbette ilim ve tekniğin rehberliğinde, ancak ve ancak Beşiktaşlıların gayretleriyle kurtulur.
Yanlışlık nerede, suç kimde? İsterseniz, önce futbolculardan başlayalım: Beşiktaş, birkaç yıldır, Türkiye'nin en pahalı futbolcularını oynatıyor. Beş milyonluk, on milyonluk adamları, Beşiktaş'ın kurtulması için en hızlı koşan, en iyi çalım atan, en geç yorulan, en sert ve düzgün şut çeken futbolcuların alınması yetmez. Beşiktaş'ı canından çok sevmeyen, takımı için her fedakârlığı göze almayan; gençliğinden, hattâ çocukluğundan itibaren siyah-beyaz renklerin rüyasını görmeyen, Karakartal'ın hayâlini kurmayan oyunculardan hiç hayır gelmez. Forma aşkı kuru bir edebiyat değildir. 25 yıl önce bir "Beton" Mustafa vardı, Harbiyede oynardı. Bilenlerin anlattığına göre, öyle ahım şahım bir futbolcu değildi.
Ama millî formayı bir giydi mi arslan kesilir, harikalar yaratır, maçlardan sonra takımın en başarılı oyuncusu olduğunda ittifak edilirdi.
Hele hele kafasında ve yüreğinde başka bir takıma mağlubiyet şuuru ve duygusu taşıyanlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Beşiktaş'ın milyonlar sayarak aldığı bir oyuncu, Trabzonspor'un geçen yılki şampiyonluğunda en fazla pay sahibi idi; bu yıl, Beşiktaş'ı küme düşme hattına yuvarlayanların en başında bulunuyor. Acaba, demez misiniz?
Gelelim yöneticilere: Duyduğumuza göre, özellikle son yıllarda, Beşiktaş'ı yönetenlerin çoğu takımın tarihinden, zaferlerinden, gayesinden, hedefinden ve ülküsünden habersiz kimselermiş. Yöneticiliği ikinci bir meslek saymışlar. Siyaset mücadelesinde taraftar toplamak için, bol kazançlı bir yatırım yapmak için, nihayet meşhur olmak için Beşiktaş'ı kullanan yöneticiler varmış. Hattâ vebali anlatanların boynuna Beşiktaş'ın ne zaman kurulduğunu bilmeyen, ilk forma renginin ne olduğunu duymayan yöneticilere bile rastlanmış; önce kırmızı-beyaz renklerin seçildiğini, Batı Trakya kaybedildikten sonra siyah beyaz'a çevrildiğini öğrenmemiş, Fuat Bolkan'ı hiç tanımamışlar. Böyle yöneticilerin elinde Beşiktaş'ın niçin şampiyon olamadığına değil de nasıl hâlâ kümede kaldığına şaşmaz mısınız?
Şimdi de, Beşiktaş'ı kurtarmanm asıl çaresine geçiyorum: Önce yönetim Beşiktaşlılık ruhunun gerçek temsilcilerine teslim edilmeli, Beşiktaş'ın büyüklüğünü ve Beşiktaşlılığın şerefini anlamakta geciken oyuncular hemen takımdan çıkarılmalıdır. Sonra da Beşiktaşlılar, yöneticisi, sporcusu ve taraftarı ile bütünleşmeli, bir granit sağlamlığı içinde olmalı, her güçlüğü birlikte göğüslemeli, her engeli beraber aşmalıdırlar. Sevgi en büyük başarıların, en parlak zaferlerin kaynağıdır. Bütün Beşiktaşlılar birbirlerini çok, ama pekçok sevmelidirler. Sevinçler gibi üzüntüler de paylaşılmalı, birlikte bayram edildiği gibi, birlikte yas tutulmalıdır. Beşiktaşlı bir oyuncuya atılan her tekmenin, takılan her çelmenin, vurulan her dirseğin acısını yalnız oyuncu arkadaşları değil, bütün yöneticiler ve taraftarlar da hissetmelidirler. Bir Beşiktaşlı incindiği zaman, her Beşiktaşlının yüreği kanamalıdır. Fenerbahçelilere, Galatasaraylılar'a ve Trabzonsporlular'a vereceğimiz en güzel cevap, birbirimize sunduğumuz sevginin kuvvetidir, derinliğidir ve ölümsüzlüğüdür.
Yöneticilerle oyuncuların münasebeti bir baba-oğul münasebetine benzemelidir. Yaramazlık yapanın kulağı çekilecektir. Ama kötü bir âmirin insafsız şiddeti ile değil, iyi bir babanm şefkatli yumuşak­lığı ile çekilecektir.
Beşiktaşlılar, inanan insanlardır. İnanan insanlar güçlüdür, güçlü insanlar sabırlıdır. Fırtına dinecek, bulutlar dağılacak, hava açacak, güneş yeniden doğacak, eski günler yeniden gelecektir. Takımımızın puan cetvelindeki sırasına üzülmeyin. Bütün büyüklerin hayatında böyle talihsizlikler vardır. Birbirinizden kuvvet alın, birbirinize kenetlenin, güzel günleri bekleyin. Dâva büyüktür ve elbette çetindir. Ama mutlaka kazanılacaktır ve Beşiktaş düşmemekle kalmayacak, mutlaka şampiyon olacaktır...
___________________
(*) Yeni Sözcü, 1981.

GALİP ERDEM

Galip Erdem, 10 Mart 1930'da Rize'nin Fındıklı ilçesinde doğar Fındıklı 1954 yılına kadar Artvin iline bağlı, eski adı "Viçe olan, onbin nüfuslu şirin bir ilçedir.Galip Erdem, Fındıklı'da "Ofluoğlu,, adı ile bilinen bir ailedendir. Babası, nahiye müdürlüklerinde bulunmuş Rasim Bey, annesi Pehlivanoğullarından Zekiye Hanımdır. Galip Erdem, ailenin tek çocuğudur.İlkokulu Fındıklı 11 mart ilkokulunda bitiren Galip Erdem, babasının memuriyeti dolayısıyla, ortaokulu Bitlis ve Siirt gibi İllerde tamamlar. Babası Erzurum Narman nahiye müdürlüğüne tâyin edilince, Galip Erdem de Erzurum da lise tahsiline başlar ve 1949 yılında LİSEYİ pekiyi derece İle bitirir.8 Kasım 1951 de başlayan yedek subaylık görevi, 31 Ekim 1952 de teğmen rütbesiyle biter. Ve 27 Nisan 1953'te PTT Genel Müdürlüğü Ankara Yenişehir Merkezinde ilk olarak memuriyete adımını atar. 7 Temmuz 1954 tarihinde memuriyetten istifa eden Galip Erdem , Maliye Bakanlığı Milli Emlâk Genel Müdürlüğünde tekrar memuriyete başlar. 6 Ocak 1955 yılında bu görevinden ayrılır. Paha sonra İETT idaresinde takip memuru olarak işe başlar. (7.7.1956) Ertesi yıl bu görevinden de ayrılır ve GlMA TAŞ' ye girer. Burada sigortalı olarak 476 gün çalışır. (3.8.1959) Bu arada Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olur.23 Kasım 1959 da Bayındırlık Bakanlığında Tevfik İleri'nin müşavirliği görevine başlar. Bu görevi uzun sürmez. "Tercüman" imzasıyla fıkralar yazar.(1 Ağustos 1961) Yeni İstanbul Gazetesinde fıkra yazarlığına devam eder. (1.1.1962) ve İzmir'de avukat ihsan Koloğlu'nun yanında avukatlık stajını tamamlar.(1963)10 mart 1965'te Zafer Gazetesinde fıkra yazarlığını sürdürür. Aynı çalışmaya Sabah Gazetesinde devam eder. 1.7.1966 tarihinde Millî Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Müdürlüğüne müşavir olur, 2.4.1969 da tekrar fıkra yazarlığına başlar ve "Bizim Anadolu" Gazetesindeki bu çalışması, 31 aralık 1969 a kadar devam eder.Galip Erdem, daha sonra Başbakanlık Plân ve Prensipler Dairesinde danışman olarak görev alır. 31 aralık 1969 dan, istifaen ayrıldığı 30.06.1973 tarihine kadar, danışmanlık görevini sürdürür.1.2.1974 te Ortadoğu Gazetesinde tekrar fıkra yazarlığına baslar. 10.9.1975 te Başbakanlık Müşaviri olur. 22.7.1981 tarihinde Turizm ve Tanıtma Bakanlığında Genel Müdürlük Müşavirliğine nakledilir ve 24.2.1982 de yirmi yıl üzerinden emekli olur. Avukatlığa başlar. Bu süre altı yıl devam eder. Mamak ta görülen ünlü MHP ve ülkücü Kuruluşlar Dâvasının avukatlığını üstlenir, insan üstü gayretlerle fedakârane bir şekilde çalışır.1987 de Meray'da (Merzifon Yağlı Tohumlar A.Ş) yönetim kurulu üyeliği, Konya Şeker Fabrikasında denetçilik görevinde bulunur. 1987 yılında Sosyal Güvenlik Eğitim Vakfı Başkanlığı vazifesini üstlenir. Daha sonra bu görevinden ayrılmak zorunda bırakılır.15.8.1989 da Namık Kemal Zeybek'in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı APK Başkanlığında APK uzmanı olarak tâyin edilir. Daha sonra üçlü kararname ile Bakanlık Müşavirliğine getirilir. (17.9.1990) Bilâhare, Türk kültürüne antipatisi olan Fikri Sağlar tarafından müşavirlikten alınıp 7.5,1992 de aynı bakanlıkta tekrar APK uzmanlığına tâyin edilir.Bu görevde iken 10.3,1995 tarihinde yaş haddinden emekli olur. Böylece 26 yıl beş ay hizmeti dolayısıyla birinci derecenin dördüncü kademesinden emekliliğe hak kazanır.1966 da evlenen ve 1974 de boşanan Galip Erdem'in 1969 doğumlu Bilge Erdem adında bir kızı vardır.12 mart 1997 de Çarşamba gecesi saat 2210 da Ankara Gazi Hastahanesinde vefat eder. Cenazesi 14 mart 1997 Cuma günü öğleyin Kocatepe Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Cebeci Asri Mezarlığına defnedilir.Galip Erdem, Karakedi (1950). Tercüman (1960). Ölçü (1960) Sonhavadis (1961), Yeni istanbul (1962-1963). Düşünen Adam (1962) Sabah (1965), Zafer (1966), Oevfef (1969), Töre (1971), Bozkurt (1974), Ortadoğu/(1974), Ocak (1978), Yeni Sözcü (1981), Bakış (1981), gazete ve dergilerinde köşe yazılan, fıkralar ve makaleler yazar.1958-1960 yıllarındaki Türk Ocakları Merkez Heyetinin yayın organı Türk Yurdu Dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü görevinde bulunur.Tercüman sinde "Tercüman" imzasıyla ilk yazısını 1 A-ğustos 1961 de yayınlar.6 - 7 Eylül 1955te, hâdiseler dolayısıyla, Topkapı - çapa dolmuşunda iken gereksiz ve sebepsiz yere içindekilerle birlikte Emniyet Müdürlüğüne getirilir. 45 gün Selimiye Kışlasında gözaltında tutulur ve daha, sonra suçsuz olduğu anlaşılarak serbest bırakılır. 54 kilodan 39 kiloya düşer.Galip Erdem'in ilk yazısı "Beşsanaf adlı bir dergide yayınlanır. 1948 de yayınlanan şiirinin adı "Bayrak" tır.Galip Erdem'in yayınlanmış eserleri şunlardır:Ülkücünün Çilesi (1975)Sosyalizm ve Milliyetçilik Üzerine Mektuplar (1975)Suçlamalar (iki cilt) (1975-1976) Mektuplar (1984)Galip Erdem'in kitap haline gelmemiş yüzlerce yazısı bulunmaktadır. Ayrıca yayınlanmamış elliye yakın şiiri mevcuttur.Galip Erdem, yazılarında pek çok takma ad da kullanmıştır.Bunlardan Bilge Erdem, Elif Bilge, Murat Bilge, İlteriş Metin, Mehmet Rasim, Aptali bazılarıdır.

Gâlip Ağabey in aziz hâtırasına...

Gâlip Ağabey’in aziz hâtırasına...Yine bir Mart ayında, tabiatın, baharın teşrîfine ağır ağır hazırlandığı bir Muharrem ayında, mor salkımların açma ve kokularını yayma gayretlerinin mevsiminde, ‘Gâlip Ağabey’in gidişiyle geçen on üç senenin ardından bir ‘mağlûp’lar denemesinin içinde debeleniyorum bir ‘mağlûp’ olarak...‘Mağlup’ların en güzellerinden biri ile başladığını fark etmiş bir ‘mağlûp’ olarak, bir ‘mağlûp’lar bahsini yazmak borcunu yüklenirken yüreğime, Muharrem’in en güzel, en yiğit, en mazlum ve en asil ecdâda yaslanan soyun, Muharrem ‘mağlûp’larından birisi ile mor salkımlar arasındaki benzerliği de âniden görmek ve yine hüzünlenmek, yine üzülmek ve yine ah-u enînlere gömülmek gibi bir kaderi yaşamak zorundayım serde ‘mağlûpluk’la birlikte...1997 Muharrem mevsiminin bidâyetinde filizlenmeğe başlayan mor salkımların, niçin hemen boyunlarını büktüğü ve mosmor çiçeklerini dallarına yüklemeğe çalışırken telâş içinde, dallarının tüm liflerinde hissettiği korkunun en müessirinden esbâbı, Muharrem ayının soğuk sürprizleri, âniden bastırıverme ihtimâli olan ayazın ve bir günlük de olsa kar yağma ihtimâlinin içinde gizli... Muharrem ayının, mor salkımlar mevsiminin içindeki en kötü sürpriz, bir ayaz ve kırdığı mor salkımlar; açamayan, sarkamayan, kokamayan mor salkımlar... Birkaç neş’eli bahar gününde yakaladınız yakaladınız, eğer kaçırdı iseniz mor salkımları ve kokularını, bir sene daha beklemek gibi bir ıstırâbı yaşamak zorundasınız demektir... Mor salkımlı bir evde yaşamadı iseniz bu satırların ‘mağlup’ yazıcısı gibi, böyle bir evi görmediyseniz, hiç olmazsa Halide Edip’in ‘Mor Salkımlı Ev’ romanını okumadı iseniz, vay hâlinizedir, bu ıstırâbı anlayamazsınız; bu ıstırâbı anlamamakla kârdayız sanıyorsanız kendinizi, daha da büyük bir tegâfüldür bu sizin için, bilesiniz..... Mor salkımlarla, Muharrem ayının tarihe düştüğü en dramatik kayıt arasındaki benzerlik; Hüseyin’in, Peygamber’in sırtında gezinen Hüseyin’in, “Benim bedenim üzerinden yükselecekse eğer ceddim Muhammed’in dini / gelin ey kılıçlar gelin doğrayın bedenimi” diyen Hüseyin’in bir mor salkım gibi açamadan, salınamadan ve kokamadan bahar gibi boynunu bükmesi, solması, ümitsizce de olsa bir sonraki mor salkımlar mevsimini bekleyemeyecek olması ve toprağa düşmesi değil de nedir?Ne mor salkımların, ne de Hüseyin’in hiç bir suçları yoktu. Fakat ikisinin de içlerinde kurulan zembereğin ‘sonsuzluğa’ ve ‘ölüme’ uzanan ayarları; damakta kalan nâdir lezzetler gibi.. onların tam da açacak iken, tam da güzel kokularını saçacak iken, ‘sonsuzluğa’ yolculukları, onlarla kendilerinin dışındaki zamânın zembereklerinin farklı kurulmalarıdır; mor salkımların dallarına, Hüseyin’nin de hayata tutunamamaları... ‘Gâlip Ağabey’ de yine bir Muharrem mevsiminde göçmüştü yokluğa... Onun farkı, ardında koklanacak güzel râyihâlar bırakmasıydı, mor salkımlara nâzire... Dünyâyı küçük görmüş, olan biteni tahfif etmiş, yalnızca sevdikleri için yaşamıştı ‘Gâlip Ağabey’. Dünyâya bir tebessüm ile vedâ edinceye kadar bitiremediği bir romantik romanı okudu... İçinde karşılıksız, hesapsız, hudut tanımayan sevgi vardı o romanın, sadâkat vardı. Hey hât! Bir serencâmın resmî dilinde ihânet ile tanımlanan bir sadâkat... Yalnızca O’nu ‘bilenlerin’ bildiği bir sadâkat... Bir serencâmın sözde sâdıkları ikbâl ile kaygılanırken kendi yuvalarında, aynı serencâmın hâini(!) Gâlip Ağabey, aynı serencâmın mağdurlarına kendini, ömrünü adayan bir ihâneti(!) yaşıyordu... İsminin inadına ‘mağlup’tu, sadâkatinin inadına ‘hain’(!)... O ne güzel bir ‘mağlup’ ve o ne güzel bir ‘hain’di. Ömrü boyunca okuduğu o romantik romandan anladığı ve geride bıraktığı, bir siyah-beyaz fotografa alt yazı olarak kalan ise, ‘biz yeteri kadar sevmeyi bilmiyoruz’du... Bu yüzden belki de ‘mağlûp’lar safındaydı o... Hayâlindeki ve hayâtı boyunca okuduğu o romantik romandaki kahramanları, gerçek dünyada yeteri kadar sevmeyi öğrenememişlerdi, romanının kahramanlarının kendilerinden sonra gelen nesillerinin de öğrenemedikleri gibi… Balzac’ın Eugenie Grandet’si gibi sâdık kalsa da ‘Gâlip Ağabey’, onun roman kahramanları her zaman sâdık değillerdi. Bunu biliyordu, ama sevmekten de aslâ vazgeçmiyordu, çünkü o hârici hiçbir tesire ait olmaksızın karşılıksız, hesapsız ve hudutsuz seviyordu, Böylesine tersinden bir ‘mağlup’luktu ‘Gâlip Ağabey’in ‘mağlûp’luğu... İsmine trajik bir nâzire idi ‘Gâlip Ağabey’in ’mağlup’luğu... Kızılay’da bir avukat yazıhânesinin diğer ‘mağlûp’larından, yazıhânenin faaliyetinin tamâmında yorgun, argın mesâiperestlerinden İsmail Vayvaylı, ‘Gâlip Ağabeyi’nin ardından şunları yazmıştı; Türk Yurdu Dergisinin Haziran/1997/118. sayısında:‘(...) ama o çelimsiz Gâlip Erdem 6-7 yıl, haftalık iki duruşma ve iki ziyârete düzenli gitti. Haftanın dört gününü Mamak’ta geçirdi. Ne onları, ne de ailelerini boynu bükük bıraktı. Para dilenciliği, giyecek dilenciliği yaptı. Şahsiyetini değil, Mamak’ı tercih etti. Bu iş, değil bir kişinin, koca bir ekibin altından kalkabileceği bir iş değildi. Bu yaptıklarını sayılarla, rakamlarla ifadeye kalksak aklın ve mantığın kabul edebileceği bir şey değildir... Bunu Mamak’ta yatanlar ve onların ailelerine sormak ve onlardan dinlemek lazımdır; şayet hâfızalarında kaldı ise...Gâlip Erdem, Mamak ile mücâdelesine son noktayı da koydu. Vazifesini ifa etti ve köşesine çekildi. O bir kahraman olarak gitti. Bir zirveydi, o bir haindi, o bir kahramandı...’. İsmail’in sorduğu bir soru ‘Gâlip Ağabey’ için mânidâr değil... İsmail’in bu şüphesi ne kadar makûl ise, ‘Gâlip Ağabey’ için o kadar mânâsızdı... ‘Şayet hâfızalarında kaldı ise’ cümlesi ile İsmail ne kadar haklı ise, bu cümle ‘Gâlip Ağabey’ için bir o kadar da önemsizdi... Çünkü O, ömrü boyunca okuduğu romantik romanın gerçek kahramanıydı... Sevgisinin karşılığı ne hatırlanmak, ne vefâ, ne anma günleriydi. Yalnızca ve başlı başına bizâtihî bir sevgiydi onunki, bir fenomen olarak yalnızca bir sevgiden ibâretti ‘Galip Ağabey’; bundan gerisi dünyada kalanların meselesiydi... 1987 yılında bir bahar akşamı Ankara Kocatepe Camii’nin yakınlarında birkaç Eugëni Grandet’siyle paylaştığımız evimize yaptığı mutad ziyâretlerinden biriydi. Memleketin ahvâline dair koyu bir sohbetin içinde idik. Bir yandan ajansı bekliyorken, televizyonda asker saati proğramına bakıyorduk göz ucuyla. Sohbetin harâretli bir yerinde, televizyondan gelen ‘mehter marşı’ dikkatimizi bir ân ‘Galip Ağabey’den çalmıştı, bunu fark ettiğimizde mahçûp bir şekilde geri döndük, kısa bir sessizlikten sonra, kendine has nüktelerinden birini yaptı: “İşte, sizin bir mehter marşlık işiniz var, marşları duyduğunuz gibi beni unuttunuz, anlaşılan siz hâlâ akıllanmamışsınız…”Niçin dünyanın bütün güzelleri ‘mağlup’lar arasında saf tutar, el bağlar?‘Gâlip Ağabey’, sen, hatırlanıyorken de, unutuluyorken de, sâdık iken de, hâin(!) iken de güzeldin... Hep güzel olarak kalacaksın... Kaybettiğimiz ve artık nerede kaybettiğimizi bilemediğimiz bir güzel olarak kalacaksın... Ölümü biz inkâr etsek ne olur ki, o bir gün bizi inkâr eder olur biter... O zaman geride kalacak olan yalnızca sevgilerimizdir, dostluklarımızdır, ama kıymeti bilinsin, ama bilinmesin, ama hatırlansın, ama hatırlanmasın, ama karşılık bulsun ama bulmasın, ama fedâ edilsin bir vehme, bir câhilliğe, bir hırsa ama edilmesin… Ne önemi var? ‘Gâlip Ağabey’, ölümün bizi inkâr edeceği bir gün, son vedâ ânında dudaklarımıza refâkat edecek bir tebessümün ile gölgelerimizle birlikte silinip gideceğimiz o ânın hemen ardından buluşmak üzere...Gâlip Ağabey’e, Muhsin Başkan’a, Necati Bayır Amcamıza, Metin Tokdemir’e, Cihan Yenişehirlioğlu’na ve evvel giden tüm ahbâba Fatihalarla…A.İSLAMOĞULLARI

10 Mart 1930'da Rize'nin Fındıklı ilçesinde doğan Galip Erdem, Fındıklı'da "Ofluoğlu" adı ile bilinen bir ailedendir. Babası nahiye müdürlüklerinde bulunmuş Rasim Bey, annesi Pehlivanoğulları'ndan Zekiye Hanımdır. Erdem, ailenin tek çoçuğudur. İlkokulu Fındıklı 11 Mart İlkokulu'nda bitiren Galip Erdem, babasının memeuriyeti dolayısıyla, ortaokulu Bitlis ve Siirt gibi illerde tamamladı. Babası Erzurum Narman Nahiye Müdürlüğü'ne tayin edilince, Galip Erdem de Erzurum'da lise öğrenimine başladı ve 1949 yılında liseyi bitirdi. 8 Kasım 1951'de başlayan yedek subaylık görevini, 31 Ekim 1952'de teğmen rütbesiyle bitirdi. 27 Nisan 1953'te PTT Genel Müdürlüğü Ankara Yenişehir Merkezi'nde ilk olarak memuriyete adımını attı.7 Temmuz 1954 tarihinde memuriyetten istifa!eden Erdem, Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü'nde tekrar işe başladı fakat 6 Ocak 1955 yılında bu görevinden ayrıldı. Daha sonra 7 Temmuz 1956'da, İETT idaresinde takip memuru olarak işe başladı. Ertesi yıl bu görevinden de ayrıldı ve Gima TAŞ'ye girdi, bu arada Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. 1958 - 1960 yılları arasında Türk Ocakları Merkez Heyeti'nin yayın organı Türk Yurdu Dergisi'nin Genel Yayın Müdürlüğü görevinde bulunan Erdem, 23 Kasım 1959'da Bayındırlık Bakanlığı'nda Tevfik İleri'nin müşavirliği görevine başladı fakat bu görevi uzun sürmedi. "Tercüman" imzasıyla fıkralar yazan Erdem, Yeni İstanbul Gazetesi'nde fıkra yazarlığına devam etti ve İzmir'de avukat İhsan Koloğlu'nun yanında avukatlık stajını 1963 yılında tamamladı.10 Mart 1965'te Zafer Gazetesi'nde fıkra yazarlığını sürdürdü ve aynı çalışmaya Bâbıâli'de Sabah Gazetesi'nde devam etti. 1 Temmuz 1966 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları Müdürlüğü'ne müşavir oldu. 2 Nisan 1969'da tekrar fıkra yazarlığına başladı ve "Bizim Anadolu" Gazetesi'ndeki bu çalışması, 31 Aralık 1969'a kadar devam etti. Galip Erdem, daha sonra Başbakanlık Plan ve Prensipler Dairesi'nde danışman olarak görev aldı. 31 Aralık 1969'da, istifaen ayrıldığı 30 Haziran 1973 tarihine kadar, danışmanlık görevini sürdürdü. 1 Şubat 1974'te Ortadoğu Gazetesi'nde tekrar fıkra yazarlığına başladı. Bir yıl sonra da, 10 Eylül 1975'te Başbakanlık Müşaviri oldu. 22 Temmuz 1981 tarihinde Turizm ve Tanıtma Bakanlığı'nda Genel Müdürlük Müşavirliği'ne nakledildi ve 24 Şubat 1982'de, yirmi yıl üzerinden emekli oldu. Erdem daha sonra Avukatlığa başladı ve Mamak'ta görülen ünlü MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nın avukatlığını üstlendi.1987'de Meray'da (Merzifon Yağlı Tohumlar A.Ş.) yönetim kurulu üyeliği, Konya Şeker Fabrikası'nda denetçilik görevinde bulundu. 1987 yılında Sosyal Güvenlik Eğitim Vakfı Başkanlığı görevini üstlendi.15 Ağustos 1989'da Namık Kemal Zeybek'in bakanlığı döneminde Kültür Bakanlığı APK Başkanlığı'na APK uzmanı olarak tayin edildi. 17 Eylül 1990'da, üçlü kararname ile Bakanlık Müşavirliği'ne getirildi fakat daha sonra Fikri Sağlar tarafından müşavirlikten alınıp 7 Mayıs 1992'de aynı bakanlıkta tekrar APK uzmanlığına tayin edildi. Bu görevde iken 10 Mart 1995 tarihinde yaş haddinden emekli oldu. 1966'da evlenen ve 1974'de boşanan Galip Erdem'in 1969 doğumlu Bilge Erdem adında bir kızı vardır.Ülkücü Hareket’in fikri ve siyasi gelişiminde büyük katkılar sağlayan Erdem, 12 Mart 1997'de Ankara Gazi Hastanesi'nde vefat etti ve cenazesi 14 Mart 1997 Cuma günü Ankara Kocatepe Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Cebeci Asri Mezarlığı'na defnedildi.Galip Erdem; Karakedi (1950), Türk Yurdu (1959), Tercüman (1960), Ölçü (1960), Son Havadis (1961), Düşünen Adam (1962), Yeni İstanbul (1962-1963), Sabah (1965), Zafer (1966), Devlet (1969), Töre (1971), Bozkurt (1974), Ortadoğu (1974), Hergün (1977), Ocak (1978), Yeni Sözcü (1981), Bakış (1981) adlı gazete ve dergilerde Köşe yazıları, fıkra ve makaleler yazdı.