.

.








7 Mart 2009 Cumartesi

OSMAN SINAV


BENİ ÜLKÜCÜ YAPAN RUHA
ŞİMDİ
DE
İNANIYORUM.
Osman Sınav (d. 1956, Burdur), yapımcı, yönetmen, senarist ve reklamcıdır.1956 yılında Denizli’de doğdu.1975 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nü bitiren Sınav, tekstil tasarımıyla da ilgilendiği için 1977’de aynı okulun Uygulamalı Sanatlar Yüksek Okulu Tekstil Dizaynı bölümüne kaydoldu. Yönetmen sanata olan ilgisi ve çok yönlülüğüyle tanınıyordu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Sinema Televizyon Enstitüsü’nde de eğitim gören Sınav, 1979 yılında mezun oldu. Profesyonel iş hayatına Man Ajans’ta metin yazarı olarak çalışmaya başlayarak atılan Sınav, reklamcılık kariyerine daha sonra 1980 ve 1984 yılları arasında Grafika Lintas isimli ajansta devam etti. Metin yazarlığının yanı sıra creative grup başkanlığı görevini de yürüten Sınav, sinemaya olan tutkusu yüzünden 1984 yılında Sinegraf Film Yapım/Yönetim Ltd. Şti.'ni kurdu. Yazdığı 500’e yakın reklam filmi ve kampanyayla uzun soluklu reklamcılık tecrübesine 1987’de son noktayı koyan Sınav, artık sadece sinema projeleri üzerine yoğunlaşmak istiyordu. TV dizileri ve uzun metrajlı filmler için start alan yönetmen, aynı yıl Bir Muharririn Ölümü isimli TV filmi için kamera karşısındaydı. Ardından 1989’da Hünkarın Bir Günü geldi. 1990’da Yalancı Şafak, Küçük Dünya ve Aşka Kimse Yok filmlerini çeken Sınav, 1993’te yediden yetmişe tüm televizyon izleyicisini ekranları başına kilitleyen ve uzun süre devam eden Süper Baba isimli TV dizisinin yönetmenliğini yaptı. 1994’te Mehmet Aslantuğ’a en iyi oyuncu, kendisine de en iyi yönetmen dallarında Altın Portakal kazandıracak yalancı’yı çekti. Melek Apartmanı, Mavi Düşler ve Sıcak Saatler gibi ses getiren diğer TV dizilerine de imza atan yönetmen, daha önce de birlikte çalıştığı Mehmet Aslantuğ ve Ayşegül Aldinç’in başrollerini paylaştıkları Gerilla isimli filmi 1998’de izleyiciyle buluşturdu. Tomris Oğuzalp filmdeki rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Altın Portakal ödülünün sahibi oldu. Kenan İmirzalıoğlu’nu keşfeden yönetmen, onun güçlü bir yüzü olduğunu düşünüyordu ve İmirzalioğlu-Sınav ortaklığı 1999’da TV izleyicisinin de büyük ilgisini çeken Deli Yürek isimli diziyle start aldı. Gördüğü ilgi üzerine 2002’de filmi için kamera arkasına geçen Sınav, Deli yürek: Bumerang Cehennemi’yle hatırı sayılır bir gişe başarısı elde etti. Televizyonda sevilen karakterler üzerine film yapma geleneğini ülkemizde Osman Sınav başlattı. 'Deli Yürek' dizisi 'Bumerang Cehennemi' adıyla sinemaya uyarlandı ve büyük başarı elde etti. 2002 yılında Mazhar Alanson’un da aralarında olduğu oyuncu kadrosuyla sevilen TV dizilerinden biri olan Ekmek Teknesi’ne imza atan Sınav, Türk televizyonculuk tarihi için önemi büyük olan, rating rekorlarını alt üst eden Kurtlar Vadisi’nin de 55. Bölüm'e kadar yönetmenliğini ve yapımcılığını yaptı. Mafya ve derin devlet ekseninde gelişen ilişkiler üzerine kurulu senaryosuyla büyük ilgi gören dizinin yönetmenliğini bıraktıktan sonra, Kapıları Açmak ve Metin Erksan klasiği Acı Hayat’ın yeni versiyonu için kamera arkasındaydı. Osman Sınav son olarak yönetmenliğinin yanı sıra yapımclığını da üstlendiği, Fatih Akın’ın Kısa ve Acısız isimli filminden tanınan Mehmet Kurtuluş ve Dogville, The Batman gibi filmlerde de rol almış Udo Kier’in de aralarında olduğu dev oyuncu kadrosuyla, özel efektleriyle dikkat çeken Pars: Kiraz Operasyonu’nu vizyona soktu. Film aldığı tüm eleştirilere rağmen, bir aksiyon filmi olarak son derece başarılı bulundu. Birçok sinema eleştirmeni filmin bugüne kadar çekilmiş en iyi Türk aksiyon filmi olduğu konusunda hemfikir oldu. Pars filminden basrolünü Haluk Piyes'in oynadigi Pusat adli diziyi cekti. Konu acisindan Türkiye'de bir ilk olan bu boks dizisi yüksek reytinglerine ragmen usta yönetmenin hedefledigi kaliteyi yakalayamadigi icin 13. bölümde sürpriz bir finalle ekranlara veda etti. Osman Sınav halen MSGSÜ sinema ve televizyon bölümü öğrencisidir.Osman Sinav'ın yaptığı Diziler
Yapımcısı Olduğu Projeler:
Sakarya-Fırat 2010
Masumlar 2009
Alayına İsyan 2009
Doludizgin Yıllar 2008
Pars: Narkoterör 2008
Pusat 2007
Acı Hayat 2005
Kapıları Açmak 2005
Kurtlar Vadisi 2003
Ekmek Teknesi 2002
Deli Yürek 1998
Hayat Bağları 1999
Erenler Mahhalesi 1996
Yönetmen Olduğu Diziler:
Sakarya-Fırat 2010
Alayına İsyan 2009
Doludizgin Yillar 2008
Pars Narkoterör 2008
Acı Hayat 2005
Kurtlar Vadisi 2003
Ekmek Teknesi 2002
Hayat Bağları 1999
Deli Yürek 1998
Süper Baba 1994
Yönetmen Olduğu Sinema Filimleri:
Masumlar 2009
Pars:Kiraz Operasyonu 2007
Deli Yürek: Bumerang Cehennemi 2001
Gerilla 1995
Yalancı 1993
Kapıları Açmak 1992
Aşka Kimse Yok 1991
Küçük Dünya 1990
Bir Muharririn Ölümü 1987
2010’dan itibaren, Kanadı Ateş Kuşlar, Masumlar ve Yalnız Kurt adlı üç film YOLDA.

ÖMER LÜTFİ METE,
Allah sevgisiyle dolu,
yüksek hassasiyet sahibi,
entelektüel ve bilge biriydi.
Nur içinde yatsın…

• Milliyetçi, muhafazakar bir aileden geldiğinizi söylüyorsunuz fakat bugün için bir ideolojik duruşunuzun olmadığını da belirtiyorsunuz. Neden?
Net konuşalım. Bana şimdi nazikçe şunu soruyorsunuz: ‘Faşist misin?’ Hepimiz gençlikte bazı ideolojik kamplarda bulunduk. Fakat Cemil Meriç der ki ‘İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir.’ Kültürle, bilgiyle, sanatla bağımız kuvvetlendikçe, ideolojilerin kalıplarından sıyrılırız. Ben deli gömleğini çıkaralı 30 sene oluyor. Hala her röportajda istisnasız aynı soru soruluyor. Bu çok kaba bir konfor anlayışıdır. Filmlerim, yaklaşımlarım, estetik seviyem her şey bu önyargının karanlığında boğuluyor. Asıl faşizm bu önyargıda.
• Size ‘Faşist misiniz?’ demiyorum, estağfurullah. Fakat bir milli duyarlılığınız olduğunu düşünmek hatalı mıdır?
Ülkemi, milletimi elbette seviyorum. Türk olmaktan utanmıyorum, onur duyuyorum. Esnek ve özgürlükçü olmaktan yanayım. Sanatçının dünya görüşü, siyasetçinin dünya görüşüyle aynı süreçleri doğurmaz.
Bugüne dek yaptığım en büyük iş Sakarya Fırat
• Sakarya Fırat’ın temel mesajı ne?
Sakarya Fırat’ın afişinde, Çanakkale’de çekilmiş bir fotoğraf var. Hakkarili Harun Onbaşı’yla Atabeyli Musa Çavuş emperyalizme karşı, aynı siperde omuz omuza savaşıyorlar. Emperyalizm onları ayırdı. Şimdi bu insanların çocukları ayrı siperlerde birbirlerine karşı savaşıyor. Onların aynı sipere geri dönmeleri gerektiğini söylüyoruz.
Doğuda askerlik yaptım. Erciş-Doğubeyazıt hattında. Şehit olan çocukları da gördüm, bir komando timinin dağa nasıl çıktığını da.
• Sakarya Fırat’ta Mürsel Ağa’nın çocukları Nihan, Necla ve Ethem… Biri esas kız, biri terörist, biri kapitalistleşme yolunda… Neden üçü de bir aileden çıkıyor?
Türkiye’nin Doğusundaki büyük çatışma, aile içi bir çatışmadır. Bunu işaret ediyoruz. Bir aile üzerinden bir bölgenin makus kaderini anlatıyoruz.
• 15 yıldır televizyonculuk yapıyorsunuz. Yazdığınız diziler arasında belki en çok Kalp Gözü izlendi fakat bazı çevrelerce eleştirildi de…
Yaklaşık 150 bölüm ve 300 hikaye yazdım. Kalp Gözü hiç bakılmadan etiketlendi. Bizim kıssa geleneğimize bir atıftı halbuki.
• 1995’te Şiirler Çağla adlı bir şiir kitabı yayınladınız. 14 yıl sonra, geçen ay ikinci şiir kitabınız Hudayinabit çıktı. Şairlik ile televizyonculuk arasında nasıl bir ilişki var?
Şairler daima başka işlerle iştigal etmişlerdir. Rimbaud kahve ticareti yapıyordu, Necatigil öğretmendi… Biz de televizyondan ekmeğimizi kazanıyoruz. Senaryo şablonlara, kalıplara dönüşmeye müsait bir iş. Şairlik, bu kalıpları aşmak için gereken zihinsel enerjiyi sağlıyor. Şiir okumuyorsan Türkiye’yi anlama şansın yok.

beni
Ülkücü yapan
ruha
şimdi de
inanıyorum.

“12 Eylül’deki ilk idamlarda, açıklamalarda gördüm ki birileri bizleri değişik renklerde bir balon gibi üflüyor ve zamanı gelince de patlıyor. Ondan sonra siyaset duygusunu yitirdim; politik tavır veya ideolojinin dışına çıkmaya karar verdim.”
Yönetmen Osman Sınav’ın küçük oğlu Mehmet Kenan, ona Galatasaraylı Berkant’ın imzalı formasını vereceğimi söylediğim andan itibaren bir an bile yanımdan ayrılmadığı gibi, Radikal’in (ve hatta benim) iyi bir okuru olduğunu bile söyledi. Sırf formayı ona yollamam için. Her insanın zayıf bir tarafı var işte; mecburen vereceğim.
Babası ise biz uzun uzun sohbet ederken gerçekten de eve her gün Radikal girdiğini söyledi. Sormadan edemedim: Bir Ülkücü için ‘normal’ bir şey miydi bu? “Bazen çelişiyoruz,” dedi, “Ama çelişme noktalarını da görüp kendi düşüncemi ve yorumumu test etmiş oluyorum.” Onun elbette ki benden bir forma beklentisi yoktu.
Yanında yer almayabilirsiniz, ama Osman Sınav, bir sinerji yaratmak peşinde olduğu iddiasında çok samimi görünüyor. Belki de bu yüzden uzun uzun, rahat rahat konuşabildik.
Ayrılırken, “Köşe yazarlarına bir ‘pazar yazısı’ daha çıktı,” dedim kendi kendime: İmam Hatip mezunu DJ’den sonra, imamın sinemacı olan oğlunun öyküsü.
Soru: Televizyon dizilerine ilk kez Süper Baba’yla başlamıştınız. Nasıl uysal, mutlu bir diziydi. Sonra silahlara, derin devlete, mafyaya daldınız. Nasıl bir geçiş oldu bu, yoksa hep içinizde mi vardı?
Osman Sınav: Süper Baba öncesinde TRT’ye yaptığım roman ya da hikaye uyarlamaları var. Aşk hikayeleridir çoğunlukla. Ama herhalde Türkiye’nin durumundan… Bir yerde toplumsal bir provokasyon hissettiğim zaman çok huzursuz oluyorum. Kendimle çok barışığım, hiçbir karşı görüşten rahatsızlık duymam ama provokasyon beni çok rahatsız eder. Çünkü bunları 70′lerde çok yaşadık.
Soru: Deli Yürek sizin işlerin nasıl halledilmesi gerektiğine dair görüşünüz olabilir mi?
Osman Sınav: Onlar var tabii ki. Ana kuruluşu itibarıyla yüzde yüz benim katıldığım ve olması gerektiğine inandığım bir duruş şekli.
Soru: Seviyor musunuz kahramanlıkları?
Osman Sınav: Seviyorum, ama tabii ki keşke kahramanlıklara ihtiyaç duyulmayan bir ülke haline gelsek. Çünkü tam demokratik ülkelerde kahramanlara ihtiyaç duyulmaz. Ama buna rağmen kahramanlık duygusunun yitirilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Soru: Deli Yürek’i entelektüellerdense halk beğendi daha çok, değil mi?
Osman Sınav: Evet, daha çok halk beğendi. Ben eleştirilerin çok izlenerek yapıldığına inanmıyorum. Entelektüeller izlemediler. Tanımayan, beni bilmeyen ve çok da televizyon izlemeyenlerden “Ya bunu kim yapıyor, solcular olmaz, ama sağcılar da yapmaz,” yorumları duydum.
Soru: Kim yapıyordu peki? Yazarı MHP’liydi…
Osman Sınav: Ömer Abi (Ömer Lütfi Mete) MHP’den adaydı. Geçmişi itibarıyla da Ülkücü kökenli, ama Deli Yürek’in içinden 15 tane de yazar geçti. Provokasyona karşı olmama rağmen, senaryo ekibi içinde bilerek bir provokasyon yarattım: Bir sağ – sol sinerjisi istedim. Buna ihtiyacımız var. Konuşabilirsek, insanlar birbirini eleştirerek açıkça fikirlerini ortaya koyup, bir konsensüs oluşturabilirse bir yere gidebiliriz… 78′de Abdi İpekçi’nin Dev-Yol, Dev-Genç ve Ülkü Ocakları başkanlarıyla üç gün süren bir röportajı vardı. Bundan çok kısa bir süre sonra Abdi İpekçi öldürüldü. Çok dikkatimi çeken, önemsediğim bir şeydi. Bence konuşulması istenmiyordu, diyalog kurulması istenmiyordu.
Soru: 70′lerde politik olarak aktif miydiniz? Nerede duruyordunuz, ne yapıyordunuz?
Osman Sınav: Eylemci bir tarafım yoktu tabii ki. O yıllarda biraz fazlaca kitap okumakla, yayınla falan ilgileniyordum. Bir duruşumuz vardı tabii ki. Çok sıkı solcu arkadaşlarım vardı ama ben Ülkücü tavırlıydım, o çevrenin içindeydim. O yıllar biraz öyle geçti.
Soru: Sonradan törpülendi mi politik duruşunuz?
Osman Sınav: Ben 12 Eylül 1980 sabahı uyandıktan sonra hayatımın en derin uykusunu uyudum. “İhtilal oldu,” dediler ve ben kendimi yatağa geri attığımı hatırlıyorum. Ondan sonraki değerlendirmelerde, ilk idamlarla, açıklamalarla gördüm ki birileri bizleri değişik renklerde bir balon gibi üflüyor ve zamanı gelince de patlıyor. 12 Eylül’den sonra siyaset duygusunu yitirdim; politik tavır veya ideolojinin dışına çıkmaya karar verdim. Ondan sonra hiçbir ideolojinin aktif tavrı içinde olmadım, olmamayı da yeğliyorum. Ben sanatla ilgileniyorum ve sanat ideolojinin çok üstünde. 70′lerde sizin için Ülkücülüğün tanımı neydi? “Komünistler bu kış gelecek,” diye ona karşı bir tepki miydi? Belki buna inananlar vardı ama ben ve arkadaşlarım böyle fobilere hep gülerdik. Benim için en önemli şey sosyal adalet meselesiydi. Eğitimde fırsat eşitliğinin olması gibi… Artı tabii vatanseverlik. Biz o zamanlar bir dergi çıkartıyorduk ve ben Türkiye’de IMF ile ilgili ilk manşeti atmış adamım. İktisat fakültesinin solcu öğrencileri şaşırmıştı. Büyük Ülkü diye bir dergiydi ve kapağa “Finans Kapital’in son oyunu: IMF” diye yazmıştım. Yıl 78, Ecevit hükümeti vardı.
Soru: Ülkücülük konusunda şimdi daha ılımlı mısınız?
Osman Sınav: Tabii ki, ama doğrusu öyle bir derdim yok. Kaçındığım bir şey de yok. Geçmişte beni Ülkücü yapan ruha şimdi de inanıyorum. Onun kötü bir tarafı yok, ama ben şimdi eskisi gibi bir Ülkücü değilim. Zaten bu çok kısıtlayıcı bir şey olur.
Soru: Aileniz de mi milliyetçiydi?
Osman Sınav: Muhafazakâr bir aile tabii ki. Geleneklere saygılı, Müslüman bir aile. Babam esnaf ama kendi köyümüzde geleneksel olarak imamdı. İmamlığı babadan oğula geçen bir şey. Diyanet’in tayin ettiği değil ama aile köyün camiini yaptırdığı için falan öyle bir gelenek oluşmuş. Amcamın büyük oğlu kısa bir dönem yaptı ve aslında benim yapmam gereken bir şey. Ama ben sinemacı oldum.
Soru: Üniversiteye ne okumak için girmiştiniz?
Osman Sınav: Ortaokul ve lise boyunca sürekli resim çalıştım, üniversitede resim okumak istedim. O yıllarda ülkede makine mühendisliği, mimarlık falan çok önemli. Ailenin de çalışkan çocuklarından biri olduğum için öyle bir şey bekleniyordu. Bir de ailede doktorluk çok önemliydi, çok doktor vardı. Babam şoke oldu resim okumaya gideceğimi söyleyince.
Soru: Sinemacı olmaya karar verdiğinizde ikinci şoku yaşamadı mı?
Osman Sınav: Yaşadı tabii ki, adam benden pek çok şok yaşadı. Şimdi yaptığım işleri izliyor ama hâlâ sinemacı olduğumu içine sindirebilmiş değil. Ama yaptıklarımdan memnun.
Soru: Diğer kardeşleriniz ne oldu?
Osman Sınav: Bir tanesi Gazi Üniversitesi’nde yardımcı doçent, onun küçüğü Columbia Üniversitesi’nde doçent, biri Erzurum’da doçent, en küçüğümüz de eczacı.
Soru: Deli Yürek’le derin devletle olan hesabınızı kapattınız, şimdi de Kurtlar Vadisi’yle mafyaya mı el atıyorsunuz?
Osman Sınav: Benim öyle kimseyle bir hesabım yok. Eğer bu ülkede yaşıyorsam sabah birden bire, hayal etmediğim bir gündeme uyanmak istemiyorum. Bir sürprize uyanmamak için gündemle ilgili fikirlerimi, eleştirilerimi yaptığım işle dile getirmek istiyorum. Bu bir aydın ya da sanatçı sorumluluğu.
Soru: Kurtlar Vadisi’nin adındaki kurt milliyetçi, ülkücü bir çağrışım mı?
Osman Sınav: Biraz Kemal Tahir’in Kurt Kanunu, biraz Attila İlhan’ın Kurtlar Sofrası’ndan etkilendik. O vadi ve puslu havanın içinde yaşamak için biraz kurtluk, doğayla uyumluluk gerekir.
Soru: Kim bu kurtlar peki?
Osman Sınav: İyi kurt da var, kötü kurt da var! Bunun içinde çalıp çırpan, ortalığı dağıtan, bu vadiden geçen, Türkiye’nin kayıt dışı ekonomisini kontrol eden bir mekanizma var. Halkın bildiği, sinemada işlenen ve mafya denen şey kara gözlüklü, kara giysilik dört – beş tane adamın elinde silahlarla ateş etmesi gibi bir şeydir. Halbuki mafyada böyle bir şey yok. Sokakta gördüğümüz, sokağa yansıyan bu tarafı küçük bir bölümüdür. Bu mafyanın tetikçisidir. Asıl mafya, yani gerektiğinde yasa yapan, yaptıran, değiştirten, bakan düşürebilen, gündem değiştiren bir güçten bahsediyoruz. Bu anlamda Kurtlar Vadisi ilk mafya dizisi olacak. Bu mafya tanımını yapan sinema filmi de yok Türkiye’de.
Soru: Bu diziyi sol entelektüeller izler mi acaba?
Osman Sınav: Kendileri bilirler. Bence izlemeleri gerekir ve izlemelerini isterim. Niye izlemediklerini anlayamıyorum zaten. Ben peşin hükümlü, önyargılı insanı sevmiyorum. Önyargıyla hareket etmenin kimseye faydası yok.
Soru: Siz çok büyük bütçeler kullanıyorsunuz. Tutacağının garantisi olduğu ve daha çok para döneceğini düşündüğünüz için çekinmiyor musunuz para harcamaktan?
Osman Sınav: Risk almadan başka yol olmaz. Kendi çıtamı kendim yükseltiyorum ve buna inanıyorum. Bu işi yaparken ülke standardındansa dünya standartlarına gitmeye çalışıyorum. Giderek dünya pazarına açılmak istiyorum. Daha küçük paralarla çalışıp, daha fazla kazanabilirim. Araba patlatacağıma yat alabilirim, ama benim meselem o değil.
Soru: Zengin misiniz?
Osman Sınav: Benim gönlüm zengin! İşinden kazandığını yine işine yatıran biriyim, öyle büyük bir zenginliğim yok. Normal bir hayat yaşıyorum.
Soru: Deli Yürek filminden kâr edebildiniz mi mesela?
Osman Sınav: Zarar ettik. Filmin maliyeti Türkiye seyircisinden dönecek paranın üstünde. Kurtlar Vadisi’nde de mesela ilk bölümün maliyeti herhalde üç-dört bölümün maliyeti kadar bir bütçe olacak.
Soru: Neler var süs olarak öyküye etki edecek?
Osman Sınav: Çok şey var. Mesela önümüzdeki bölümlerde gireceğimiz bir kumarhane meselesi var ve Türkiye’dekilerin hepsi kapalı. Çekmek mümkün değil. Araştırdık, birkaç tane kalmış ama mühürlü. Prosedürü tamamlayıp izin almak da çok uzadığı için bir platoya kumarhane kuruyoruz. Çok ciddi bir maliyet bu. Ayrıca ilk bölüm için bir Jaguar uçurduk, Mercedes taradık. Bir de yat uçurmayı düşünüyoruz, belki denizaltı çekimi yapacağız. Bir de silahlar var, Amerika’dan özel otomatik imitasyonlar getirttik.
Soru: Televizyonda neyin tutacağını nereden kestiriyorsunuz?
Osman Sınav: Bu benim işim (Gülüyor). Biraz sezgilerle ilgili, ama bu biraz da halkın nabzına, kültürüne doğru bakmaktan, içeriden bakmaktan geçiyor. Onu yakaladığımı düşünüyorum ve kendimi yakın hissediyorum. “Halk anlamaz,” lafını hep hakaret kabul ettim, tam tersine halk çok iyi anlar. Doğru bir şey yapıyorsanız mutlaka karşılığını görür.
Soru: Ne satıyor: Seks, komedi, silah?
Osman Sınav: Benim öyle bir ölçüm yok. Ben de tamamen yaşama kültürümden, kendi birikimlerimden yola çıkarak yapıyorum işimi. Kafamda oluşturmaya çalıştığım, geçmiş yıllardan beri kalan bir sentez var. Bu toprağın, bu iklimin taşıdığı bir şey. O insanların arasında işler yapmaya çalışıyorum. Çünkü en çok kendinizi tanıyorsunuz. Mesele insana ulaşmaktır, ne satarsa satsın.
Röportaj: Oray Yeğin – RadikalFoto: Osman Sınav(04.01.2003)
Osman Sınav, Yapımcı, yönetmen, senarist ve reklamcı. Türk televizyonculuğuna ivme kazandıran yapımların ve TV dizilerinin yönetmenliğini yapan Sınav, mafya, derin devlet ve siyasi ilişkiler ekseninde çektiği Kurtlar Vadisi ve Deli Yürek gibi dizilerin yanı sıra Süper Baba gibi aile dizileriyle de izleyicinin beğenisini kazanmıştır. Bugüne kadar çekilmiş olan en iyi Türk aksiyon filmi olarak nitelendirilen Pars: Kiraz Operasyonu ile de dünya gündemini de sıkça meşgul eden, toplumsal bir yara halini alan uyuşturucu konusunu işlemiştir.
Sınav, 1975 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü'nü bitiren Sınav, tekstil tasarımıyla da ilgilendiği için 1977'de aynı okulun Uygulamalı Sanatlar Yüksek Okulu Tekstil Dizaynı bölümüne kaydoldu. Yönetmen sanata olan ilgisi ve çok yönlülüğüyle tanınıyordu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Sinema Televizyon Enstitüsü'nde de eğitim gören Sınav, 1979 yılında mezun oldu.
Profesyonel iş hayatına Man Ajans'ta metin yazarı olarak çalışmaya başlayarak atılan Sınav, reklamcılık kariyerine daha sonra 1980 ve 1984 yılları arasında Grafika Lintas isimli ajansta devam etti. Metin yazarlığının yanı sıra creative grup başkanlığı görevini de yürüten Sınav, sinemaya olan tutkusu yüzünden 1984 yılında Sinegraf Film Yapım/Yönetim Ltd. Şti.'ni kurdu. Yazdığı 500'e yakın reklam filmi ve kampanyayla uzun soluklu reklamcılık tecrübesine 1987'de son noktayı koyan Sınav, artık sadece sinema projeleri üzerine yoğunlaşmak istiyordu.
TV dizileri ve uzun metrajlı filmler için start alan yönetmen, aynı yıl başrollerini Haluk Kurtoğlu ve Alev Sezer'in paylaştıkları Bir Muharririn Ölümü isimli TV filmi için kamera karşısındaydı. Ardından 1989'da senaryosunu İlhami Algör ile birlikte yazdıkları Hünkarın Bir Günü geldi. 1990'da Yalancı Şafak, Küçük Dünya ve Aşka Kimse Yok filmlerini çeken Sınav, 1993'te yediden yetmişe tüm televizyon izleyicisini ekranları başına kilitleyen ve uzun süre devam eden Süper Baba isimli TV dizisinin yönetmenliğini yaptı.
1994'te Mehmet Aslantuğ'a en iyi oyuncu, kendisine de en iyi yönetmen dallarında Altın Portakal kazandıracak Yalancı'yı çekti.
Melek Apartmanı, Mavi Düşler ve Sıcak Saatler gibi ses getiren diğer TV dizilerine de imza atan yönetmen, daha önce de birlikte çalıştığı Mehmet Aslantuğ ve Ayşegül Aldinç'in başrollerini paylaştıkları Gerilla isimli filmi 1998'de izleyiciyle buluşturdu. Tomris Oğuzalp filmdeki rolüyle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Altın Portakal ödülünün sahibi oldu.
Kenan İmirzalıoğlu'nu keşfeden yönetmen, onun güçlü bir yüzü olduğunu düşünüyordu ve İmirzalioğlu-Sınav ortaklığı 1999'da TV izleyicisinin de büyük ilgisini çeken Deli Yürek isimli diziyle start aldı. Gördüğü ilgi üzerine 2001'de filmi için kamera arkasına geçen Sınav, Deli yürek: Bumerang Cehennemi'yle hatırı sayılır bir gişe başarısı elde etti.
2002 yılında Mazhar Alanson'un da aralarında olduğu oyuncu kadrosuyla sevilen TV dizilerinden biri olan Ekmek Teknesi'ne imza atan Sınav, Türk televizyonculuk tarihi için önemi büyük olan, rating rekorları kıran Kurtlar Vadisi'nin de yönetmenliğini yaptı. Mafya ve derin devlet ekseninde gelişen ilişkiler üzerine kurulu senaryosuyla büyük ilgi gören dizinin yönetmenliğini bıraktıktan sonra, Kapıları Açmak ve Metin Erksan klasiği Acı Hayat'ın yeni versiyonu için kamera arkasındaydı.
Osman Sınav son olarak yönetmenliğinin yanı sıra yapımclığını da üstlendiği, Fatih Akın'ın Kısa ve Acısız isimli filminden tanınan Mehmet Kurtuluş ve Dogville, The Batman gibi filmlerde de rol almış Udo Kier'in de aralarında olduğu dev oyuncu kadrosuyla, özel efektleriyle dikkat çeken Pars: Kiraz Operasyonu'nu vizyona soktu. Film aldığı tüm eleştirilere rağmen, bir aksiyon filmi olarak son derece başarılı bulundu. Birçok sinema eleştirmeni filmin bugüne kadar çekilmiş en iyi Türk aksiyon filmi olduğu konusunda hemfikir oldu.
Güneş Ne Zaman Doğacak

O yıllarda çok ses getirmişti.
Sosyalist emperyalizmin acımasız baskı ve zulmü altında inim inim inleyen
Türkleri ve Türk illerini hatırlatan film,
sosyalizme
teslim edilirken öldürülen 150 Türk'e ithaf edilmişti.
Bu filmi seyrederken çok heyecanlanmış ve güneşin Türk illerinde doğuşunu hayal etmiştim. Güneşe olan ilgim o zamanlar başlamıştı.
PROF.DR. MUSTAFA İLBAŞ ( ESKİ KAYSERİ OCAK BAŞKANI )
"Güneş Ne Zaman Doğacak?"
isimli filmi izlemeyenler,
hatta bu filmden haberdar dahi olmayanlar olabilir..
Önce filmin kısa bir künyesi:
Filmin yapım ve gösterim yılı 1977..
Başrollerde Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan var..
Filmin yönetmeni
Mehmet Kılıç,
senaristi
ise
Tufan Güner.
Bu filmin yönetmeni
Mehmet Kılıç
ile
senaristi
Tufan Güner,
80'li yılların ortalarında
Salih Diriklik
ile
birlikte bir film yapım şirketi kuruyorlar.
Bu şirkete biri daha ortak oluyor;
o isim ise
Osman Sınav.

1978’deki Maraş Olayları, Çiçek Sineması’na bomba atılmasıyla patlak verdi. O gün, perdede oynayan filmin yönetmeni Mehmet Kılıç için de bir dönüm noktasıydı. Ülkücü ideolojiyle başlayan serüveni onu bambaşka bir mecraya taşıyacaktır.Sosyalist Rusya’daki baskılara yıllarca maruz kalan Alp Giray (Baki Tamer) ve Yavuz (Cüneyt Arkın) sonunda Türkiye’ye kaçmaya karar verir. Alp Giray yıllar yılı ülkesine dönmek için kimliğini gizlemiş ve sistem içinde yükselerek önemli bir mevkie gelmiştir. İki arkadaş zorlukları aşarak sonunda vatan topraklarına kaçarlar. Sahile vurduklarında toprağı öper ve yeni bir hayata başlamanın sevincini yaşarlar. Fakat bu mutlulukları çok uzun sürmeyecektir. Sovyet rejimi onların peşini bırakmayacaktır. Filmin sonundaki bir kovalamaca sahnesinde Alp Giray ölür. Yavuz da Türk polisine teslim olur. Bundan sonraki işlem, Yavuz’un sınır dışı edilmesidir. Sosyalist ülkeye iade edilen Yavuz, sınırda Rus askerleri tarafından öldürülecektir. Mehmet Kılıç’ın 1977’de yönetmen koltuğunda oturduğu ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı film, 1945’te sosyalist ülkeye iade edilirken öldürülen 150 Türk’ün anısına çekilir. 19 Aralık 1978 Salı günü saat 20.45’de Kahramanmaraş’ta bu film perdeye yansırken Çiçek Sineması’na bomba atılır. Bombanın tahrip gücü olmadığı için sinema salonunda ölen olmaz. Fakat saldırıyla birlikte şehirde “Maraş Olayları”nın fitili de ateşlenmiş olur. Günlerce süren yürüyüşler, bombalamalar, çatışmalar sonucunda 111 kişi ölür ve yüzlerce kişi yaralanır. Şehir savaş alanına döner. Olayların ardından 13 ilde sıkıyönetim ilan edilir. Birçok kişiye göre yaşananlar, 12 Eylül darbesine gerekçe amacıyla hazırlanmıştır.Kahramanmaraş’ta bunlar cereyan ederken filmin yönetmeni Mehmet Kılıç İstanbul’dadır. Durumdan haberdar olduğunda çok üzülür. Ülkücü kimliği nedeniyle o güne kadar tehditler almıştır; fakat Kahramanmaraş’ta yaşananlardan sonra üzerindeki baskı artar. Onun için tek çare yurtdışına gitmektir. Böylece hayatındaki büyük kırılmayı yaşar. Bu sarsıntı hem fiziksel hem de manevi olarak, bulunduğu noktadan çok uzaklara taşıyacaktır onu. Mehmet Kılıç’la üzerinden otuz yıl geçen olayların ardından Zeytinburnu’ndaki dekorasyon dükkânında görüştük. Şimdiki işi evlere dekorasyon, camilere vitray yapmak. Sanata olan meylini kaybetmemiş; fakat ülkücü ideolojiden uzaklaşmış görünüyor. Kendini sosyal hayatın karmaşasından, gürültüsünden soyutlamış. Televizyon izlemiyor, sinemaya gitmiyor. Ekranın ‘deccal’ olduğuna inanıyor. 80’li yıllarda yaşadıklarının çoğunu unutmuş gibi. Belli ki olayların detaylarından çok yaşadıklarının kendine kattığı anlamlarla ilgileniyor. Yıllar önce yaşadıklarını anlatması için kapısını çaldığımızda nazik bir şekilde bizi kabul ediyor. O günleri, filmi çekmeye nasıl karar verdiklerini ve olaylardan önce ve sonra neler yaşadıklarını soruyoruz. Sükûnetle ve en başından anlatmaya başlıyor...
MTTB’DE SİNEMA KULÜBÜ
Kayseri’nin köklü bir ailesine mensup Mehmet Kılıç İstanbul’da büyür. Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde eğitim görür. Aynı dönemde Millî Türk Talebe Birliği’ne (MTTB) de gidip gelmektedir. Burada 7-8 arkadaş bir sinema kulübü kurarlar. Başlarında Yücel ağabeyleri (Çakmaklı) vardır. Halit Refiğ, Metin Erksan ile irtibatlar sağlanır ve Yeşilçam’ın birikiminden de istifade edilir. O dönemde siyasal ortam oldukça hararetlidir ve herkesin bir safı vardır. Mehmet Kılıç politikayı sevmez; fakat vatansever-milliyetçi-Müslüman sıfatıyla Türkeş’i kendine yakın görür. Aynı dönemde Yılmaz Güney sol cenahta güçlü sinema filmleri çekmektedir. Kılıç ve arkadaşları da ilgi duydukları sinema alanında kendilerini ifade etmek isterler ve ilk girişimde bulunurlar. Salih Diriklik’in yönetmenliğini yaptığı ‘Gençlik Köprüsü’ böyle vücut bulur. Bu ilk çalışmanın ardından grup içinde çatallaşma yaşanır. Bir bölümü Erbakan’ı kendine yakın görürken diğerleri Türkeş’in peşinden gitmek ister. Kılıç ikincisinden yana tavrını sergiler. Böylece ilk projeleri için arkadaşlarıyla kolları sıvarlar. Ülkücü derneklerin kapısını çalarak destek ister ve en çok katkıyı Almanya’daki Türk vatandaşlarından alırlar.
ŞEHİR SAVAŞ ALANINA DÖNDÜ
‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ın senaryosu iki senede yazılır. En güzelini yapmak niyetiyle yola çıkılmıştır ve bu sebeple dönemin ünlü aktörleri Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan’la çalışma kararı alınır. Filmde kendi doğrularını dile getireceklerdir şüphesiz; fakat asıl amaçları herkesi ortak bir zeminde buluşturmaktır. ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ ilk gösterime girdiği andan itibaren yoğun ilgi görür. “Film o yıllarda çok takdir edildi, solcular da şaşırdılar bu kadar iyi film çekmemize. O yüzden tepkileri de arttı. Ortam çok politikti ve film gösterildiği andan itibaren tepkiyi de doğurdu.” diyor yönetmen Kılıç. O yıllarda sokaklara taşmıştır çatışmalar. Milliyet gazetesi her gün sağdan ve soldan şu kadar insan öldü diye çetele yayımlar. Tahammülsüz ve antidemokratik atmosferde filme ilk büyük tepki Bahçelievler Sineması’nda gerçekleşir. Sinema bombalanır. Anadolu’da da benzer reaksiyonlar görülür. Birçok şehirde tehditlere, afişlerinin indirilmesine rağmen film gösterilir. İzleyicinin yoğun teveccühü sinema sahiplerinin caymasına da mânidir. Fakat en büyük çatışma Kahramanmaraş’ta yaşanacaktır. “Film Kahramanmaraş’ta gösterildiğinde ben İstanbul’daydım. Aslında filmin içeriğinde hiçbir tahrik unsuru yoktu; sadece Rusya’yı eleştiriyordu. Biz işin estetik kaygısındaydık. Fakat ortam o kadar gergindi ki patlama için küçük bir fitil yeterliydi. Maraş olayı genel gidişattan bağımsız değildi. İstanbul’da semt semt kamplaşma vardı aynı dönemde; bir bölümü solcuların, diğerleri ülkücülerindi. Her gün cenaze kalkıyordu. Sinema olayı basit bir şeydi ama genel ortam korkunçtu. Her şey en zirve noktadaydı.” diyen Kılıç, buna rağmen filminin böyle bir olaydaki ‘ilk kıvılcım’ olmasından çok üzgündür. Bir yarbay arkadaşıyla “Ben kendimi suçlamalı mıyım?” diye dertleştiğinde şu cümleleri duyacaktır: “Filmin gösterilmese de bir bahaneyle olaylar çıkacaktı. Sen güzel bir çiçek sunuyorsun ama kurşuna maruz kalıyor. Yaşananlara sen mâni olamazdın.”O yıllarda üniversite ikinci sınıftadır Kılıç, eğitimine devam ederken bir taraftan da İstiklal Caddesi’ndeki ofislerinde çalışır. Olaylar kızıştıkça okula gitmesi zorlaşır, işyerine de caddenin başına barikat kurulduğu için gidememektedir. Filmin dikkat çekmesiyle tehditler de iyice artınca Kılıç Türkiye’den ayrılmaya karar verir. Almanya’ya amcasının yanına gider. Avrupa’ya göçü Kılıç için yeni bir dönemin de başlangıcıdır. Politik kimliğini yitirir, Müslüman-milliyetçi sıfatından vazgeçmese de zamanla bir Batılı gibi yaşamaya başlar. Bu değişim beraberinde buhranları da getirir ve ciddi bir arayış içine girer. Bu esnada yine sanatla meşguldür, dekorasyon vitrin yapmaktadır. Kılıç’ın içine düştüğü arayış hâli onun bütün Avrupa, Avustralya’yı dolaşacağı, yogayı araştırmak için Hindistan’a kadar gideceği uzun bir yolculuğun da müsebbibidir. “Hıristiyanlık, Katoliklik, yoga derken bu sürecin sonunda Mevlanalar, Yunuslar çıktı karşıma. Neticede baktım iş yine bizdeymiş. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, ‘meğer hakikat cebimizdeymiş.’ Dört yıl aradan sonra yeniden memlekete döner Mehmet Bey. Yönü artık Batı’dan Medine’ye çevrilmiştir. “Baktık biz vatanı kurtaralım derken kendimiz batmışız.” diyen Kılıç, arkadaşları tarafından döndükten sonra sinema camiasına çok çağırılır. Ama o artık konulu film yapmaktan vazgeçmiştir. Belgesel fikri daha yakın gelir ve böylece ‘Aladağlar’, ‘İstanbul Sahabeleri’ belgesellerini çeker. On yıl önce niyetlendiği hâlde ‘Peygamberlerin ayak izinde’ belgeselini hayata geçirmek nasip olmaz. Hâlbuki amacı Tur-i Sina’dan Mekke, Medine’ye kadar peygamberlerin istikametini takip etmektir. Dünya tarihinin görmezden geldiği peygamberleri insanların gündemine yeniden getirmektir. ‘Artık bizden geçti.’ diyor bu projesi için; ama niyetlenen bir genç olursa danışmanlık yapmaya da hazır. EKRAN DECCAL; İNSANI ESİR EDİYORŞimdilerde Zeytinburnu’ndaki dükkânında camilere vitray yapıyor Kılıç. Bir de kendini hayır işlerine adamış. Üyesi olduğu vakıf aracılığıyla yapılan camilerin tüm estetik unsurlarını tamamlıyor. Bundan sonra sinemadan uzak durmaya kararlı. Konulu filmleri doğru bulmuyor. Mümkün mertebe televizyon izlemiyor. Sanal âlemin tamamen dışına çıkma çabasında. Ekranın deccal olduğuna inanıyor. Hadis-i şeriften örnek veriyor: “Peygamberimiz (SAV) deccali anlattığında sahabe, ‘sanki o an çıkacak zannettik.’ diyor. Tarife göre deccalin bir gözü var, ölüleri diriltecek ki biz onları ekranda izleyebiliyoruz, sizi sürükleyen, kuşatan, akıldışı bir etkiye sahip ekran, yani televizyon, sinema, internet, cep telefonu… Mesela insanlar internet karşısında kalp ölümü yaşıyor. Kısa sürede kişilikleri değişebiliyor.” Kılıç’a göre teknolojinin nimetlerinden zaruri ihtiyacı karşılayacak kadar faydalanmak elzem. Aksi takdirde kalbi ve imanı korumak pek mümkün değil: “İhtiyacın ötesinde meşgul olunduğunda artık siz yoksunuz. 24 saatinizi işgal ediyorsa bu artık nimet değildir.”FİLMİM ÇOK POLİTİKMİŞMehmet Kılıç’ın elinde yegâne filmi ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ yok. Hasbelkader geçenlerde internette izleme imkânı bulmuş. Filmini dönemin şartları içerisinde başarılı buluyor. Fakat birçok yanını eleştirmekten de geri durmuyor. “İzlediğimde şaşırdım kaldım. Her sahnede fikir verme çabası var. Demek o kadar çok meseleye adapte olmuşuz.” Filmini yıllar sonra izlediğinde tavırlarını çok politik bulmuş Kılıç. Film çekme çabalarını şimdilerde ‘Hem doğruymuş hem de yanlış.” cümleleriyle yorumluyor: “Güzel neticeler de alındı ama…” Mehmet Kılıç, Kahramanmaraş olaylarına dönüp baktığında, “Biz o zaman da güzeli görüp göstermeye çalıştık, hayır için yola çıktık; ama benim dışımda ilerledi olaylar ve şerle sonuçlandı.” diyor. Şimdi yaptığı hayır işlerini ise çok daha verimli buluyor. Çünkü bütün çabaları, ihtiyacı olanlara direkt ulaşıyor. Bu, ona göre çok daha garanti bir çözüm.

Senaryosunu Tufan Güner'in yazdığı, yönetmenliğini Mehmet Kılıç'ın yaptığı ve başrollerinde Cüneyt ARKIN'ın oynadığı 1977 yapımı bir film. Komünizmin dayanılmaz baskısından ve esaretten kaçışın konu edildiği milli duygu ve değerlerin yoğun olduğu bu filmi Orta birinci sınıf öğrencisi iken seyretmiştim. MEHMET KILIÇ VE İSMAİL GÜNEŞ

" Türkiye'ye kaçan 417 Kırım Türk'ünün acı sonla biten hikâyesi" İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler'in gamalı haçı ve Stalin'in kızıl yıldızı arasında kalarak hırpalanmış, sürgün edilmiş, kurşuna dizilmiş hayatları anlatan pek çok dramatik hikâye var. Sovyet Rusya'nın lideri Stalin'in katliamlarından canını kurtarabilmek için Türkiye'ye kaçan 417 Kırım Türk'ünün acı sonla biten hikâyesi gibi. 1945'te ölümden kaçtıkları Sovyet Rusya'ya teslim edilmeden hemen önce 'yaşadığımızın kanıtı olsun' deyip kış ortasında elbiselerini çıkararak Kars tren garında onları izleyenlere vermiş, sınırı geçer geçmez de Stalin'in askerleri tarafından kurşuna dizilmişler. İşte bu insanların hikâyesinden yola çıkarak 1977 yılında çekilmiş bir film var. Final sahnesi '1945 yılında Sovyetlerden Türkiye'ye iltica eden ve sınırda iade edilirken kurşuna dizilen 417 Türk'ün aziz hatırasına' diye biten film. Başrollerinde Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan'ın oynadığı bu film, sağ sol kavgasına itilmiş, cunta borazanlarının her bir yanda çalındığı bir dönemde gösterime girdi. Ardından yakın tarihe kanlı Maraş katliamı olarak adını kazıyan toplumsal histerinin görünürdeki çıkış noktası oluverdi birden. Filmin gösterildiği Çiçek Sineması, 20.00 seansında salon sağcılar tarafından tıklım tıklım doldurulmuşken bombalı saldırıya uğradı. İkisi ağır yedi kişi yaralandı. Patlamadan iki gün sonra iki sol görüşlü öğretmen öldürüldü. Bu iki olay koca şehri kana bulamaya yetmişti. Üzerinden 30 yıl geçse de binlerce hayatı altüst eden katliam hâlâ aydınlanabilmiş değil. Suçlanan pek çok kişi ya da örgüt var. Yıllarca onların savunmalarını ya da suçlamalarını dinledik. 'Farklı bir şey yok' derken Güneş Ne Zaman Doğacak filminin yönetmen asistanına kulak kabarttık. Bu kişi The İmam, Gülün Adı Yok gibi filmlerin yönetmeni İsmail Güneş. Onun gösterdiği adres Sovyet Rusya, yani KGB. Filmin çekimini ve gösterimini engellemek için Sovyet Rusya'nın elinden geleni yaptığını söylüyor. Filmin final sahnesinde geçen sözlere atıfta bulunarak, "Sovyetlerin sinema filmine tahammül edememesidir tüm bunlar." diyor. Filmin yönetmeni Mehmet Kılıç'ın asistanlığını yapan Güneş, o dönemde 17 yaşında bir güzel sanatlar öğrencisi. Sovyet Rusya'nın filmin çekileceğinden nasıl haberdar olduğunu şöyle anlatıyor Güneş: "Filmde 1945 Rusya'sı anlatılıyor. Yönetmen Mehmet Kılıç, prodüksiyon amiri olan Mustafa Doğan'a 'Bana illa o dönemin Rus askeri kıyafetlerini bul.' diyor. Çünkü o yıllarda Yunan da olsa Bulgar da olsa hep aynı asker kıyafetleri kullanılıyor sinemada. Mustafa Doğan da her tarafa bakıyor, bulamıyor. Son çare olarak yönetmene haber vermeden Beyoğlu'ndaki Sovyet Rus konsolosluğuna gidiyor. 'Biz Stalin zulmünden kaçan Kırım Türklerini anlatan bir film çekeceğiz. Bize sizin askerlerin kıyafetlerinden lazım' diyor. Adresini falan bırakıyor." İsmail Güneş, prodüksiyon amirinin bu görüşmesinin hemen ardından Beyoğlu Sakızağa Caddesi'nde bulunan ofislerinin 15 gün boyunca yaklaşık 50 kişilik kalpaklı kişiler tarafından ziyaret edildiğini anlatıyor. Türkçe konuşan ve Sovyet Konsolosluğu'ndan gelen kalpaklılar, yönetmen Kılıç'tan filmi çekmemesini istemiş ısrarla. Hatta 'Biz sana yardımcı olalım, Sovyet Türk halklarının kardeşliğini anlatan bir film çekelim.' teklifinde bile bulunmuşlar. Tüm tartışmalara rağmen Mehmet Kılıç filmi çekmekten vazgeçmemiş. Bu arada kalpaklıların ziyareti birdenbire kesilmiş. Film çekimleri başlamış. Her şey yolunda giderken İsmail Güneş'in 'ilk operasyon' dediği stüdyo baskını yaşanmış bu arada. Çekimlerin bitmesine az bir zaman kala, filmin negatiflerinin yıkandığı Bomonti'deki Lale Stüdyosu üç kişi tarafından basılmış. Fakat bu baskın ilginç bir şekilde amacına ulaşmamış. Bunun sebebini yönetmen Güneş, şöyle anlatıyor: "Filmleri kamera asistanı Cem Molvan teslim ediyor stüdyoya. Bir minibüs var ve her gün set sonrası çalışanları tek tek evlerine bırakıyor. En son stüdyoya uğruyor. Bu arkadaş stüdyoya negatifleri bırakıyor. Kutuların üzerine filmin adını yazması gerekiyor tabii. Fakat aklına gelmiyor filmin adı. 'Güneş Ne Zaman Doğacak' yerine 'Bir Yolcu' diye yazıyor kutunun üzerine. Üç kişi gelip stüdyoyu basıyorlar filmin negatiflerini yakmak için. Meseleyi kökünden çözecekler böylece. O zaman stüdyonun müdürlüğünü yapan Ender Teker diye biri. Stüdyonun duvarlarında da Yılmaz Güney'in fotoğrafları falan var. "Çocuklar ayıp ediyorsunuz, biz öyle bir filmi yıkamayız." diyerek ikna etmeye çalışıyor adamları. Tabii adamlar tüm kutuları kontrol ediyorlar ama isim farklı yazıldığı için bizim filmi bulamıyorlar." Önce Karagümrük'ü basmışlar Bu baskından sağ salim kurtulan filmin çekimleri kısa bir süre sonra tamamlanmış. Fakat sansür kurulundan geçememiş. Bu noktada devreye giren filmin oyuncularından Oya Aydoğan'ın bir yakını olan Cumhuriyet Halk Partili bir senatörün yardımıyla filmin üzerindeki yasak kalkmış. Böylece sinema gösterimleri başlamış. Bu sırada ilk sinema baskını Karagümrük'te yaşanmış. Sinemayı basan saldırganlar, filmin kopyasını dışarı çıkarıp üzerine benzin dökerek yakmış. Bir diğer saldırı da Beşiktaş'taki Mıstık sinemasında yaşanmış. Yine gösterim sırasında sinemayı basan saldırganlar, filmin kopyasını yakmış. Hatta camı çerçeveyi indirip sinemayı birbirine katmış. Bu olaylar yaşanırken Eskişehir valisi, şehrinde Güneş Ne Zaman Doğacak'ın gösterilmesini yasaklamış. Yasağı kaldırmak için uzun süre uğraşan yapımcı firma Orhon Film, son çare olarak dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e mektup yazmış. Olumlu cevap almışlar. Böylece Cumhurbaşkanlığı emriyle Eskişehir'deki yasak kalkmış. Eskişehir'deki galaya filmin oyuncularından Turgut Özatay'la gittiklerini belirten İsmail Güneş, büyük bir ilgiyle karşılaştıklarını ifade ediyor. Bu arada Karadeniz'de ve Erzurum bölgesinde filmin büyük bir ilgiyle takip edildiğini de sözlerine ekliyor. Sadece Adana bölgesinde bir sorun yaşanıyormuş o günlerde. Bu bölgede filmleri gösteren şirketle yönetmen Mehmet Kılıç arasında bir tartışma yaşanmış çünkü. Bu nedenle Kahramanmaraş'ın da içinde bulunduğu bölgeye filmleri kendileri götürmek zorunda kalmış. Filmi Adana bölgesine İbrahim adlı bir arkadaşının götürdüğünü söyleyen İsmail Güneş, şöyle devam ediyor: "İbrahim Maraş'a gidiyor. Film oynamaya başlıyor. Sinemaya bomba koyuyorlar. Bombadan ben iki ölü hatırlıyorum. Gerçi o zaman öyle alışmıştık ki ölüm haberlerine. Bunun üzerine kontra bir durum oldu. İki kişinin cenaze töreninde iki ölü, üç tabut var. Üçüncü tabutta silah var. Meydana gelindiğinde camilere, minarelere ateş açılıyor, insanlar öldürülüyor. Bir kaos ortamı. O zamanki Sovyetler Birliği bu filmi oynatmamak için elinden geleni yapmıştır. Sonunda Maraş'ı birbirine katmıştır. Alevi-Sünni çatışmasıydı, sağdı soldu demeye gerek yok. Sovyetlerin sinema filmine tahammül edememesidir tüm bunlar. Çünkü her tür film gösterilmiştir bizde. Bu olaylardan sonra iş çığırından çıktı zaten. Sürü filmine bomba attılar. Karşılıklı saldırılar başladı. Sinemalara bomba atma modası başlamış oldu."
İsmail Güneş 17 yaşındaydı Daha çok Maraş olaylarıyla anılan Güneş Ne Zaman Doğacak adlı film, 1945 yılında Sovyet Rusya'dan kaçıp Türkiye'ye sığınan 417 Kırım Türk'ünün hikayesini iki kişi üzerinden anlatıyor. 1977 yapımı filmin başrollerinde Cüneyt Arkın ve Oya Aydoğan oynamış. The İmam, Gülün Bittiği Yer gibi eserlerden tanıdığımız yönetmen İsmail Güneş, henüz 17 yaşında bir güzel sanatlar öğrencisiyken bu filmin yönetmen asistanlığını yapmış. "Maraş olaylarının arkasında Sovyet parmağı var" Maraş olayları, Stalin zulmünden kaçan Kırım Türklerinin anlatıldığı bir sinema filminin gösterimi sırasında başlamıştı. Aradan 30 yıl geçmesine rağmen Kahramanmaraş'ı savaş alanına çeviren provokasyonun karanlık tarafı gün yüzüne çıkamadı. Olayların çıkış noktasında duran 'Güneş Ne Zaman Doğacak' adlı filmin yönetmen asistanı İsmail Güneş, olayların müsebbebi olarak Sovyet Rusya'yı, yani KGB'yi adres gösteriyor. Maraş olayları bir sinema filmiyle başladı, 'Perdenin ardında Sovyet Rusya var' o.deligoz@zaman.com.tr 14.12.2008/zaman pazar/ÖNDER DELİGÖZ
İSMAİL GÜNEŞ
1961’de Samsun’da doğdu İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı Sanata olan tutkusu yüzünden bir müddet Tatbiki Güzel Sanatlar’a devam etti Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine geçti Üniversite hayatı sırasında Natuk Baytan’ın yanında reji asistanlığına başladı 1976 yılında atıldığı sinema serüveni 1977 yılında çektiği ilk kısa metraj filmi olan “Karanlık bir dönemdi” adlı çalışmasıyla ilk meyvesini verdi Film, 1982 yılında İFSAK tarafından “en iyi film” ödülüne layık görüldü 1982-86 yılları arasında gazetecilik yaptı 1986’da ilk uzun metraj filmi olan “Gündoğmadan” ile sinemaya dönüş yaptı Sinema Filmleri:Gün Doğmadan,Ateş Böceği,Biz Doğarken Gülmüşüz,Küçük Sonsuz Yürek,Çizme,Beşinci Boyut,Gülün Bittiği Yer Televizyon Dizileri:Yusufçuk,Bizim Ev,Beyaz Savaş,Kurt Kapanı,Avcı,Newyorkgiller Televizyon Filmleri Sonsuzluğun İki Yakası,Can Perdesi

1961’de Samsun'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Sanata olan tutkusu yüzünden bir müddet Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi'ne devam etti. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine geçti. Üniversite hayatı sırasında Natuk Baytan'ın yanında reji asistanlığına başladı.

1976 yılında atıldığı sinema serüveni 1977 yılında çektiği ilk kısa metraj filmi olan "Karanlık Bir Dönemdi" adlı çalışmasıyla ilk meyvesini verdi. Film, 1982 yılında İFSAK tarafından "En İyi Film" ödülüne layık görüldü. 1982-86 yılları arasında gazetecilik yaptı. 1986'da ilk uzun metraj filmi olan "Gün Doğmadan" ile sinemaya dönüş yaptı. Halen Film Yönetmenleri Derneği(Filmyön) 2.Başkanlığı ve Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği(Sinebir) Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmaktadır.



ALDIĞI ÖDÜLLER

Gün doğmadan-1986
(Kültür Bakanlığı ve Yazarlar Birliği Ödülü.)

Çizme-1991
(Yazarlar Birliği Ödülü)

Beşinci Boyut-1993
(Uluslararası Salerno En İyi Film Ödülü)

52. Uluslararası Salerno Film Festivali Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü

Gülün Bittiği Yer-1999
(1.Akdeniz Filmleri Festivali İnsan Hakları Özel Ödülü)

1999 Mevlana Büyük Ödülü

SİYAD Umut Veren oyuncu Ödülü

Çağdaş Türk sinemasının önde gelen yapımcı, yönetmen ve senaristleri arasında yer alan İsmail Güneş, 10 Haziran 1961’de Samsun’da doğdu.

Türkiye’nin, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nin yol açtığı travmanın olumsuz etkilerini atlatmaya çalıştığı bir dönemde, dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak köy ortamında zorluklar içinde büyüyen Güneş, ilkokul yıllarında özellikle resim çizmeye yönelik yeteneğiyle öğretmenlerinin dikkatini çekti. Sonradan hayattaki en büyük tutkusuna dönüşecek olan sinemayla ise ilk olarak 6 yaşındayken Samsun Halk Eğitim Merkezi’nin düzenlediği film gösterileri sayesinde tanıştı. Portatif bir film göstericisiyle öğrencilere kimi zaman eski Türk filmlerinin, kimi zaman da eğitici-öğretici yapımların izletildiği bu gösterilerde, beyazperde olarak ise Güneş’in okuduğu ilkokulun dış duvarları kullanılıyordu. Yaşadığı köye o tarihlerde henüz elektrik şebekesi ulaştırılamadığı için de yetkililer köyde film gösterileri yaptıkları akşamlarda, yanlarında getirdikleri seyyar jeneratörlerden yararlanmaktaydılar.

Başrollerinde, dönemin gözde oyuncuları Sadri Alışık ve Zeynep Aksu’nun yer aldığı “Damga”, hayatı boyunca izlediği ilk film olarak, o günlerde çocuk İsmail’in belleğine bir daha silinmemek üzere kazındı. Hiç birini kaçırmaksızın hep en ön sıralarda yer alarak izlediği film gösterileri, binlerce hayalî okul duvarına yansıtan bu “büyülü fener”e adım adım âşık olmasına yol açacaktı. Nitekim ilerleyen yıllarda kendisine “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulduğunda, pek çok yaşıtının verdiği “doktor”, “mühendis”, “subay” gibi geleneksel cevapların aksine onun inatla “sinemacı” demesi de bu tutkulu aşkın bir başka kanıtıydı.

Güneş’in sinemacı olma özlemi zaman içinde sönmek şöyle dursun, izlediği yerli ve yabancı yapıtlarla daha da arttı. İlk ve ortaöğrenimini tamamladıktan sonra girdiği Öğretmen Okulu’nda bir yandan derslere devam ederken, diğer taraftan da okuduğu kitaplarla, izlediği yeni filmlerle sinema üzerine bilgisini geliştirmeye çalıştı. Düzenli film izlemeye yetecek bir ekonomik gücü bulunmadığı için, filmleri çoğu kez -sinema makinistlerinin dostça kayırmalarıyla- izleyici koltuklarından değil projeksiyon odalarından ya da perdenin yanı başındaki sahne boşluklarından gizlice izleyecekti.

İsmail Güneş, sinemanın teorisi üzerine yaptığı araştırmaların yanı sıra, pratiğini de biraz daha derinlemesine öğrenebilmek üzere, 1970’li yıllarda, Türk sinema sektörünün kalbinin attığı İstanbul’a lise öğrenimini görmek üzere geldi. Resim ağırlıklı eğitim aldığı lise bitirdikten sonra girdiği üniversite sınavını kazanıp Tatbikî Güzel Sanatlar Yüksek okulunda okumaya başladı. Ancak bir süre sonra bu okuldaki eğitimini terör baskısı yüzünden yarıda bıraktı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydoldu.

Yükseköğrenimini sürdürürken, bir vesileyle Yeşilçam’ın en kıdemli kurgu operatörlerinden Mevlüt Koçak ile tanışan Güneş, Koçak’ın da yardımlarıyla Cem Film Şirketi’nde asistan olarak çalışmaya başladı.

Sektöre ilk adımını attığı bu olayı “sinemacılık serüveninin dönüm noktası” olarak niteleyen sanatçı, Cem Film’deki gayretli çalışmalarının ardından, o dönemde çektiği tarihsel serüvenlerle fırtına gibi esen son derece karizmatik bir yönetmenin, Natuk Baytan’ın da asistanı olmaya hak kazanacaktı. Baytan, 1970’li yıllar boyunca -“Malkoçoğlu” ve “Kara Murat” gibi- çekimlerinde yoğun biçimde dekor ve kostümün kullanıldığı kalabalık kadrolu filmlerde uzmanlaşmış bir sanatçıydı. Onun görkemli setlerinde görev almak, Güneş’e yıllar içinde âdeta bir sinema akademisini bitirmişçesine yoğun teorik ve pratik donanım kazandırdı.

1977 yılında, o dönemde genç sinemacıların sıklıkla kullandıkları süper 8 mm’lik amatör kameralardan bir tane edinerek ilk kısa filmini çekti. Setlerde asistan olarak geçirdiği profesyonel çalışma yıllarının bütünüyle kendisine ait ilk meyvesi sayılabilecek bu film “Karanlık Bir Dönemdi” adını taşıyordu ve Türkiye’de o yıllarda sanat üzerinde egemen olan yoğun sansür baskısı nedeniyle uzunca bir süre hiç bir gösteriye ya da yarışmaya katılamadı. Film, ancak çekiminden beş yıl sonra, ilk kez 1982’de, Türkiye’nin en eski kısa film yarışmalarından biri olan “İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) Kısa Film Yarışması”nda görücüye çıktı. Türkiye’de, insanları doğumlarından ölümlerine kadar çepeçevre kuşatmış olan şiddet kültürüne yönelik sert eleştiriler içeren “Karanlık Bir Dönemdi”, hem izleyicilerin hem de jürinin beğenisini kazandı ve “Yazko (Türkiye Yazarlar Kooperatifi) Ödülü”ne lâyık görüldü.

İlk yapıtının bu prestijli yarışmada özel bir ödül kazanması, Güneş’i yakın bir gelecekte kendi uzun metrajlı filmlerini yapma konusunda daha da bileyecekti. Ancak, ülkedeki mevcut ekonomik koşullar ve Türk sinemasının içine girdiği büyük kriz, İsmail Güneş’in bu ilk amatör denemesinden sonra bir daha uzun yıllar boyunca yeniden kamera arkasına geçmesini engelledi. Sanatçı, bunun üzerine hem sinema çevrelerine yakın durabilmek, hem de geçimini temin edebilmek amacıyla basın sektörüne atıldı; 1980’li yılların ortalarına kadar da çeşitli dergi ve gazetelerde muhabirlik, editörlük ve yazarlık yaptı.

1986 yılında çektiği 35 mm’lik ilk uzun metrajlı filmi “Gün Doğmadan”, Güneş’in kariyerindeki yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı. Oldukça düşük bir bütçeyle çekilmiş bir ilk film olmasına karşın, oyuncu yönetimi ve anlatımındaki olgunlukla sektörün büyük takdirini kazanan, ticarî gösteriminde de izleyicilerin beğenisiyle karşılanan “Gün Doğmadan”, aynı zamanda sanatçının kendisini yetiştiren ustasına karşı da unutulmaz bir vefa gösterisine sahne oluyordu. Güneş, bu filmin açılış jeneriğine, Türk sinemasında ilk kez kendisinin gerçekleştirdiği bir uygulamayla, “Ustam Natuk Baytan’a” ibaresini koydurdu.

İlk filminin Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan “Başarı Ödülü”, ayrıca Türkiye Yazarlar Birliği’nden “Yılın Filmi Ödülü”nü kazanması, Güneş’in Türk sinemasındaki konumunu da iyice perçinledi.

Sonraki bir kaç yıllık dönemde tanıtım ve reklâm filmleri gibi ticarî amaçlı yapımlara imza atan, “Biz Doğarken Gülmüşüz”, “Ateş Böceği” ve “Küçük Sonsuz Yürek” adlarını taşıyan üç ayrı gişe filmi çeken İsmail Güneş, ikinci büyük sinemasal çıkışını ise 1991 tarihli filmi “Çizme” ile gerçekleştirecekti. Tablo güzelliğindeki görüntüleri ve sıra dışı anlatımıyla, gösterime girdiği yılın en dikkat çekici filmine dönüşen “Çizme”, yüksek hâsılatının yanı sıra ardarda bir dizi ödül de kazandı. Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Çizme”yi “Yılın Filmi”, “Yılın Yönetmeni” ve “Yılın Senaristi” ödüllerine lâyık görmesinin yanı sıra, film Güneş’in görsel açıdan şık, ama o oranda da “öfkeli” sinemasının bütün Türkiye tarafından tanınmasını sağladı.

Hemen iki yıl sonra gelen “Beşinci Boyut” ise metropol kentlerde gitgide eriyip yok olan insanî ilişkiler (daha doğrusu ilişkisizlikler) üzerine hüzünlü bir modern zaman masalı olarak, yerel sınırları da aşıp uluslararası çapta ün ve ödüller kazanacaktı. Film, yalnızca gelişen Türkiye’nin değil, bütün gelişmiş Batılı toplumların kentleşmeyle ortaya çıkan ortak sorunlarına vurgu yapan etkileyici öyküsüyle, katıldığı 47. Uluslararası Salerno Film Festivali’nden de (İtalya) “En İyi Film” ödülüyle döndü. Yanı sıra, Türkiye’den BİRSAD(Birleşik Sanatçılar Derneği) da Güneş’i bu yapıttaki performansı nedeniyle “En İyi Yönetmen” ödülüne lâyık görecekti.

“Beşinci Boyut”un başarısından sonra, o sıralarda sektöre egemen olan ekonomik durgunluk nedeniyle sinemaya bir kez daha ara veren İsmail Güneş, bu süreçte ekonomik kaygılarla televizyon gazeteciliğine yöneldi ve -TGRT’de yayımlanan “Yankı” gibi- bazı popüler haber programlarında yapımcı-yönetmen olarak görev aldı. Beyazcam için çalıştığı bu yıllar, sanatçı için bir anlamda “yeniden dolup taşmak” için de uygun bir iklim sağladı ve 1990’lı yılların ikinci yarısında, daha önce kısa film olarak sinemaya uyarladığı, fakat profesyonel sinemacılığın sunduğu yüksek teknolojiyle bir kez daha çekmek istediği ilk senaryosu üzerinde çalışmaya başladı.

Öyküsünün çekirdeği, Güneş’in 1977’de süper 8 mm olarak gerçekleştirdiği “Karanlık Bir Dönemdi”den alınan “Gülün Bittiği Yer”, o dönemde yönetmen tarafından uzun metrajlı bir filmin mantığıyla yeniden yazıldı. Bu ikinci uyarlamada, başrol hariç bütün önemli karakterler de Türk sinemasının usta oyuncularına uygun olarak biçimlendirildi. Öte yandan, Güneş, senaryosuna ad olarak da Türk kültüründeki en tartışmalı atasözlerinden birini seçerek, “zararlı ve köhnemiş gelenekler” konusundaki muhalif tavrını bu projesinde bir kez daha ortaya koyuyordu. Başlangıç bölümü -duruma ve ihtiyaca göre- “Annenin”, “Babanın”, “Amcanın”, “Dayının”, “Komutanın”, “Öğretmenin”,
Yönetmen İsmail Güneş: "Bu Toplumdan İşkencenin Kalkması İçin Bütün Bir Toplumun İşkenceyi Görmesi Lazım! " S. Köçer: Hakkınızda "faşist", "ülkücü" ve "İslamcı" diye söz edenler var. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? İ. Güneş: (Gülüyor) Ne İslamcıyım ne faşistim, onu söyleyeyim. Müslümanım Elhamdülillah. Çünkü bir şeyin sonuna -cı, -ci eklendiği zaman o meslek olur. Ben İslam'dan para kazanmıyorum. Nedir İslam alıp-satmak? Birini etkiliyorsunuz, Müslüman yapıyorsunuz, ver bakalım elli kâğıt! İşte İslamcı! Yanlış bir terminoloji. İçini yanlış dolduruyorlar. Ben o yüzden kullanmıyorum. Faşist lafına gelince, aslında her kes faşist olabilir. S. Köçer: Her kes faşistlikle suçlanabilir anlamında mı söylüyorsunuz bunu? İ. Güneş: Hayır, itham edilmeye gerek yok. Sıkı bir devrimci bile, kendini Sosyal Demokrat addeden biri bile kendi işçisine iki tokat atabiliyorsa veya karısına, sevgilisine bunu yapıyorsa faşisttir adam. İstediği kadar ben devrimciyim, sosyal demokratım desin. O başka bir şeydir. Gerçi terminolojik olarak Hitler'i ve Mussolini'yi karşılayan bir ifadedir ama ben öyle anlamıyorum. Bana göre Stalin faşisttir mesela. Totaliter idare kurmuş İslam Cumhuriyetleri de faşisttir. İran faşisttir örneğin. Libya da S. Arabistan da öyle. Üzgünüm ama belki İslam'ın etiğine, alfabesine en uygun ülke şu anda Türkiye'dir. İslam'ın alfabesi nedir? "İnsan masumdur! " Bakın ne diyorum, Türkiye'de Kemalizm neyse, İran'da Humeynicilik de odur! Gidip gördüğüm için rahatça söyleyebiliyorum. İlk okuldan itibaren kızları örtmeye başlıyorlar. Liseye kadar öyle devam ediyor. Ondan sonra kendi isteklerine göre "acemi örtü" biçimi vardır. Geleneksel İran anlayışına göre bir örtünmedir bu. Saçları falan gözüküyor. Ben birkaç tane, bizim burada kullanılan şekliyle kullanılmış örtü gördüm. Bir baskı var sonuçta, örtünmeye yönelik. Bizim burada açılmaya yönelik baskılar olduğu gibi. S. Köçer: Siz İran'ın başörtüsü konusundaki tavırlarını faşistçe mi buluyorsunuz? İ. Güneş: Evet, bir zorlama var sonuçta. Yani bizim 19 Mayıslarda falan yaptığımız türden bir zorlama. Ben başörtüsü meselesine şu açıdan bakıyorum;Benim eşim başörtülü. Bildiğimiz manada bir başörtüsü kullanıyor (Elleriyle tarif ediyor. Üniversiteli kızların örtündüğü türen olanı kastediyor). Ama ben asla örtünme biçiminin böyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü gelenek karışmış araya. Bunu biz ilk dönem İslam tarihinde ki uygulamalardan da anlıyoruz. Erkeğin mahrem yerleri mesela. Bakın burada bir nokta var. Peygamber (s. a. v)'in uyguladığı en önemli yöntemlerden bir tanesi de kıyafet devrimi yapmaması idi. Peygamber (s. a. v) nasıl giyiniyorsa Ebu Cehil'de aynısını giyiniyormuş. Yani bu gün bazı grupların sünnet diye giydiği şeyleri sarığı, cübbeyi Ebu Cehil'de, Ebu Süfyan'da giyiyordu. Peki ne devrimi yapmıştır? Temizlik devrimi yapmıştır mesela. Renkler beyaz dönüşmüştür zamanla. S. Köçer: Faşistlik hepimizde var derken bir özeleştiri yaptınız o zaman. Bu bir "iyi ki var" duygusu değil yani. İ. Güneş: Tabi tabi. Diğer şekilde anlaşılmasın. Ben insanlara zorla bir şeylerin yaptırılmasını anlamsız buluyorum. Bir ara mevzu bahis olmuştu bunlar. Zorla namaza kaldırmalar falan. S. Köçer: Siz bir hayli baskı görmüşe benziyorsunuz. İ. Güneş: (Gülüyor) Hayır alakası yok. Benim bu konuda sıkıntım yok. Babam bile bana baskı yapmadı. Ben kendi isteğimle yaptım bir çok şeyi. Yazları Kuran Kursu'na gittim kendi isteğimle. Ben baskıyla bir şeylerin yapılmasına karşıyım. Bakın bir şey daha söyleyeyim. Kuran'da başörtüsü 2 yerde geçiyor sanırım. Veya biraz daha fazla. Ama örneğin infak kelimesi seksen yerde geçiyor. Siz hiç "kardeşler infak edin, infak etmiyorsunuz" diyerek yüründüğünü gördünüz mü?"Niye namaz kılmıyorsunuz" diyerek yürüyüş yapanlara rastladınız mı? S. Köçer: Ama burada farklı bir şey söz konusu. İnfak ve namaz Müslümanların yada konjoktöre göre söyleyeyim "dindar" insanların kendi aralarındaki sorunlar. Ama başörtüsüne dışardan bir müdahale var. Bu yürüyüşler o güçlere karşı yapılıyor. İ. Güneş: Başörtüsü biraz da erkeklerin kendilerini garantiye alma isteklerinden de kaynaklanıyor. S. Köçer: İlk soruma net bir cevap alamadım. Siz soruma çok genel bir cevap verdiniz az önce. Ama ben istediğim cevabı almak istiyorum sizden. Milliyetçi veya ülkücü bir tarafınız var mı? İ. Güneş: (Gülüyor) Evet ben o kökten geliyorum ama kendimi hiç şöyle hissetmedim;benim doğduğum köy, Samsun'un bir köyü, yarısından fazlası Kürt'tü. Babam onların evini yapardı ve ben onların çok ekmeğini yemişimdir. O zamanlar Kürtler Türk'tü o ayrı da. S. Köçer: O nasıl oluyor, anlamadım? İ. Güneş: Öyle bir ayırım yoktu yani. Gürcüsü, Çerkezi, Abazası Türk'tü bize göre. Türk'ten kastım da bu ülkeye mensubiyet duygusu. Yani bir ırkın adı değil. Bir insan önce ailesine sonra mahallesine sonra şehrine tutkundur. Eğer başka bir millet söz konusu ise evet ben milliyetçiyim. Ülkücüyüm ama kelimenin tam anlamıyla. Sözlükteki mefkurenin tam karşılığı olarak. Sözlükte ülkücülüğün karşılığında ne varsa ben oyum. S. Köçer: İlk dönem ülkücülerin çizgisi ile örtüşüyor mu çizginiz? İ. Güneş: Hayır hayır, ben o zamanki ülkücülere de muhaliftim. S. Köçer: Yazıcıoğlu tarzı mı yoksa? İ. Güneş: Hayır asla, o da değil. Bir partinin düşündüğü gibi değil yani. Particilik bu tür kavramların sağlıklı bir şekilde anlaşılmasına engeldir. Milliyetçi partiler yüzünden milliyetçilik de tu-kaka olmuştur. Dini söylemleri ön plana çıkaran partilerin durumu gibi. Dindarlar ve İslamcılar! Ben ta lise yıllarımdayken de insanların dövülmesine, işkence görmesine taraftar değildim. İhtilal yıllarında yani. S. Köçer: Siz 12 Eylül döneminde ülkücülerle birlikte hareket ettiniz değil mi? İ. Güneş: Evet. S. Köçer: Sizinle alakalı küçükte olsa bir kanaat edindim. Biraz da sinemanızı konuşalım. Filmlerinizin içinde tarif edildiği ekoller için "Beyaz Sinema", "Milli Sinema" veya "İslami Duyarlıklı Filmler" gibi tarifler kullanılıyor. Siz kendi sinemanızı nasıl tarif ediyorsunuz? İ. Güneş: Ben ilk uzun metrajlı filmim olan "Gün Doğmadan " filminde kaderi anlattım. İnsanın yazılı kaderinden kaçamayacağını anlattım. Eğer kader İslamcı bir motifse evet ben İslamcı bir film yaptım. Filmde ne kimse örtülüydü, ne de kimse namaz kılıyordu. Biz ilk defa Türk Sinemasında bir şeyi daha yaptık. Hiç görülmedi, incelenmedi. Cünüplüğün acısını çeken bir adamın hikayesi de vardı içinde. Gece hamamcı olmuş, yıkanamamış, gusül abdesti alamamış. Vuruluyor, ölüm acısını değil, o şekilde öleceğinin acısını çekiyor, "beni yıkayın" diye yalvarıyor. S. Köçer: Siz dini literatürde görülen bazı kavramları dini bir bakış açısı ile yorumlamadığınızı mı söylemek istiyorsunuz? İ. Güneş: Bakın sinemacı vaiz değildir. Roman yazarken de , şiir yazarken de, resim yaparken de böyle bir işlevi yoktur sanatın. Mimar Sinan'ın K. Çekmece'de bir köprüsü var. İnanılmaz güzel bir köprü. Yanında da bir han vardır, o da çok güzeldir. İslami değil mi onlar şimdi? S. Köçer: Bir şeyin İslami olabilmesi için dini bir motif taşıması gerekmiyor tabi. İ. Güneş: Evet, ben de onu anlatmaya çalışıyorum. İnsana hizmet ediyor. Benim anlayışım bu. "Ben insanı yarattım ve ona ruhumu üfledim diyor" Allah (c. c). Bu da söylediklerimi daha iyi anlatıyor. S. Köçer: "Halka hizmet Hakk'a hizmettir" gibi. İ. Güneş: Öyle sloganik değil ama. Ben insanı anlatıyorum. Anlattığım insanın dinle ne kadar ilgisi varsa filmim de o kadar İslamidir. Milli Sinema filmlerindeki insanlar dua etmek için camiye giderler. Hemen bir örtü takar kız. Etek çok kısadır ve oturunca biraz daha sıyrılır. Kaldırır ellerini ve öyle dua eder. Bu gelenek nerden geliyor sizce?Kilise bu ya! Kiliseden gelme bu gelenek. Şimdi bu film dini film oluyor, benimki dini film olmuyor! S. Köçer: Siz olsaydınız o dua sahnesini nasıl yapardınız? İ. Güneş: Sokakta! Eğer dua edecekse her hangi bir yerde. Duanın yeri mi var?İslami duyarlıklı film yapanlardan sonradan gelenler aştı bunları. Mesut Uçakan olsun, Salih Diriklik olsun. Biraz daha farklı ama içinde yine biraz sloganik şeyler olan çalışmalar. S. Köçer: Şöyle sorsam soruyu;sinemanızdan söz açıldığında nasıl bir tarifle anılmasını istersiniz? İ. Güneş: Film denilsin. Her hangi bir film. Suat Köçer: Ama isminiz hep Milli Sinema veya Beyaz Sinema diye tarif edilen ekolle anılıyor. Bundan rahatsız oluyor musunuz? İ. Güneş: Ne yapabilirim ki? Yapmayın diyorum ama herkes bildiğini okuyor. Bakın ben "Çizme" diye bir film yaptım. Ezan yasağını anlatan bir filmdi. Biliyorsunuz Türkiye'de ezan 17 sene yasak kalmış. "Çizme" o yasağın bittiği günü anlatır. Yasak her yerde kalkmıştır. Ama bir nahiyede hala Türkçe okunuyordur ezan. Çünkü cumhurbaşkanı onaylamamıştır yasayı der ve tepkilere rağmen ezanı ısrarla Türkçe okutur nahiye müdürü. Adalet partisinin bir vaadi vardı. Ezanın yeniden eski şeklinde okutulması için Dil Serbestiyesi getirildi. Ezan şu anda istenirse Türkçe okunabilir. Çünkü dil yasağı yok. Efendim o nahiye müdürü o 18 seneyi o kasabaya uygulatır. "Çizme" o baskıyı anlatıyor. Adamın çizmeleri vardır, çizmeler o baskıyı simgeliyor. O çizmelerine çok iyi bakıyor, sürekli temizletip parlatıyor. Çok güzel bir filmdir ama asla İslami bir film değildir. Çünkü benim orda şey diye bir derdim yok. Efendim "ey ahali namaz kılın, ezanı şöyle okuyun" diye. Böyle bir derdi yok. O İslami değil, siyasi bir filmdir. Ben bir röportajımda şunu söyledim; "Eğer Türkler ilk Müslüman olduklarında deselerdi ki, biz bunu anlamıyoruz arkadaş, ayette de değil, bir çağrı biçimi. Gelin bunu Türkçe okuyalım. Yedi yüz sene, bin sene öyle okunsa adamın biri çıkıp dese ki siz bin senedir bunu yanlış okuyorsunuz, bunun aslı Arapça'dır dese bununla ilgili baskı kursa ben bu filmi yine yaparım! Bu noktada baskı karşıtıyım. Bakın laiklik ne diyor?Din devletin işine karışmayacak, devlette dinin işine karışmayacak. Bizde öyle değil ki arkadaş. Din devletin işine karışmak istiyor, devlet de din işine karışmak istiyor. Problem de oradan doğuyor zaten. Gerçek manada bir laisizm uygulansa, senin dinin sana benim dinim bana gibi. Bu ayet ya! Laiklik işte! Hangi sureydi?Kafirun Suresi. Laikliğin suresi işte. Alın koyun! S. Köçer: Sizce laiklikten mi söz ediyor bu sure? İ. Güneş: Laiklikten söz etmiyor ama laikliğin tarifi var burada. Sizin dininiz size , benim dinim bana. Nesh edilmemiş! S. Köçer: Bence siz o sureyi yanlış yorumluyorsunuz. Bir kere laiklikte bir din vardır ortada bir de o dinden etkilenmemesi düşünülen bir erk, yönetim var. Ama o surede iki tane din seçeneği var. Ve bu seçeneklerden bir tanesine vurgu yapılıyor. "Madem ben sizin dininize uymuyorum, siz de benim dinime uymuyorsunuz o halde benim dinim bana, sizin dininiz de size" deniliyor. Burada bir laiklik göremiyorum. İ. Güneş: Bakın, laiklik bizde yanlış yorumlanıyor. Bizim laiklik gibi bir yönetime ihtiyacımız da yokmuş aslında. Bizim Fransa'da ki gibi bir laiklik anlayışına ihtiyacımız yokmuş. Fransa'nın ihtiyacı varmış gerçekten. Şu an da devletin böyle bir derdi yok. Allah'ın da devlet kurmak gibi bir derdi yok. Bakın, araştırın. Bu konuda bir tek ayet bulamazsınız. İslam'ın devlet diye bir derdi yok. İslam'ın toplum diye bir derdi var. İslam'ın sınır diye bir derdi yok. Sonra tersine dönmüş her iş. Biliyorsunuz insan doğuştan masumdur. Öyle bir hale getirmişiz ki dinimizi Hristiyanlaştırmışız. İnsan günahkar! Lafta başka şey söylüyoruz, insan masumdur diyoruz ama icraatta iş başka. Şöyle bir bakın çevrenize insanlar nasıl cezalandırılıyor. Filmlerimden söz açıldı. İşte "Çizme" böyle bir film. Bunun neresi İslami?Tam tersini de yaparım böyle bir filmin. Yani baskıya karşıyım ben. Baskı nerde olursa onun karşısında yer alırım. Daha sonra "Beşinci Boyut" diye bir film yaptım. Yanlış anlaşıldı o da. Yanlış anlaşılmasında filmin yapımcısının da payı vardı. Ben, bir adam dinlediği bir hadisi nasıl yanlış yorumlayıp toplumdan dışlanabiliyor, onun hikayesini yaptım. "Komşusu aç yatarken, kendisi tok yatan bizden değildir" hadisini duyuyor ve hemen oturduğu apartmandakilere çorba dağıtmaya başlıyor. Ve sonunda olanlar da oluyor. Ama yanlış anlaşıldı film. Sanki o adamın uyguladığı metodu savunuyormuşum gibi bir yanlışlık çıktı ortaya. Her emir şartlar, kültürler dikkate alınmadan duyulduğu gibi uygulanırsa ne olur? İşte bunun filmini yaptım. "Aman o yanlış yaptı, siz yapmayın" dedim. Bakın Hekimoğlu İsmail "Müslümanlarla dalga geçiyor" diye bir yazı yazdı benim için. Bu yazının çok özel bir sebebi var. Çünkü ben "Minyeli Abdullah" filmi ile ilgili çok sert bir konuşma yaptım. O konuşmanın intikamını aldı. Hakkımı helal etmiyorum. Çünkü haksızlık yaptı. Ben konuşmamda onun romanını korudum. Dedim ki "bu romandan çok daha görkemli bir film yapılabilirdi ama maalesef bu yapılan çöplük gibi bir film olmuş. "Asla ona hakaret etmedim. Ama ne deniyor, benim yaptığıma kimse dokunamaz. Hayır, böyle hiçbir yere varamayız. S. Köçer: Sizinle konuşmak istediğim asıl meseleye yani işkenceye ve işkenceyi anlattığınız "Gülün Bittiği Yer" isimli filme gelelim. Önce şöyle bir soru yönelteyim size. Hiç işkence gördünüz mü? İ. Güneş: Hayır işkence görmedim ama duydum. 12 günlük bir nezaret hayatım vardı. O 12 gün boyunca her gece saat 00:02'den sabah saat 06:00'ya kadar işkence sesleri ile uyuyamadım. Gülün Bittiği Yer filmine önemli bir katkısı vardır o göz altının. Ben 1977'de bu filmin kısa bir versiyonu olan "Karanlık Bir Dönemdi" filmini yaptım. Kısa metrajlıydı bu film. Espri aynıydı. Bir tren yolculuğu esnasında bir gencin hallüsilasyonları üzerine bir filmdi. O 12 günün bana öyle bir faydası oldu. O nezarethane günlerinde işkence görmüş bir çocuğu attılar önümüze. Çocuk gördüğü işkencelerin etkisi ile sayıklayıp duruyordu. Müthiş bir andı o an. Attılar adamı yattı ve konuşmaya başladı. Her şeyi anlatıyor ama. Ne yaşamışsa en ince ayrıntısına kadar anlatıyor çocuk. İnanılmaz bir kırılma noktası. Şizofren bir duygu yani. Dedim ki inanılmaz bir iş! Her şeyi, her istediğinizi anlatırsınız bu hikayeyle. İşte film burada doğdu. Bir tren yolculuğu, erkekliğini kaybetmiş bir genç, nişanlısı onu bekliyor! S. Köçer: Erkekliğini işkence altında mı kaybetmiş? İ. Güneş: Evet, işkence altındayken kaybetmiş. Ve nişanlısı onu beklediği için tren istasyonunda inmiyor. S. Köçer: Filminizle ilgili birkaç polemik konusu var. Onları da konuşalım isterseniz. Mesela "İşkenceyi anlatarak ülkemizi rezil edecek" denildi. Bir "Gece Yarısı Expresi" daha gündeme gelecek denildi. Siz de "asıl işkenceyi yapıp da saklamak rezilliktir" demiştiniz. "Bu açıdan düşünülürse filmim bir özür dilemedir aynı zamanda" diye eklemiştiniz. Özrünüz kabul edildi mi? İ. Güneş: "Kol kırılır, yen içinde kalır" diye çarpık zihniyetli bir atasözümüz var. Ben filmde ata sözlerine çok takmış bir vaziyetteyim. S. Köçer: "Hocanın vurduğu yerden gül biter", "dayak cennetten çıkmıştır" ve birkaçını hatırlıyorum. İ. Güneş: Evet. Şimdi kol kırılır yen içinde kalır dedik. Böyle olursa kangren olur ya! Niye yen içinde kalsın abi, çıkarırsın, gösterirsin, tedavi ettirsin! Bu işte totaliter bakış açısının kendini kutsamasından meydana geliyor. Bu çok eskilerden kalma bir anlayış aynı zamanda. Ne deniyor ;"Siz Peygamber (s. a. v)'in sahabesinin devesinin burnundaki toz zerresi kadar olamazsınız! ". Hadi canım sende! Kendini kutsayacak ya. Yezid'de sahabe ya! Muaviye'de sahabe ya! Hz. Ali'yi süründüreceksin, öldürteceksin, Hz. Hüseyin'in üzerinden bin tane ok, altı tane kılıç yarası, 33 mızrak yarası bırakacaksın, kafasını da keseceksin önüne koyacaksın ve sahabe olacaksın! Hiç kusura bakma! Kendilerini kutsamak için öyle refleksler geliştirmişler ki bu bizim Osmanlıya kadar gelmiş. Mesela medreselerde ve resmi eğitim kurumlarında verilen eğitimlerde bu tür metotlar uygulanmış. S. Köçer: Yani kabul edilmedi özrünüz? İ. Güneş: Anlamadılar ki! Anlasalar kendilerini aklayacaklar! Klasik bir bakış açısıyla filmi algılamadan, söyleneni anlamadan, dibine inmeden bakıyorlar olaya. Ülkücüler diyor ki bu adam ülkücü değil. Öbürü de diyor ki bu adam Tercüman okuyor, devrimci değil. Bu da böyle bir şey işte. Bir adam da diyor ki bu komünist bir film. Baskı yapıyor sinema salonlarına. Bu komünist filmi oynatmayın diyor. Hayda! Neresi?O zaman işkence yapmak anti-kominizim mi oluyor?İşkence yapmak genel ahlak kurallarını uygulamak mı oluyor ki filmim yasaklanıyor? S. Köçer: "Çok fazla işkence sahnesi var. Film şiddet içeriyor" diyenler olmuş. İ. Güneş: Daha önce Tutku'yu görseydim ne derdim bilmiyorum. Şimdi ben filme koymadığım ve koymayı da düşünmediğim bir sahneden söz edeyim size. İki karşıt gruptan iki insan. Ben onu öğretmen ve öğrenci yaptım filmde. Biri dayakçı kısmından, diğeri dayağı yiyen. İki farklı görüş var orda. Birisi totaliter bir yapıya sahip. Üstelik tarih öğretmeni, tarihi temsil ediyor. Baskıyı biliyor. Hatta kendi oğlunu da almışlar, "ah bir yakalasam geberteceğim" diyor. Olay da şu:Rızgari örgütünden biri ile bir ülkücüyü aynı odaya koyuyorlar. Her ikisini de güzelce benzetmişler. Ayaklarını o kadar sopalamışlar ki, her ikisinin de ayaklarının altı su toplamış. Daha sonra ellerinden kelepçe ile yukarı asmışlar. Bunlar ayaklarının altındaki su kabarcıklarını patlatmak için, ayaklarını birbirlerine uzatarak dişleri ile ayaklarının altındaki su kabarcıklarını kaldırmışlar. Bir hayli sıkıntı çekiyorlar. Bunu gerçekten yaşamış insanlar. Rızgarili adam diyor ki ülkücüye, "hadi bize yaptıklarını anladık ta, size ne diye işkence yapıyorlar, aklım ermiyor". Şimdi "seyirciye işkence yaptı" diyor Aytaç Arman. Evet, çok doğru seyirciye işkence yapılıyor. Bu toplumdan işkencenin kalkması için bütün bir toplumun işkence görmesi lazım! Hiç bir şekilde anlamıyor adam! "Ya niye bana yapmıyorlar" diyor. "Yapıyorlarsa muhakkak bir sebebi vardır" diyor. Bir de samimi olmadığımı düşünüyorlar. Dedim ki "Allah'tan korkun. 600 bin doları kim samimiyetsizlik adına harcayabilir?" S. Köçer: Filminizin anlatmaya çalıştığı 12 Eylül'den bu yana işkence konusunda değişen bir şey var mı sizce?Örneğin daha az duymamız işkencenin azaldığını gösterir mi? İ. Güneş: Ben bittiğine asla inanmam. Ama biraz farklılaşmış olabilir. Biraz daha zorlaştığını da söyleyebilirim. Şimdi oradaki işkence biraz daha farklıydı. "İhtilal işkencesi" denebilir. Daha önce de 12 Mart'ta yapıldı. Bunlar ihtilal işkenceleridir ve kimse kimseden sorumlu olmaz. Çünkü bütün bir sistem ona odaklanmış vaziyette. Yani 12 Eylül'ü yapıyorsunuz, diyebilirsiniz ki 12 Eylül'ü yaptım, bu bir milattır. Bundan evvelkileri saymıyorum. Ama bundan sonra oyarım! Bak şimdi hem dış mihrakların etkisi ile diyorsun, hem de vur Allah vur! Dış mihraka bir şey yapmıyorsun ama iç mihrakı perişan ediyorsun! S. Köçer: "Yapmıyorsun" mu, "yapamıyorsun" mu? İ. Güneş: "Yapamıyorsun" tabi ki. Gücün yetmiyor çünkü. S. Köçer: İşkence konusunda nasıl bir süreç yaşanıyor şimdi? İ. Güneş: Dediğim gibi daha zor şimdi. İnsan hakları gayretleri var, AB var maalesef. Ama yine de iz bırakmayan işkence metotları bulmuşlar. S. Köçer: Bir de yıllardır bir türlü sonuçlanamayan davalar var. Manisalı Gençler davası v. s. Bunları en çok sol kesim dillendiriyor. Aslına bakarsanız işkenceyi genel de hep sol kesim gündeme getiriyor gibi görünüyor. Solcular daha mı çok işkence gördüler? İ. Güneş: Tabi ki hayır! 12 Eylül'de her kesimden insan işkence gördü. Zaten yakalayabildiklerine işkence yapıyorlardı. S. Köçer: Peki , neden bu konuda en çok onların sesi çıkıyor? İ. Güneş: Bu tamamen bakış açısıyla alakalı. Bakın bir örnek vereyim. Can Dündar bu tür konularda çok hassas bir isim olarak bilinir. Manisalı Gençler, Metin Göktepe v. b davalar için yazılar yazdı, haberler, belgeseller yaptı. Ama benim filmim ile ilgili bir tek satır yazmadı! Bu da işin başka bir tarafı yani. Aytaç Arman diyor ki "Sağcı bir yönetmenin solcu bir gence yapılan işkenceyi anlatmasını anlayamıyorum". Onun kafasında işkence deyince sol var. Ülkücülerin de 12 Eylül'de işkence gördüğünü hayal bile edemiyor. Onlar sanıyorlar ki ülkücüler el bebek gül bebek muamelesi görmüş. Aslında büyük bir ızdırap çekmiş ülkücüler. Bunun filmini bile yapmak lazım. Çünkü adam diyor ki "ben devletin yanında yer aldım". Ama dayak yiyor. Aynı derecede işkence görüyor, aynı şekilde ölüyor! Elazığlı bir arkadaşım var. İki metre boyunda bir çocuk. Yüz kiloluk adam 48 kiloya düşmüş gördüğü işkenceden! Öldü diye çöpe atmışlar! Sonra bir tabip asteğmen buluyor bunu. İyileştiriyor ve tekrar alıyorlar elinden! Bunun sağı solu olur mu?Bir çocuk anlattı bana. Bir tane Rızgari örgütünden çocuk var. Ona hiç dokunmuyorlar. Orada kelepçeli duruyor. Bizimkini alıyorlar. Ver Allah ver! Bu da duyuyor tabi. Şimdi, işkenceyi duymak görmekten daha beter. Çünkü bunda müthiş bir belirsizlik korkusu var. "Ha şimdi götürecekler, ha sonra götürecekler! " diye bekliyor adam. 45 gün böyle devam etmiş! "Yeter, beni de alın artık" diye bağırıyor adam! Ve alıyorlar tabi. Konuşmuyor haliyle. Konuşmayınca cop sokmaya çalışıyorlar! "Sıkıyor" diyor arkadaşına işkenceyi yapan. "Matkapla yapın" diyor o da. Düşünün, gözleriniz kapalı ve matkap çalıştırılıyor arkanızdan! "Bir daha deneyin copu " diyor adam. Böyle bir vahşet görülmüş müdür? Bunu hangi din, hangi anlayış barındırabilir?Şimdi bu adam Rızgari örgütünden diye "oh olsun" falan mı diyeyim?Bir de başka tarafı var bu işin. Rızgarili devlete karşı mücadele etmiş. Bu tür bir sona az çok hazırlamıştır belki de kendini. Gerçi bu kadarını da beklememiştir ama yine de bazı şeyleri göze almıştır. Ama ya diğeri?Rızgarili dönüp diyor ki ülkücü olana "Devlet devlet diyordun. Al bakalım devleti! "Belki de bu açıdan düşünüldüğünde ülkücünün daha büyük ızdırap çektiği bile söylenebilir. S. Köçer: Son olarak Irak'taki işkence görüntüleri ile ilgili bir kaç şey sormak istiyorum. Bu gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? İ. Güneş: Biraz namuslu davrandılar desem yanlış anlaşılmam umarım. Adamlar yaptıkları işi ulu orta sergilediler. İpin ucunu bir kere kaçırınca kendileri getirdiler devamını. Müthiş bir ukalalıkla yaklaşıyorlar olaya. Bu açıklık ilgimi çekti. Tabi ki bir sapıklıktır bu yapılanlar. Adam para için dünyanın bir ucundan askere yazılıp dünyanın öbür ucundaki insanlara gelip işkence yapıyor. Bizde de yapıldı işkenceler. Ama yıllarca gizlendi bunlar. S. Köçer: Nasıl kaçtı ipin ucu?Görüntüler nasıl çıktı ortaya? İ. Güneş: Cep telefonları ile olmuş olabilir. Veya küçük fotoğraf makineleri ile. Adam fotoğrafı çekip akrabasına, eşine, dostuna göndermiştir. Bir kere bazıları ortaya çıkınca, gerisi de kendiliğinden geldi yani. S. Köçer: Peki siz bu işkencelerin münferit olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa bu sistematik bir metotla mı uygulandı? İ. Güneş: Sistemli tabi. Bush bu işi biliyor muydu?Ben bilmediği kanaatindeyim. Allah var şimdi. Ama diğer sorumluların haberi olabilir. Bizde de öyledir. "Sorgula kardeşim! " diyor. "Al kardeşim" diyor. "Bul, bana ne" diyor. Şimdi sorumluluk adama kalıyor bu durumda. Askerde niye sopa atarlar?Kendilerini kurtarmak için. Şimdi adam on başı. Bakıyor ere ve bu yolu kollanıyor. Yarın bir gün teftiş yapılırsa onbaşının başı yanacak. Bu da böyle bir şey. S. Köçer: Halklar bu konularda iktidarlar gibi mi düşünüyor? İ. Güneş: Sanmıyorum ama tepki bunların oluşmasına engel olmuyor işte. S. Köçer: Amerikan ve Avrupa sanat ve özellikle sinema dünyası bu konuda nasıl bir tavır takındı sizce? İ. Güneş: Bu tür uygulamaların yansıtıldığı yapımlara rastlamak mümkün. Ama bizimkinden farkları yok yine de. Bizim ülkemizde sanat dünyasının işkenceye nasıl yaklaştığı ortada. Az önce Aytaç Arman örneğini verdim. Bunun aynısı orada var . S. Köçer: Yeni projeler var mı? İ. Güneş: Evet şu an bir proje üzerinde çalışıyoruz. S. Köçer: İsmail bey, teşekkür ederim vakit ayırdığınız için. Yeni projenizde de başarılar diliyorum. İ. Güneş: Ben teşekkür ederim. Size de iyi çalışmalar. Söyleşi: Suat Köçer (Fotoğraflar için Ümit Göktaş'a teşekkürler)
YİĞİDİ ÖLDÜR AMA HAKKINI YEME

Yücel Çakmaklı ile başlayan Milli Sinema hareketini teorik yönden sağlamlaştırma, pratik olarak da örneklerini verme amacında olan bir üniversite öğrencisi topluluğu vardı bir zamanlar.

MTTB Sinema Kulübü çatısı altında faaliyet gösteren ve sonradan kendilerine Akın Grup ismini verecek olan bu grubun 1970-75 arası düzenledikleri açık oturumlar, söyleşiler, çıkarttıkları sinema ile alakalı dergiler ve yayınladıkları bildiriler Müslüman camiada sinema hareketlerinin başlamasına ve gittikçe büyümesine vesile olmuştu.

İçlerinde Mesut Uçakan, Abdurrahman Dilipak, Faruk Aksoy, Ahmet Ulueren, Mehmet Kılıç gibi üniversite öğrencilerinin bulunduğu grubun başkanlığını da
Salih Diriklik
isimli bir Tıp fakültesi öğrencisi yapmaktaydı
MTTB’DE SİNEMA KULÜBÜ
Kayseri’nin köklü bir ailesine mensup
Mehmet Kılıç
İstanbul’da büyür. Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde eğitim görür. Aynı dönemde Millî Türk Talebe Birliği’ne (MTTB) de gidip gelmektedir. Burada 7-8 arkadaş bir sinema kulübü kurarlar. Başlarında Yücel ağabeyleri (Çakmaklı) vardır. Halit Refiğ, Metin Erksan ile irtibatlar sağlanır ve Yeşilçam’ın birikiminden de istifade edilir. O dönemde siyasal ortam oldukça hararetlidir ve herkesin bir safı vardır. Mehmet Kılıç politikayı sevmez; fakat vatansever-milliyetçi-Müslüman sıfatıyla Türkeş’i kendine yakın görür. Aynı dönemde Yılmaz Güney sol cenahta güçlü sinema filmleri çekmektedir. Kılıç ve arkadaşları da ilgi duydukları sinema alanında kendilerini ifade etmek isterler ve ilk girişimde bulunurlar. Salih Diriklik’in yönetmenliğini yaptığı ‘Gençlik Köprüsü’ böyle vücut bulur. Bu ilk çalışmanın ardından grup içinde çatallaşma yaşanır.
Bir bölümü Erbakan’ı kendine yakın görürken
diğerleri
Türkeş’in
peşinden gitmek ister.
Mehmet Kılıç
ikincisinden yana tavrını sergiler.
Böylece ilk projeleri için arkadaşlarıyla kolları sıvarlar.
Ülkücü derneklerin kapısını çalarak destek ister
ve
en çok katkıyı Almanya’daki Türk vatandaşlarından alırlar.
TÜRKER İNANOĞLU




İYİLER İYİDİR