.

.








8 Mart 2009 Pazar

KÖSE KADI ve DEVLET ANA

" Düşmanıda Yönetmek "


Roma senatosunda konuşanlar, uzun yıllar "Kartaca yıkılsın" diye söze başladılar. Bir hitap kalıbı gibi. Kartaca, bugünkü Tunus'un denize bir yarımada şeklinde uzanan ucunda bir koloni kuran Fenikelilerin merkeziydi. Hannibal'ın filleriyle birlikte İspanya üzerinden Roma'ya yürüyüşüyle başlayan gerginlikler ve savaşlar, Kartaca'yı Roma için uzunca bir dönem bir kâbusa dönüştürmüştü. Hannibal'ın ordusu Roma'nın yakınlarında iken, Scipio Africanus adında bir Romalı general, cüretkâr bir plan yaptı. Roma'yı savunmak yerine ordusunu Akdeniz'in karşısına, Kartaca yakınlarına çıkarttı. Anavatanını savunmak üzere telaşla peşinden gelen Hannibal'ın ordusunu M.Ö. 202'de imha etti. Ve Kartaca yıkıldı. Savaşlar yıkıcıdır. Bu yıkıcılık savaşın doğasından ziyade savaşanların bilinçli tercihidir. Sonunda gerçekleşen "Kartaca yıkılsın" temennisi, bir mecaz değildi. Kartaca taş taş üstünde bırakmamacasına, bir daha o şehirde birileri yaşamayacak şekilde yerle bir edildi. Bu yıkım bir ceza olmanın yanında, gelecekte Roma'ya meydan okumaya kalkacakları caydırma amacı taşıyordu. Taktik ve strateji becerisi yüksek komutanlar savaşları orijinal komplolar olarak planlarlar. Kimsenin aklına gelmeyeni düşünmek, karşı tarafı hiç beklemediği yerden vurmak, şaşırtmak ve düşmanı planlanan eyleme zorlamak. Sahip olduğunuz silah ve insan gücünü, yani elinizdeki sınırlı araçları karşı tarafın zaaflarını dikkate alarak organize ederken, aldatmacalara girişerek düşmanı da yönetmeye çalışmak.

BAHATTİN ÖZKİŞİ = KÖSE KADI

KEMAL TAHİR=DEVLET ANA

Kemal Tahir’in “Devlet Ana” adlı romanı altı bölümden meydana gelmektedir. Bu altı bölüm, büyük harflerle yazılarak kaçıncı bölüm olduğunun belirtilmesi yanında ayrıca yine büyük harflerle her bölümün konusunu içeren başlıklarla verilmiştir. Romanın altıncı ve son bölümü “ Kerimcan’ ın Yolu” başlığı altında verilmiştir. Yine bu son kısımda romen rakamları ile birbirilerinden ayrı üç kısım bulunmaktadır. Roman toplam 610 sahifeden ibarettir. Romanın ilk baskısı 1967 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapılmıştır. Romanın elimizdeki en son basım tarihi Ocak 1984’ tür. Roman tek ciltten ibaret olup, ön kapak sade bir baskıya yer verirken arka kapakta kitabın özeti ve yazardan birkaç söz yer almaktadır.
Romanın Konusu:
Osmanlı imparatorluğunun aşiretliğideki yaşam tarzı, adaletleri gelenek ve görenekleri konu edilerek nasıl devlet olma mertebesine yükseldiğıinin destansı bir ifade tarzı ile okuyucuya verilmesi sözkonusudur. Eserde Osmanlı imparatorluğunun aşiretlik devrine inilerek Söğüt’ teki yaşam tarzı dikkatlere sunulmuştur. Bu mekan içerisinde Osmanlı imparatorlğunun yükselmesine sebep olan tarihi şahsiyetler dahil edilmiştir. Bu şahsiyetler içinde osmanlı aşiretinin kurucusu ertugrul Gazi ile ağlu osman Bey ve onun oğlu Orhan Bey mütelaa edilmektedir.
Vaka:
Notüs Gladyüs, burada geçici olarak konaklamaktadır. Bu hanı Mavro ablası Liya ile birlikte işlemektedir. Notüs Gladyüs’ ün Türkopol Uranha isminde arkadaşı vardır. Notüs Gladyüs, oldukça alçak ve karaktersiz bir kişidir. Karanlıktan yararlanarak Liya’nın odasına girer ve ona tecavüz etmeye kalkar ancak Liya’nın elindeki bıçağın zehirli olduğuni söylemesi üzerine bu emelini gerçekleştiremez. Diğer yandan Liya, Türk genci olan Demircan’a aşıktır. Bir gün Liya ile Demircan’ı buluşma halinde yakalar ve acımadan Demircan’ı öldürür aynı zamanda Liya’ ya tecavüz eder. Yardımcı Türkopal Uranha’dır. Bu olay Osmanlı aşiretinde Osman Bey’in oğlu Orhan ve Demircan’ın kardeşi Kerim tarafından görülür. Kerim, olay karşısında şok geçirir inanamaz. Orhan Bey Kerim’i yatıştırır ve olaydan bütün söğüt haberdar edilir. Diğer yandan Demircan’ın annesi Bacıbey oğlunun ölümüne fazla bir tepki göstermez. Bu fuygunsuz durumda öldürülmesinin yiğitliğe yakışmadığı düşencesiyle tepkide bulunmamıştır. Ancak yüreği ağlunun kin acısıyla yanmaktadır. Bu arada Orhan Bey ve Kerim de bu işin peşindedir. Demircan ölünce Bacıbey mollalık yapmakta olan oğlu Kerim’in artık bu işi bırakıp kılıç kuşunması gerektiğini belirtir. Olaylar böyle gelişmekteyken Ertuğrul Gazi çok ağır bir şekilde hastalanır. Artık ölmek üzeredir. Oymağa yeni bir Bey gerekmektedir. Sonunda oymağın ileri gelenleri tarafından oylama yapılır ve osman Bey oymağın başına getirilir. Ancak bu iş için başka bir istekli kişi de Osman Beyin amcası Dündar alp’ tir. Dündar Alp beyliği ele geçirme pahasında da olsa Rum taraflarına büyük bir yakınlık göstermiş, osmanlılara karşı onlara arka olmuştur. Diğer yandan ablası öldürülen Mavro hanı kapatmak zorunda kalır. Mavro’nun Türk’lere karşı senpatisi vardır. Mavro ablasının Demircan’la olan ilişkisini bilmektedir. Bu olayda Nilüfer’e tekfurla evlenmesi için baskı yapılmış ve bir yere haps edilmiştir. Bu işte de Notüs Gladyüs ve Uranha’nın parmağı vardır. Demircanın öldürülmesi olayındada Notüs Gladyüs ve Uranha’nın parmağı olduğu anlaşımştır. Tekfurlara karşı savaş açılmış yapılan savaşta Dündar Alp karşı tarafı desteklemiştir. Ancak savaş onların yenilgileri ile bitmiştir. Savaştan sonra Nilüfer ile Orhan Bey’in düğününe gelmiştir. Aynı şey Kerim ve Aslıhan içinde sözkonusudur. Roman bu olayların sonucunda neticelenir.
Özet:
Eser, Ertuğrul Beyin at bakıcısı Demircan’ın öldürülmesi olayı ile başlar. Olay, atla geziye çıkan Kerim ve Orhan Bey aracılığı ile görülür ve herkez bu olaydan heberdar edilir. Kerim, Demircan’ın kardeşidir. Gördüğü bu olay karşısında şok geçirir ancak aynı tepkiyi annesi Bacıbey’in göstermemesine şaşar. Bacıbey’in herhangi bir tepki göstermemesindeki sebep oğlu Demircan’ın vurulduğu anın hoş bir manzara orz etmeyişidir. Ama intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Daha sonra romanda ikinci derecedeki olay Ertuğrul’un ölümü ve Osman Bey’in oymağın beyliğini üstlenmesidir. Diğer yandan oğlu ölen Bacıbey Kerimin ağabeyisinin yerini alması için onu zorlaması sözkonusudur. Bu amaçla Kerim kılıç derslerine başlar. Orhan Bey’le birlikte Kaptan Çavuş’tan kılıç dersi alırlar. Bu arada kaptan Çavuş’un güzel kızı Aslıhan ile Kerim’in arasında bir duygusal ilişki söz konusudur. Öte yandan Osman Bey zamanının ulularından Şeyh Edebali’nin kızını alır ve Edebali’nin kızı olan Bala Hatun Osman Bey’in ikinci hanımıdır. Evlendikten sonra Osmanlı aşiretinin geleneklerine kolaylakla uyar. Diğer yandan Orhan Bey, Nilüfer Hatunla olan ilişkisini evlenmeye kadar vardırır. Ancak, roman Orhan Bey evlenmeden son bulur. Diğer yandan Kerim ile Aslıhan’ın ilişkisinin sonucunun evlilikle sonuçlanması eser bitmeden okuyucuya sezdirilmiştir. Zaman: Eser konusundan da anlaşılacağı gibi tarihi bir eserdir. Eserin bu yönden geçmiş zamanlardaki olayı mevzu olarak seçtiği çıkarılmaktıdır. Roman, Osmanlı imparatorluğunun aşiretliğindeki zamanı konu olarak ele alır. Yani imparatorluğun kuruluş yılları olan 1299 tarihi devir sözkonusudur. Osman Beyin Bala Hatun’la ilişkisi hakkında da zaman açısından geriye dönülmüştür. Mekan: Eserde mekan önce Notüs Gladyüs ve Uranha’nın kaldığı bir rum hanıdır. Eserde, şahıslar yer değistirince normal olarak mekan da değişiklik arzetmektedirler. Eserde Rum’lara ait mekanın dışında Türk’lerin ikamet ettiği mekan da vardır ki, oda Sögüt’tür. Osman Bey’in Şeyh Edebali’nin tekkesine gittiğinde normal olarak mekan buraya ait çizgileri ihtiva etmektedir. Romanda mekan bakımından bir başka özellik Türkların yaylalara olan göçlerinin mekanla birlikte verilmesidir.
Şahıs Kadrosu:
Osman Bey Orhan Bey Kerim Bacıbey Şeyh Edebali Mavro Kaptan Çavuş Yunus Emre Aslıhan Notus Gladyüs Uranha ve diğer figüranlardır.
DEĞERLENDİRME
Kemal Tahir'in eşşiz romanı...kayı boyunun bizans sınırlarına yerleşmesini ve ilk türk devletinin kurulmasını anlatır. romana ismini veren karakter kayı boyundaki türk kadınlarının lideri bacıbeydir ve devlet ana olarak anılır. tarih olarak ertuğrul gazinin ölümü ve osman beyin beyliğin başına geçmesi arasındaki zamanı anlatır. ahilikten mevlanaya, yunus emreden, türk büyüklerinin yetişme tarzına kadar; o deviri okuyanlara yaşatmakdadır. kemal tahirin bir çok romanında olduğu gibi türk tarihine ışık tutan bu romanıda hikayeyi bir çok karakter üzerine bölmekte ve bir kişi üzerine yoğunlaşmamaktadır.

Eski ve yeni eserleriyle Kemal Tahir külliyatı Edebiyat dünyasının en üretken yazarlarından Kemal Tahir'in yayınlanmış eserleriyle birlikte bugüne kadar hiç yayımlanmamış öyküleri ve mektupları üç bölüm halinde okurla buluşacak.Türk edebiyatının kuşkusuz en tartışmalı yazarı sayılan Kemal Tahir'in eserleri, okurlarıyla bir kez daha ama eskisinden çok daha farklı bir biçimde buluşuyor. İthaki Yayınları, Kemal Tahir Vakfı ile yaptığı anlaşma gereğince, yazarın bütün eserlerini külliyat halinde yayımlamaya başladı. Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yol Ayrımı, Karılar Koğuşu, Yorgun Savaşçı, Devlet Ana ve Kurt Kanunu ilk elden yayınlanan kitaplar. Şüphesiz Türk edebiyatının en üretken yazarlarından biri olan Kemal Tahir'in bu üretkenliğinde yazarlık dışında başka bir yerden gelirinin olmamasının da payı oldukça yüksek. Bu nedenle yazarın, Demir Tahir, Bedri Eser, Cemalettin Mahir, TA-KA, Celal Dağlar ve daha pek çok takma adla yayımlanan tefrika romanları ve öyküleri var. İthaki Yayınları Kemal Tahir'in Bütün Eserleri'nin yayımlanması için üç bölümlü bir çalışma planı hazırladı. İlkinde, bugüne kadar basılmış eserlerin yeniden baskıları yapılacak, varsa eserlerin müsveddeleri ve ilk baskıları gözden geçirilerek yeniden yayımlanacak. İkincisinde, bu külliyatın önemli bir parçası olan, Kemal Tahir'in bugüne kadar hiç yayımlanmamış öyküleri okuyucu karşısına çıkarılacak. Yazarın müsveddeleri arasında kalan elli öykü, (bunların bazıları tamamlanmamış), 'Yayınlanmamış Öyküler' başlığıyla yayınlanacak. Öykülerin ilk iki cildi Dutlar Yetişmedi ve Zehra'nın Defteri ismini taşıyor. Bunların dışında Kemal Tahir'in Yedigün, Karikatür gibi dergilerde kendi adıyla ve takma adlarla yayımladığı öyküler de bu külliyatın bir parçası olacak. Yazarın, yine Karikatür dergisinde tefrika olarak yayınlanan 'Aşk Çetesi', adlı mizahi romanı da (Kemal Tahir için oldukça farklı bir roman olduğunu eklemeliyim) bugünlerde ve ilk kez bir kitap olarak yayımlanacak, kendi adıyla yayımladığı tek tefrikası olması ayrıca vurgulanmaya değerdir.TEFRİKALAR VAR Yazarın takma adlarla yayınladığı, Ödeşmek, Sevmek Hakkı, Sahte Serseri, Aşk Modası, Acayip Bir Aile, Bir Gecenin Beyliği gibi tefrika romanları da bu külliyatın içinde yer alacak. Yazarın, yaptığı röportajlar ve dergilerde kalan yazıları da bir araya getirilecek. Yayın planının üçüncü aşaması ise Tahir'in çevirdiği ve takma isimlerle kendisinin de kaleme aldığı, unutulmaz polisiyeklasiği Mike Hammer romanlarının yayınlanması... Bu romanlar da Ömer Türkeş editörlüğünde yayına hazırlanacak. Kemal Tahir'in ilk eşi Fatma İrfan Serhan'a yazdığı ve 1979 yılında Sander Yayınları tarafından yayımlanan mektupları, Fatma İrfan'ın oğlu Levent Serhan'da kalan diğer mektuplarla genişletilmiş olarak önümüzdeki yıl içinde yayımlanacak. Nazım Hikmet'ten Kemal Tahir'e Mektuplar ve Kemal Tahir Vakfı arşivinden seçilecek kimi mektuplar da bu çalışmanın sonunda okurla buluşacak.TARİHİ HESAPLAŞMA 12 Eylül hesaplaşması sürüyor. Asılmayıp Beslenenler kitabının yazarı Ertuğrul Mavioğlu'nun ikinci kitabı Apoletli Adalet, 12 Eylül'ün 25. yılında Babil Yayınları tarafından yayınlandı. Apoletli Adalet, Bir 12 Eylül Hesaplaşması dizisinin ikinci kitabı. Birincisi, cezaevlerinde yaşanan işkenceleri anlatmayı hedefleyen Asılmayıp Beslenenler'di. Apoletli Adalet, 12 Eylül yargılamalarını, ağırlıklı olarak o dönemin hukukçularının anlatımlarına dayanarak sorgulamayı hedefliyor. Her tanık, o günlere ilişkin gözlemlerinin yanı sıra, 'bugün yaşadıklarımız dünden ne kadar etkilendi' sorusunu da yanıtlıyor.
DEVLET ANA:
“Devlet Ana”, Osmanlı Devleti kurulmadan önceki Anadolu’nun görünümünü ve Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, onların güçlü, güvenli, adaletli bir devlete duyduğu ihtiyacı da açığa çıkarmaktadır. Kemal Tahir’in en önemli romanı olarak gösterilen “Devlet Ana”, onun düşünce yapısını da en iyi yansıtan eserlerinden biri sayılmaktadır. 1967′de yayımlanan roman, 1968 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanmıştır.
651 Sayfa.

KÖSE KADI

Kitabın Adı : Köse Kadı , Yazarı : Bahaeddin Özkişi, Kitaptaki Kahramanlar : Köse Kadı, Kont Gall Adam, Kale Başpiskoposu,Arşidük Karoli, Macar İstihbarat Yüzbaşı(Deli Gak), Şeyh Necmeddin Bey, Ali Bey(Kale Kumandanı), Lala Hüseyin Paşa, Ali Bey, oğlu Ahmet, Murat (Marat)Bey, Cizinna, Martali Matyas, Osmanlı İstihbarattan Arşidük uşağı Tamas, Kale muhtarı, Hayreddin, 2.Selim, Onbaşı Kahori....Asıl işlenen konu: Macar-Türk kardeşliğiHür bir Macaristan’ın hiçbir zaman Türk mevcudiyetinden mahrum var olamayacağı.Türk’ü vatandan kovmak için Arşidük Karoli’nin babasının aklı başa getiren sözleri dikkatle okunması gereken,ibret alınması gereken yer.Kızıl Elma yolunda gözünü kırpmadan can verecek Türk’ü davasından döndüren para,kadın ve içkinin dev gibi bir ordudan etkili olan gücü.Can alıcı noktalarda ortaya çıkan, ölüm nefesinde bile Devlet-i Ali’ nin bekası için Türklüğü belli olmasın diye kellesini kestirip kaçırtabilecek imana ve dirayete sahip Türk İstihbarat görevlilerinin cesareti.Sadece inançsız,bomboş kalmamak uğruna, her an küfür savurmaya çekinmedikleri kiliseye ,neden sonra İslamı tercih edecekleri, daha niye akılları tam bir kanaat getirdiği halde,kendileri inat ettiklerini anlama uğraşımız Hz.Muhammed(S.A.V.)’in peygamberliğini ilanından beri devam edegelmektedir.Sultan Alparslan’dan, Osman Gazi’den beri süre gelen Kutsal Dava’da kimi beğler, tahtın çekiciliğine,makamın büyüklüğüne kanıp, lanetlere uğrasa da adını duyamadığımız, tarih kitaplarında yer almayan nice Türk yiğitlerinin mevcudiyeti bu asil milleti hiçbir zaman köle düşürmemiştir.İşte bu adlarını maalesef duyamadığımız kahramanlar,ne ana ne de sıla hayalindeki Türk İstihbarat görevlileridir.Napolyon’un da dediği gibi, ‘Topçunun ,süvarinin,piyadelerin kahramanlıkları, casusların şu göze görünmez, lanetli ordusu yanında hiç kalır...’

KÖSE KADI VE BAHAEDDİN ÖZKİŞİ

Türkiye'de yaşamış iyi yazarlardan biridir Mehmed Bahaeddin Özkişi. Hikâyeci, romancı, müzehhip, ressam ve maket ev yapımcısı olarak bilinen Özkişi, "hezarfen", çok yönlü bir sanatçıydı. Ama onun bütün bu yönlerini bilen insanların maalesef sayıları da çok fazla değil. Birileri sizi tanıtmıyorsa, duyurmuyorsa, bazı çevrelere ulaştırmıyorsa, eserleriniz yayınlansa da yayınlanmasa da unutulur gidersiniz. Bahaeddin Özkişi de maalesef bu "sahipsiz", "hâmisiz" kahramanlardan biridir. Önce bir biyografisine bakalım isterseniz. 1928 Haziran'ında İstanbul Fatih'te dünyaya geldi. Nüfus kaydında doğum yeri olarak Manisa görünüyor. Demirci Nakşî şeyhlerinden Hacı Hâlid Efendi'nin torunu, Fatih dersiâmlarından Ömer Lütfi Efendi'nin oğludur. Dedesinin babası Ömer Efendi Bağdat'tan büyük mutasavvıf Mevlânâ Halid'ten vazife alarak manevi bir işaretle Demirci'ye yerleşti. Pederi Hacı Hâlid Efendi'nin vefatı ile on altı yaşında Bursa Medresesi'ne kaydolan Ömer Lütfi Efendi, daha sonra İstanbul'a gelip okudu. Balkan ve Birinci Cihan harpleri dolayısıyla tahsili uzun sürdü. Dinî ilimlerde kendisini geliştirdi, ilmihal yazdı. Manevî iklimi çok bereketli olan böyle bir ailenin evladı olarak dünyaya gelen Mehmed Bahaeddin Özkişi'nin çocukluğu, varlıklı olmayan ancak kanaatkâr yapıya sahip bir ailede geçti. Mutasavvıf Hak âşıklarının toplandığı evleri, küçük Bahaeddin'in yetiştiği, piştiği, olgunlaştığı bir mektep oldu. 20. Yıl İlkokulu'nu (şimdiki Ahmet Rasim İlköğretim Okulu) 1939'da, Karagümrük Ortaokulu'nu 1942'de, Sultanahmet Sanat Enstitüsü'nü 1946'da bitirdi. Askerlik görevini 1947'de Erzurum'da yaptı. Bir süre Haliç Tersanesi'nde ustabaşı olarak çalıştıktan sonra Almanya'da Elektrik Ark Kaynak Okulu'nda okudu, kaynak öğretmenliği konusunda ihtisas yaptı. Devlet Havayolları'nda oto makinisti (1951-55), 1956'dan vefatına kadar da İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi'nde Kaynak Atölye Şefi olarak çalıştı. Tasavvuf neşvesinin hâkim olduğu evlerinde çok zengin bir dinî kültür edinen ve menkıbeler, sohbetler, ilâhiler arasında büyüyen Özkişi'nin sanat hevesi ve edebiyata ilgisi henüz Sanat Enstitüsü'nde okurken filizlenir. Bu sıralarda küçük hikâyeler yazmaya başlar. Sanatkâr mizacı, özellikle bu okulda kendisini gösterir. Okul atölyesinde meydana gelen bir patlama sonucunda ölen ve yaralananlar, onu bir roman denemesine yöneltir. Bu sıralarda çok yoğun bir okuma faaliyetine girişir. Haliç Tersanesi'nde çalışırken burada karşılaştığı değişik tipler ve ilginç olaylar, zehirli ortamlarda ekmek parası kazanan küçük çıraklar, mahallede toplanan semt sâkinleri, bunların yaşayışları ve kişilikleri Özkişi'de derin izler bırakır. İyi bir gözlemci olan sanatkârımız, kayda değer bulduğu her kişiyi ve hadiseyi yazmaya başlar. Ortaokul yıllarından itibaren sarıldığı kaleme 1950'lilerden sonra asılır. 1960-65 yılları arasında Akbaba dergisinde mizahî öyküleri yayınlanır. 1969 yılında evlendiği eşi Fatma Özden Hanım'ın desteği ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın tavsiyeleri ile hikâye yazmaya devam eder. Tanıştığı edebiyat ustalarından Tanpınar, kendisini teşvik eder. "Huzur" yazarı, evindeki bir toplantıda yazdıklarını dinlediği Bahaeddin Özkişi'ye, "Devam et evladım. Sen on tane Sait Faik edersin" diyerek hevesini arttırır. Bunun üzerine Özkişi hikâye yazmaya devam eder. Yazar, tasavvuf terbiyesiyle her olayın derinindeki hikmetleri kavrayabilmeyi öğrenir. Eski, mutlu İstanbul'un mütevazi, bilgili, seçkin insanları onun çocuksu dünyasının yeşil ışıkları olur. PEYAMİ SAFA ÖDÜLÜ Yazarın ilk eseri, 1959'da yayınlandı. "Bir Çınar Vardı" adıyla Vakit Matbaası'nda basılan eser, yirmi dokuz kısa hikâye ve bir ithaf hikâye olmak üzere 30 bölümden meydana geliyor. Bu metinlerin bir kısmı deneme niteliğinde ve oldukça kısadır. Özkişi, 1970-75 yılları arasında roman ve ilk hikâye kitabının dışındaki diğer hikâyelerini, yeniden elden geçirip ilavelerle "Göç Zamanı" adlı kitapta topladı. Kitap, Türkiye Milli Kültür Vakfı'nın başarı ödülüne lâyık görüldü. Özkişi'nin tarihimizden bir dönemi işlediği "Köse Kadı" romanının ilk baskısı 1974'te, ikinci cilti olan "Uçtaki Adam" 1975'te basıldı. Aynı yıl yayınlanan "Sokakta" isimli romanı "Peyami Safa RomanYarışması"nda 'başarı ödülü' aldı. Sağlam bir irade ve temiz bir karaktere sahip olan Özkişi, her yazdığı için kendisini muhasebeye çeker, "Büyük hesap gününde suçlu düşmeyeyim" derdi. Kişiliğine saygı duyduğu ve fikirlerine büyük değer verdiği yazar ve mütefekkir Sâmiha Ayverdi'yi bir gün ziyaret eder. Kendisine birçok konuda tavsiyelerde bulunan Ayverdi'nin talebi üzerine tarihimize ait olayları romanlaştırmaya devam eder. "Köse Kadı"nın devamı olan "Uçdaki Adam"ı yazmaya karar verir. Eşi Fatma Özden hanımefendi, yazarın son olarak Anadolu'da Ahi Teşkilâtı'nı konu edinen bir romanın ilk 30 sayfasını yazdığını, ancak tamamlayamadığını ifade ediyor. Özkişi 10 Kasım 1975 tarihinde Hakkın rahmetine kavuştu. Cenazesini İskenderpaşa Camii'nin rahmetli imamı Mehmed Zahid Kotku Fatih Camii'nde kıldırdı. Yıkanışı ve defninde ise, yine rahmete kavuşan Esat Coşan'ın pederi Necati Bey ile o günkü İstanbul Müftüsü merhum Abdurrahman Şeref Yazıcı da bulundu. Edirnekapı Mezarlığı Sakızağacı Şehitliği'nde babası ve annesinin yanında yatıyor. Özkişi'nin vefat ettiği sırada dört yaşında olan tek kızı Zeynep Hanım'dan iki torunu bulunuyor. Edebiyat hayatımızda nisyâna terkedilen sadece Bahaeddin Özkişi değil şüphesiz. Onun gibi nice şâir, yazar unutkanlığın veya kastın hedefi olmuştur. Fakat Özkişi, edebiyat çevrelerinde ciddi mânâda alaka göremese bile, toplumumuzun şaşmaz sağduyusu ile okunmuş, sevilmiş hatta eserlerinin korsan baskısı çıkarılacak kadar okuyucunun geniş ilgisiyle karşılaşmıştır. Ötüken Neşriyat, yazarın bütün eserlerini yeni bir dizayn ile okuyuculara ulaştırırken, bu bilge yazarımıza dair "Bahaeddin Özkişi ve Eserleri" isimli çok önemli bir tezi, Prof. Dr. Ömer Faruk Akün yönetiminde hazırlayan Ersin Özarslan'ın çalışmasının da genişletilerek kitap olarak yayınlanmasını beklemek hakkımızdır diye düşünüyoruz. EDEBİYATTA FARKLI BİR SES Bahaeddin Özkişi, edebiyatımızın naif bir sesi, derviş bir nefesiydi. İçine kapanık, mütevazi kişiliğiyle "ben varım"dan ziyade "ben de bir şeyler yazdım" der gibiydi. Ancak onun bu yüksek tevazuu, edebî gücünü gölgelemez, gölgelememeli. Eserlerinde Rumeli fütuhatının ana noktalarını çok sağlam bir şekilde işlediği görülüyor yazarımızın. Dil örgüsü sağlam, üslubu ilgi çekici olan Özkişi'nin romandaki asıl başarısı Köse Kadı'dadır. Osmanlıların serhat boylarındaki kahramanlıklarını destansı bir dil ve ifade ile anlatmış, hikâyelerinde ayrıntıları öne çıkarmış, farklı karakterdeki insanların ruh yapılarını çok mükemmel bir şekilde tasvir etmiştir. Ersin Özarslan, Özkişi'nin esas muvaffakiyetinin kendine has bir hikâye dili oluşturmasına bağlıyor ve devam ediyor: "Köse Kadı ve devamı Uçtaki Adam romanlarıyla bu dili ve hikâyeci vasfını romana taşımıştır. Bu romanlarında çok mükemmel değilse de ciddi bir seviye tutturmasına rağmen o hâlâ bir hikâyecidir. Fakat Sokakta adlı romanıyla, şaşırtıcı bir biçimde ve tam mânâsıyla mükemmel bir romancı olduğunu ortaya koyar." Peyami Safa'dan sonra, sinema tesirinden uzak, 'seviyeli tefekkür romanı' yazma başarısının Özkişi'ye ait olduğunu vurgulayan Özarslan, romancımıza dair yaptığı değerlendirmede şunları söylüyor: "Tarihe bakış, eserde işleyip, değerlendiriş bakımlarından kendisinden önce tarihî roman yazanlardan daha başarılıdır. Özkişi, derin bir kültür, ince bir seziş, zengin bir hayat tecrübesi, kılı kırk yaran bir dikkat, coşkun bir samimiyet, yerli bir zihniyet ve sarsılmaz bir imanla insanımıza has meseleleri ele almış ve işlemiştir. Doğu ve Batıyı yakından tanıyan ve her iki âlemden ilgi çekici kesitler verirken orijinal taraflar yakalayan 'millî' ve 'evrensel'in ufuklarını kucaklayan bir Türk yazarıdır." Hikâyelerinde insan denen meçhulun muammalarını ve tezatlarını çok başarılı tasvirlerle ortaya koyan Özkişi, sağlam bir zeminde doğru hissediş ve kavrayışlarla kendine özgü bir dil oluşturdu. Sanatçının "sükût suikasti"ne uğratılarak adından söz edilmediğini belirten araştırmacı yazar Ömer Lekesiz, "değerli hikâyeci"nin sanatıyla ilgili kayda değer tespitlerde bulunuyor: "Kurgusal açıdan Fikret Ürgüp'ün, üslûp açısından Tanpınar'ın, dil açısından Sait Faik'in öyküleriyle yarışacak nitelikte kısa öyküler yazan Özkişi, metinlerinden zengin ayrıntıyı, ruhsal derinliği ve felsefî yoğunluğu maharetle vermiş, bireyleri inanışlarına mahsus eylemleriyle durum ve olayları en net biçimleriyle ve ustaca bir kurguyla sunmuştur." ÖZGÜN KONULU ESERLER Yazarımızın ilk romanı "Köse Kadı"da sürükleyici bir anlatım, akıcı bir üslûb ve titiz bir dil hâkimdir. Sık sık değişen olaylar arasında çok sağlam mantık bağları kurulmuştur. XVI. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti'nin genişlemiş hudutlarının Macaristan bölümünde, Türk ihtişamı ve gücü, uçlarda ve köylerde cereyan eden heyecan, tehlike ve kahramanlık dolu inanılmaz hikâyelerle anlatılıyor. Devlet ebed-müddet'in ancak böylesine imanlı, zeki, cesur, mücadeleci, vefalı, yılmaz adsız kahramanların varlığıyla devam edeceği ibret ve hayranlık duygularıyla gözler önüne seriliyor. Serhadlerde, Türk beylerinin kale müdafaaları, ovalardaki muharebeler, Macar köylerinin Osmanlı Devleti'ne tâbi olmaları, binbir çeşit entrikalar, casusluklar, cinayetler, kurnazlıklar, belli günlerde dostane görünümdeki panayır, düğün ve eğlencelerde Türk'ün ve Macar'ın kaynaşması bir çok olayla, çok ustaca, doyurucu, sürükleyici bir şekilde dile getiriliyor. Romanda, aksiyon filmlerinin gerilimli heyecanını sadece okumuyor, adeta nefesimizi tutarak yaşıyoruz. Dönem, Sultan Selim Hanın şehzadeliği sıralarında geçmektedir. Osmanlı'yı ayakta tutan iç dinamiklerin altının çizildiği romanda Türk'ün yiğitliği, pervasızlığının yanısıra dinine sımsıkı bağlılığı ve milli şuuru, ustalıkla işleniyor. Temel düşünce olarak, insanların fani, ancak devletlerin kalıcı olduğu fikri aktarılıyor. "Uçdaki Adam" Köse Kadı'nın devamıdır. Aynı inanmış yiğit Osmanlılar, aynı kutsal dava için canlarını hiçe sayar, varlıklarını pervasızca ortaya koyarlar. Uçlarda adeta ölümle alay ederler. İlk romanda Köse Kadı İstonli Belgrat Kalesi'nde kaybolmuştu. "Uçdaki Adam"da Köse Kadı'nın hayatının bilinmeyen yönleri aydınlığa kavuşmakta, ayrıca bir başka serhad kurdu Paşaoğlu ortaya çıkmaktadır. "Sokakta" romanında esrarengiz ve kozmik bir atmosfer egemendir. Olay, insanların var oluşlarına kadar dayanır. "Onlar", çok önceleri, daha insanlar yaratılmadan vardı. Dünyanın eski sahipleriydi. Ayrı bir hikmetle ateşten fevkalade yeteneklerle yaratılmışlardı. Sonra büyük uygarlıklar kurdular. Alıştıkları güç sonradan onları sarhoş etti. Aşağılayıcı bir kibre kapıldılar. Aralarında kavgalar, çatışmalar meydana geldi. Dünyaya gelen ikinci kısım sâkinlerle anlaşamadılar. Aslında insanlık tarihi bunun hikâyesiyle doludur. Din, felsefe, ilim ve aralarındaki münasebetler son derece filozofik bir şekilde romanda örülüyor. Yazar, evliyasıyla, mescidiyle, çeşmesiyle konağıyla, asma çardaklı evleriyle sokakları anlatır. Huzurun, emniyetin hâkim olduğu bu sokaktan sahneler verir. Uzun yıllar aynı sokakta oturanların dertlerini, sevinçlerini, müşterek kaygı ve tasalarını yoğurarak nakleder. Hâtıralarla yoğrulu sokak capcanlı bir varlık gibidir. Konusunu geçen son yüzelli yıldan alan eserde, aldatılmış insanlığın hikâyesi, bir kenar sokakta meydana gelen çarpıcı olayların eşliğinde dillendiriliyor. Özkişi'nin 1959'da kendi imkânlarıyla bastığı ve 30 hikâyeden oluşan "Bir Çınar Vardı" isimli hikâye kitabının ardından ikinci hikâye kitabı, "Göç Zamanı" 1975'te yayınlanır. Hikâyelerin temel özelliği, belli bir çevre ile sınırlı olmayışlarıdır. Konularını çok değişik muhitlerden almakta ve hepsinde de aynı sıcaklık ve derinliğe ulaşmaktadır. ÇALIŞMA TARZI VE SON ESERİ Kendisiyle görüştüğümüz eşi Özden Hanım, sağlığındayken yazarımızın en büyük destekçisi olmuş ve beş yıl boyunca kâtipliğini yapmış. 1969 yılında evlendiği eşinin, Bahaeddin Bey'e çalışmalarında büyük katkılar sağladığını görüyoruz. 1970-75 yılları arasında "Köse Kadı", "Uçdaki Adam", "Sokakta" ve "Göç Zamanı" eserleri yayınlanır. Tabiî yazılışları daha eski olsa da Özden Hanım'ın desteğiyle üç roman ve hikâye kitabı ardarda çıkar. Eşinin çok muntazam çalıştığını belirten Özden Özkişi, bu konuda şunları söylüyor: "Herhangi bir konuda önce araştırma yapar, ansiklopedi ve kitap okur, sonra bunları romanlaştırmaya veya hikâyeleştirmeye koyulurdu. Beş yıl boyunca o söyledi, teksir kâğıtlarına ben yazdım. Çok merhametli ve hassas bir yapıya sahipti. Çocuklara büyük bir alaka gösterirdi. Kızı Zeynep'e düşkünlüğü vardı. İki torununu ise maalesef göremedi." Bir çok şair ve yazarın yarım kalan eseri vardır. Başlayıp da bitiremediği, şiiri, hikâyesi, romanı veya incelemesi yakınlarını hüzünlendirir. Bahaeddin Özkişi'nin de vefatından önce yazmaya başladığı bir eseri yarım kalır. Özden hanımefendi, Bahaeddin Bey'in Hakk'a yürümeden önce Ahi Teşkilâtı'nı ele alan bir romanın ilk 30 sayfasını yazdığını, ancak tamamlayamadığını belirtiyor. Kim, dünyada bütün işlerini tamamlayabilmiş ki... Bu arada sevindirici gelişmeler de olmuyor değil. Özkişi'nin yayınlanmamış 13 hikâyesi yarım kalmış romanıyla birlikte yakında kitaplaşıyor. Ayrıca baskısı çoktan tükenmiş olan ilk eseri "Bir Çınar Vardı"nın ikinci baskısı da yapılıyor. Üç romanının yanısıra, üç hikâye kitabının da kültür hayatımıza kazandırılmasıyla, ihmâl edilmiş bir değer olan Bahaeddin Özkişi'nin gündeme geleceğine ve Türk edebiyatındaki gerçek yerinin belirleneceğine inanıyorum. İNSANİ YÖNÜ GÜÇLÜ, HASSAS Bahaeddin Özkişi yakın çevresinde çok sevilir ve sayılırmış. Görüştüğüm dostlarından Prof. Dr. Mustafa Köseoğlu, Özkişi'nin yetişmesinde Tanpınar'ın büyük tesiri olduğunu belirtiyor ki, bu oldukça önemli bir husus. Köseoğlu, yakından tanıdığı Özkişi için şu değerlendirmeyi yapıyor: "Okumayı ve araştırmayı çok severdi. İlim adamlarına, yazarlara büyük hürmeti vardı. Okumaya karşı büyük ilgi duyulan bir muhitte yetişti. Bilhassa üniversite camiasında çok sevilirdi. Fevkalade hassas olup insanlarla yakından ilgilenirdi." Özkişi'nin çok ince bir ruh yapısına sahip olduğunu belirten Prof. Dr. Köseoğlu, narin tabiatlı yazarımızın ayrıca el sanatlarına oldukça yatkın bir yapıya sahip olduğunu, cam üzerine işleme ve eski evlerin maketlerini yaptığını sözlerine ekliyor. Prof. Dr. Bayram Yüksel de aynı üniversitede öğrencisi olduğu ve beraber çalıştığı Bahaeddin Özkişi'nin mesleğine uygun olarak insanları birbirine kaynaştırmayı, dostluk ve arkadaşlıkları çoğaltmayı sevdiğini söylüyor. Prof. Yüksel'e göre, "Bahaeddin Bey, soyadı gibi gerçekten 'Özkişi' idi. Devletimizin ve milletimizin son 200-300 yıldır yaşadığı kültür buhranının oluşturduğu sosyal karmaşa dolayısıyla kendisini lâyık olduğu yere oturtacak fırsatları bulamamış, etrafı için yaşayan bir insandı. Yunus Emre'nin dediği gibi bu dünyaya 'kavga' için değil 'sevi' için geldiği idrakinde idi." Yine yakın dostlarından Tufan Karabay, Bahaeddin Bey'in hâdiselere derinlemesine ve etraflıca bakıp bunları incelediğini belirtiyor. Bahaeddin Özkişi'yi daha iyi tanıyabilmek için Tufan Karabay'a esaslı kulak vermek gerek: "Bir şeye bakmak başka, görmek başka derdi. Ve bunu şümullendirerek, 'Gerek olaylara, gerek tarihe, gerekse maddi eserlere bakmasını ve görmesini bilmek, bizim şarkla garbın arasındaki en büyük farkı ortaya koyan bir özelliktir. Garplı bir şeye bakarken o eseri veya olayı ilk veya son defa görüyormuş gibi şuuruna nakşederek bakar. Biz ise bakarız ama onun aslını, özünü temaşa edemeyiz. Sadece bakar geçeriz' derdi. Çok sayıda insanla yakından temasa girmemesinin sebebi, vefa duygusunun insanlarda azalmasını görmesinden kaynaklanıyordu." Bahaeddin Bey yakın dostlarının büyük sevgisini ve takdirini kazanmış anlaşılan. Mehmet Kâmil Adıgüzel de nezih duygularla anıyor has dostunu: "Bahaeddin bey son derece hassas, vefa duygusu fazla, insanlara karşı son derece merhametli, şefkatli bir insandı." Yakın arkadaşlarından Baran Karabay, Bahaeddin Özkişi'nin seçkin bir ruh ve kalender bir gönül sahibi olduğunu belirterek 'derviş' kimliğini şu şekilde ifade ediyor: "O, şivesiyle, lehçesiyle, zarafeti, kibarlığıyla ve sesinin diksiyonuyla tam bir İstanbul efendisini temsil ediyordu. Mütevazı haliyle herkesin gönlünde taht kurmasını bilebilen nâdir bir kişiydi. İTÜ'de kürsü başkanı profesörden asistanına hademesinden çaycısına kadar herkesle aynı muhabbet içindeydi." KALEMİ KADAR ELİ DE MAHİR Kültür tarihçisi ve araştırmacı Süleyman Zeki Bağlan, Özkişi'nin az bilinen müzehhipliğine dikkat çekiyor ve eserlerinin ailesinde bulunduğunu belirtiyor. Bağlan'dan öğrendiğimize göre, Bahaeddin Bey büyük müzehhip ve minyatür üstadı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver'den de tezhip dersleri almış. Bahaeddin Özkişi, ecdadına bağlı, tarihine düşkün ve medeniyetine hayran bir aydındı. Oturduğu, yaşadığı mekânlara aşk derecesinde bağlıydı. Her geçen gün yitip giden, bozulup kaybolan İstanbul'un durumuna üzülüyor, beton yığını haline gelen güzide şehri, içi kahrolarak seyrediyordu. Buna elinden geldiği kadar direnmek, karşı koymak istedi. Eski güzelim ahşap evleri, hiç olmazsa maketlerini yaparak yaşatmak istedi. Fotoğraflarını çektiği evleri, sokakları, çeşmeleri maketlerine yansıttı. Bu konuda oldukça duyarlı bir aydın kimliği sergiledi Özkişi. Yaptığı dört maket evden biri Fatih, Çarşamba'da Mehmetağa semtindeki babası Ömer Lütfi Bey'in evidir. Edirne Müftüsü Ali Bey'in evini de vefatından önce dört yıl emek verdikten sonra bitirebilmişti. Bu evin özelliği ise ahşap olmayışı... Küçük mala kullanarak taş ve harç ile minyatür bir taş bina inşa etmişti. Üzeri sıvalı, badanalı, sıvaları yer yer dökülmüş, müştemilatıyla adeta evin bütün özelliklerini makete yansıtmış sanatçı. Çıkmalı, cumbalı, panjurlu, kafesli, tahta kapılı, yüksek bahçe duvarıyla maket neredeyse aslının aynısı. Ev, son derece ince bir el emeği ürünü olup klasik Osmanlı mimari tarzını ve geleneksel Türk ev'inin karakteristik özelliklerini gösteriyor. Bu güzel eserin özellikle Edirne'de bir müzede sergilenmesi, serhat şehrimizin kültürel hayatına renk katacak gibi görünüyor. Tabii Fatih evlerine de İstanbul'daki kültür kurumları sahip çıkmalı. Her dört eser, 1900'lü yılların sivil mimarisine gerçekçi örnek olmaları bakımından ehil kişi veya kurumlarca korunmalı. Mehmed Bahaeddin Özkişi, oldukça üstün duyarlılıklara sahip, birikim sahibi ve derin bir tasavvuf kültürüyle dolu bir yazar ve aydındı. Hikâyeci ve romancı olmanın yanısıra geleneksel Türk sanatlarına vâkıftı. Onun bütün bu yönlerinin ele alınması ve geniş araştırmalarla ortaya konulması, Türk kültürü ve edebiyatı adına büyük kazanç olacaktır. Yazımızı, sanatkârımızın "Değişme" adlı hikâyesinden bir bölümle bitirelim: "Yarabbi, sen değil miydin içimi dolduran seccadede? Benim değil miydi azaplarımı akıtan gözyaşları? Yere düşen ekmeği sen öptürmez miydin, anne? Sen değil miydin yağ ve şefkat sunan ekmekle dilim dilim? Ama anne, bu ekmek değil miydi seni taşıyan? Aynı düşünceler değil miydi âlemde âlemler yaratan? Yarabbi, bugün beynimdeki kurtlar düşünceler miydi? Şükür, şükür, şükür Rabbim şükür, yıldızları görebilen gözlerime. Ama Rabbim, onlar evvelce daha büyük değiller miydi? Ben ihtirası bilmeyecek kadar küçük müydüm? Yoksa yakut yakut hayallerim ihtiras mıydı? Ben değil miydim kâğıttan yelkenlinin sahibi? Ben değil miydim ülkeler fetheden, balkonumuzda? Ben görmez miydim güzelliği rüyalarımda? Ne dersin? O rüyalar gerçek değil miydi? Küçük yarasaların çılgın kavisleri yok muydu semada ve semada değil miydi mavilik? Umman genişliğince çamur havuzlar... O havuzlar benim değil miydi, ellerimle yaptığım? Saadetime yetmez miydi bir tebessüm? Bir okşama değil miydi beni ağlatan? Benim mi Rabbim, benim mi korkutan yarın? Ben miyim dün'e hasret göbekli adam? Ben miyim dünün yenilmez kahramanı? Ben miyim bugün kahvelerde ağlayan?" YARIM KALAN SON ROMANINDAN BİR BÖLÜM: "Akıl almaz şeydi olanlar. Fütüvvet diye geçirdi aklından. Nasıl olurdu da bir fetâ, bir ehli fütüvvet böyle alçakça bir şeye teşebbüs ederdi. Bunların Allahtan hiç mi korkusu yoktu. Kendisi de fütüvvet terbiyesiyle yetişmemiş miydi? Kişinin fetâ mevkiini haketmesi için Adem Aleyissselâm'ın özür dilemesine, Nuh'un sebatına, İbrahim'in vekârına, İsmail'in doğruluğuna, Musa'nın ihlâsına, Eyyüb'ün sabrına, Davud'un ağlayışına, Muhammed'in cömertliğine, Ebubekir'in acımasına, Ömer'in adaletine, Osman'ın utangaçlığına, Ali'nin bilgisine sahip olması ve bütün bu güzellikleri hakettiği halde nefsini horlayıp kusurlarını görebilmesi demek değil miydi? ......... Sonra birden onun dün akşam Çankırı'ya yaklaşırken söyledikleri aklına geldi. Hoca emmi geceden gündüze ola ki bir zuhurat olur demişti. Ola ki terki dünya veya terki diyâr gerekir. Sen gayri kocaman oldun. Allah'a dayan. O, kişiye gerçek dosttur. Törelerden yürü ay oğul. Seni ancak bu selâmete çıkarır. Töreler ikiydi. Kısaca açık ve kapalı denirdi bunlara. Yiğitte açık olması gereken alın, kalp ve kapıydı. El yanında yüzü kara olmamak. Şöyledir, böyledir diye ayrım yapmaksızın insanı sevmek. Yardım istendiğinde hayır demeyip keseni, kapını, sofranı herkese açık tutmak. ............. Yavaşça "El hükmi lillah" diye mırıldandı. Yıllardır düşünüyordu. doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamıştı. Seksen yıldır geçirdiği akıl almaz tecrübeler bile ona bu konuda yardımcı olamamıştı. Söz konusu olan kendi hayatı olsa bir an bile düşünmez güler geçerdi. O, kimsenin görmediğini görmüş; kimsenin hayalinden geçiremeyeceği hayatı yaşamıştı. Kahırlı hayatı boyunca tek başına adaletsizliklerin karşısına çıkmış; gün olmuş Devlet-i Âl-i Osman'ın yanında elinden geleni ardına komamıştı. Şimdi Anadolu kötü zamanlardaydı. Reaya bitmiş, çoğu idarecilerin hataları, yıllar süren harpler yüzünden köylü çifti çubuğu boşlamış, çift bozan levent olmuştu. Tam yaşlı bir adamın katılaşmış kanaatıyla "dönmelerde suç" diye mırıldandı. Enderunlular Anadolu adamını anlayamıyorlardı. Anlayamıyorlar, merhametten yoksun tutumlarıyla kırıyorlardı garipleri. Vergiler, salmalar, haraçlar ve türlü yeni isimler konmuş yeni vergiler, yine vergiler. Bütün bunlara kuşcuk canı dayanır mıydı reayanın. Köylü, Sultan-ı Ruyu zemine Allahü Zülcelal'in bir emaneti değil miydi? İlâhi emanet böylesi hor tutulur muydu? Yaşlı vücudunda genç gönlü böyle isyan ettiği zamanlarda olduğu gibi yine "tövbe, tövbe" dedi kendi kendine. Mehmet Nuri YARDIM
Bahaeddin Özkişi
1928 Haziranında İstanbul Fatih'te dünyaya geldi. Babası Manisa Demirci ilçesinin Nakşi şeyhlerinden Hacı Halit Efendi'nin oğlu Ömer Lütfi Efendidir. Fatih dersiamlarından olan Ömer Lütfi Efendi babasının vefatı ile Bursa medresesine kaydolmuş, ardından İstanbul'da eğitimine devam etmiştir. Balkan ve cihan harpleri sebebiyle tahsil hayatı uzun sürmüş, kadı olmamak için Hukuk diplomasını iki ders için almamıştır.Hakikat ehlinin toplanma yeri olan evleri Onun için okuldan önce okul oldu. Hakikate teşne böyle bir ortam içerisinde her vak'anın derunundaki hikmetleri kavrayabilmeyi öğrendi. Bu ortam Onu örnek bir evlat yaptı. Eski, mutlu İstanbul'un mütevazi, bilgili, seçkin insanları Onun 'çocuk dünyası'nın yeşil ışıklarıydı. Varlıklı değillerdi; fakat kanaat hissi hazineleriydi.Karagümrük Ortaokulunu bitirdikten sonra Sultanahmet Sanat Enstitüsü'nde okudu. Sanatkar ruhu burada kendini gösterdi. Bir patlama neticesi okul atölyesinde ölen ve yaralananlar Onu roman denemesine sevketti. Artık küçük hikayeler de yazıyor, beğenmiyor yeniden yazıyordu. Bu arada durmadan okuyordu.Mezun olunca Haliç Tersanesi'nde ustabaşı oldu. Orada karşılaştığı değişik tipler, olaylar, gemi sintinelerindeki zehirli havada ekmek parası kazanan küçük çıraklar, mahallesi, semt sakinlerinin ahlakları, sergüzeştleri ve kişilikleri Onda derin tesirler bıraktı.Askerliğini 1947'de Erzurum'da yaptı. Yeşilköy hava alanında çalıştı. Bu sıralarda okumaya, yazmaya ve kendi varlığıyla ilgili hakikatleri araştırmaya olan yoğun ilgisi nedeniyle tanıştığı edebiyat ustaları kendisiyle yakından ilgilenirler. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın evindeki bir sohbette yazdıklarını dinleyen Tanpınar, "Devam et evladım. Sen on tane Sait Faik edersin" der. Böylelikle hikaye yazmaya daha bir şevkle devam eder.Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Fakültesi'ne kaynak atölye şefi olur. İki yıl Almanya'da kaldı. Orada Kaynak Öğretmen Okulu'nu bitirdi ve incelemelerde bulundu. Bir yandan batı dünyasının iç yüzünü yakından öğrenme fırsatı bulurken, öte yandan fikri anlamda daha derinleşmiş olarak döndü oradan.Yazmayı ara vermeden sürdürürken bir yandan da Süheyl Ünver'den tezhip dersleri aldı. Cam üzerine tezhip çalıştı. Bir yandan da eski İstanbul evlerinin maketlerini üç boyutlu ve dört cepheli olarak yapmaya uğraştı. Aksesuarına en ince teferruatına kadar dikkat ederken malzeme olarak yıkılan eski ahşap evlerin tahtalarını kullanarak asıllarına çok uygun bir şekilde yapıyordu. Bu nedenle emsallerinin fevkinde büyük sanat eserleri çıkabiliyordu ortaya.Bizim olan herşey Onun için manalıydı. İncelik, ahlaki ve temizlik Onda doğuştandı. Okuma uğraşında sınırlama yoktu; Ona hakikati bir biçimiyle hissettirebilecek her şey okuma kapsamına giriyordu. Kitaplar Onun sermayesiydi.1959'da hikayelerini "Bir Çınar Vardı" adlı kitapçıkta topladı. Yirmi dokuz küçük hikaye ve bir ithaf hikayesiyle otuz hikayecikten meydana geliyordu bu kitapçık. 1960-1969 yılları arasında hikaye yazmaya devam etmiş ancak bunları kitap halinde bastırmamıştır.1969'da, evlendikten sonra eşinin teşvikiyle yazmasını sürdürdü. O söylüyor, dikkatli bir okuyucu olarak ve yapıcı tenkitleriyle sürekli Ona cesaret veren eşi el yazısıyla yazıyordu. Vefatından iki gece öncesine kadar yazmaya bu şekilde devam ettiler.Bu yoğunlaşmaların ardından 1970-1971 yılları arası "Köse Kadı- Uçdaki Adam - Sokakta" olmak üzere üç roman ve ilk hikaye kitabının haricindeki hikayelerinin yeniden gözden geçirilip ilavelerle "Göç Zamanı" adıyla basılması mümkün olmuştur. Aynı zamanda Anadolu'da ahilik teşkilatı ve sünni-şii çatışmalarını içeren bir roman yazmaya başlamış fakat ömrü vefa etmemiştir."Köse Kadı"nın ilk baskısı 1974'te, bunun ikinci cildi (devamı olan) "Uçdaki Adam" 1975'te basıldı. 1975 Peyami Safa Roman Yarışması'na katılan Özkişi "Sokakta" adlı romanıyla başarı ödülü aldı. Arkasından da "Göç Zamanı" basıldı. Vefatından bir hafta sonra satışa arzedilen bu kitap Türkiye Milli Kültür Vakfı'nın başarı ödülüne layık görülmüş ve bu ödül eşine tevdi edilmişti. 1979'da kitaplarının ikinci baskıları yapılmıştır."Köse Kadı"nın üçüncü baskısında Ötüken Yayınevince "Köse Kadı ve Uçdaki Adam" birleştirilmiş adı "Köse Kadı" olmak üzere tek kitap olarak basılmıştır. Basılmamış bir çok hikayesi ise okuyucusuyla buluşmak üzere yayıncısını beklemektedir."Köse Kadı" adlı roman çeşitli film şirketleri tarafından senaryo için istenmiş fakat eşi ve kızı Zeyneb'in, bu filmin Kuruluş filmi ayarında ve sekiz-on bölümlük bir dizi film olmasında ısrarları sebebiyle projeler gerçekleşmemiştir.Bahaeddin Özkişi seçkin ve pırıl pırıl bir insandı. İçi nasıl ise dışı da öyleydi. Her kitabı için nefsini muhasebeye çeker, "büyük hesap gününde suçlu düşmeyeyim" derdi.Özkişi hazırlanan televizyon programına vefatı nedeniye yetişemedi. En verimli çağında iken, beyni yüklendiği mana yüküne takat getiremedi. "Bu terazi bu kadar sikleti çekmez" diyen yazar beş günlük bir mücadele sonunda yenik düştü. 10 Kasım 1975'te hakkın rahmetine kavuştu. Yazmaya başladığı Ahi teşkilatını konu alan eser Onun için gerçek bir aşama olacaktı. Ne yazık ki ebed aleminden gelen çağrı, Onu 'Yariyle' mülaki olmak üzere fani alemden çekip aldı."Herkes kitaptan kendini okur. Eğer kendisi güçlüyse kendini kitaba katar. Yabancı şeyi kendisiyle birleştirir." GoetheBahaeddin Özkişi'nin Göç Zamanı adlı hikaye kitabını elime aldığımda ne yazar, ne de kitap hakkında hiçbir fikrim ya da referansım yoktu. Kendimi kitaba katacak ve onun kahramanlarıyla uzun süre yarenlik edecek bir ruh hali içinde de değildim. Hacmi küçük bir kitaptı. Hikayeler oldukça kısaydı. Kısa sürede okur ve vaktimi de değerlendirmiş olurum düşüncesiyle kitabı elime aldım. "Sokakta" ve "Göç Zamanı" sehpada üstüste duruyordu. Oldukça sade bir tasarıma sahip kitaplardaki turuncu-kahve, mor-yeşilden daha cazip geldiği için belki de ilk sırayı "Göç Zamanı" kazanmıştı.İlk işim satır aralarında yazarın ayak izlerini aramak, cinsi-cibiliyeti hakkında az da olsa bir fikir sahibi olabilmekti. Ama yazar ortada yoktu. Ve ben bu konuda bir adım bile ilerlemeden üslubun açıklığı, çok kısa bir anlatım içinde ulaşılan yoğunluk, olayın kendinden ziyade, ruhu/pisikolojisi üzerinde geliştirilmiş derin tahliller beni çoktan kitaba bağlamıştı. Ve ben yazarı ararken, Rilke'nin cisminden öte bir tada varmış anlatıcıdan, insanı hisleriyle çırılçıplak yakalayan köre, dedesinin anlatımıyla ölümü bir masal kadar güzel hisseden bir çocuğun düşlerinden, hayal ülkelerinden babasını bekleyen çocuğun düşlerine, hayatı aydınlatan şeyin içimizin ışığı olduğunu farkeden adamdan, kurşun döktürülen çocuğun halk inaçları üzerindeki derin tahlillerine kadar her mekan ve zamandan, her yaştan onlarca kahramanın ve olayın peşinden oradan oraya sürüklendim.Okuma ilerledikçe, hikaye dili bu kadar sağlam bir yazardan nasıl hiç haberdar olmadığıma içten içe sinirleniyor, ama bir yandan da onu hiç bir referans olmadan kendimin keşfetmesinden gizli bir haz duyuyordum.Hikayelerde dil net ve açık. Yazar insanın özüne ait bilgiyi gereksiz bir mesaj verme çabası olmadan, olayın kendi keyfiyeti içnde öylece veriyor. Öyle büyük maceralar, enterasan vak'alar da yok. Bazen bir an, bazen bir bakış, bazen bir park ya da kahvede bir oturumluk süre, bazen satın alınan sıradan bir nesne, hikayeye konu olabiliyor. Yani yaşamın içindeki çoğu zaman ihmal ettiğimiz ya da önemsiz gördüğümüz her renk, her ayrıntı var hikayelerde. Yazar bir an'a bir ömrü dolduracak bir anlam yüklüyor bazen. Bazen de o an'da, o ışıkta varlığın, yaşamın anlamını, özünü yakalıyor. Sürekli oluşunu sorgulama, kainat içindeki yerini tesbit etme hali yoğun olarak hissediliyor. Alıştığımız giriş, gelişme, sonuç bölümleri, belli bir şekle uyma kaygısı yok. Biçim-anlam tartışması aşılmış gibi, insan okurken kendini daha rahat hissediyor. Hikayelerde olaydan ziyade düşünce yoğun bir anlatım ortaya çıksa da artık o bir öncesi olmayan metinler koymuş ortaya. Evrenin bir parçası gibi hissediyor kendini. Adeta "Takva sahibi biri öldüğünde yer ve gök ağlar.." hadisini hatırlatırcasına bütün evren onun sevincine de, hüznüne de ortak oluyor. Halka ait şeyler daha çok yalın ve olağan halleriyle değil de -bu yüzden hikayelerinde folklorik öğeler pek yer almamış- derin ve psikolojik yönleri ile ele alınmış. Bunları jakoben bir aydın tavrıyla değil de -katılmasa bile- anlamaya çalışarak, saygı sınırını aşmadan ortaya koymuş Özkişi. Belki kendimizi kitaba katıştaki rahatlık, kitabın bizi -halkı- hesaba katan bu latif anlatımdan kaynaklanıyor biraz da.Hikaye kitabını bitirme sabrını gösteremeden "Sokakta"ya geçiyorum. Kısa sürede okuyup bitiriyorum. Hikayelerdeki bu folklorik ve dini motiflere saygı, aynen "Sokakta" romanında da devam ediyor. Hatta yazar bunları farkeden, inceleyen ve saygıyla dile getiren kişi olmaktan çok; yaşayan, inanan kişi olarak çıkıyor karşımıza. Yoksa nasıl bu kadar naif bir dille halka ait kaygıları, üzüntüleri, hurafeleri, inaçları dillendirebilir ki? Yazarın yaşam öyküsünü ciddi bir şekilde merak ediyorum. Ben de "Körün Gördükleri" adlı hikayede olduğu gibi bu konudaki bilgilere ulaşırsam, kafamda yazarın kimliği açıkça şekillenecek, diye düşünüyorum. Ve kitaplarda bu (genellikle) alışık olamadığımız saygının, halkın arasından bir sesle konuşuluyormuş hissinin, kitabın bir yerinde tersyüz olmamasını garanti etmiş olmanın rahatlığıyla devam edeceğim okumalarıma. Belki böyle bir insanla bir yolla iletişim kurma şansını yakalayabileceğim. Ne yazık ki kitapların yayınevinden gelen bilgi yazarın 1975'te vefat ettiğini gösteriyor; üzüntüm büyük. Ama hayat öyküsü bazı şeyleri netleştiriyor yine de. Yazarın "Sokakta"nın öyküsünü üzerine inşa ettiği "ONLAR" -yani cinler-, halk inaçları ve din hakındaki yoğun bilgisinin temelinde baba Ömer Lütfi Efendi ve dede; Nakşi Şeyhi Hacı Halit Efendi yatıyor.1975 yılı "Peyami Safa Roman Yarışması"nda "Başarı Ödülü" almış "Sokakta". Konusunu son 200 yıllık değişimden alıyor roman. 'Cinler'in işlediği varsayılan bir cinayetin etrafında kurgulanmış olaylar. "Değişme"nin nasıl değerlerimizi yok ettiği, bozulmanın sokağın adetlerinin bozulmasıyla başlayıp, tek tek bireylere nüfuz ettiği bir cemaat bilinciyle yaşanıp, herkesin herkesten haberdar olduğu 'sokakta' artık kimsenin kimseden haberinin olmadığı, bu anlamda "İnsan-Tabiat (çevre)-Allah" ilişkisindeki herhangi bir aksaklığın insanın fıtratını bozacağı dahası kendi "oluşu-hali"ne bir ihanet olacağı anlatılıyor. Ve sokağı koruyan cami, türbe, şadırvan vb.'ne sahip çıkmanın önemi şiddetle vurgulanıyor. Roman cinayeti araştıran komserin, cinayet sanığı arkadaşının ölümünden sonra, sokağın bozulmasını önlemek için nasıl nöbeti devraldığı anlatılarak son buluyor. Nöbet; camiyi, türbeyi, şadırvanı, konakları eski manalarıyla sokakta yaşatabilmek. Mutlak bir son da değil, bir umudun devam edişi romanın sonu. Kurgu bir an bana T. Cansever, M. Özel, M. Armağan da izlerini bulduğumuz "Cami-pazar-medrese" merkezli şehir tasarımlarına ilk işaretlerden biri de Özkişi'den mi geldi acaba? sorusunu sordurtuyor. (Maket evler çalışması da biraz bu savımı destekler görünüyor.)"Kötü nedir doktor? Kötü, güçlerin kullanma yönünün saptırılmasından başka nedir?... Neden büyüye inanmak çağdışı da bir ilizyon olayı inanılır, neden doktor? Bir metal gövdesinin basit bir hücresinde yatan gücün illa Hiroşima gibi bir şahidi mi olmalı? İnkar, gücünü bilgisizlikten alır dostum." (Sokakta, s.118)"Gerçek insanı ümit, iman, heyecan meydana getirir." (Sokakta, s.142)"İnsanın gözünü perdeleyen, her şeyi bir arada aynı anda görmekti. Görmeyi bilmemek bir eğitim eksikliğiydi." (Sokakta, s.38)"Ben yaprakta bizzat hayatı ve bu hayatı mümkün kılan hikmeti seyrettim." (Sokakta, s.39)"Eskiler bize, kadının değeri kadın olduğu kadardır, diye belletmişlerdi." (Sokakta, s,42)"Yeni insana mezarın koza, yaşadığı hayatın bir kurt hayatı, mezar sonrasının da kelebeklik olduğunu anlatmaya pek imkan yok." (Sokakta, s,48)"Değişiklik, hemen her konuda olduğu gibi insanın içinde kıpırdanan çirkin bir varlığı beslemeyi hedef almış. O varlık bize atardamarımızdan daha yakın. Şeytan bu." (Sokakta, s,49)"Akıldır; gelişmiş, mükemmelliğe ulaşmış akıldır, mutlu yarın.""Sokakta"yı okuyuşumdan kısa bir süre sonra Ahmet Hamdi'nin kendisine "Devam et evladım, sen on tane Said Faik edersin!" dediğini öğreniyorum.Bu taltif, yazarın üçüncü kitabı "Köse Kadı"yı okumamı da zorunlu kılıyor. Nede olsa "Huzur"un yazarından herkese bu iltifatın gelmesi mümkün değil.Roman, Osmanlı'nın Yükseliş Dönemi'nde serhadlerdeki hikayesi üzerine bina edilmiş. Avusturya-Macaristan sınırında Din-i Mübin'e hizmet ve Devlet-i Ebed Müddet'e adanmışlığın destansı öyküsü. Onlarcasında aynı durumun yaşandığı kesin olan kalelerden, İstolni-Belgrad'ın üst olarak kullanılıp, müthiş bir haber alma teşkilatının kuruluşunun öyküsü. Sistemin temelindeki üç kilit isim; kale kumandanı Ali Bey, Şeyh Necmettin Efendi ve sistemin beyni Köse Kadı (bin Türk esirinden daha kıymetli, padişahın bilinmeyen kardeşi Köse). Sistem merkezde idari siyasetin getirdiği zaaflardan, konjonktürel şartlarının çalkantısından müstağni olmasa da, sınırlardaki bu hakikat ehlinden sadır olan, hakiki siyasetin aslında Yükseliş Dönemi'nin başarısında ve yok denecek kadar bir kuvvetle Avrupa'daki var oluşta gerçek sebep olduğu ortaya çıkıyor. Bu üçlünün hizmet ülküsünde varlıklarının zerrelerine kadar mal, can ve ailelerinin fevkinde bir adanmışlıkla kesintisiz bir iş ve gönül birliğini sürdürmeleri yükselişin sırrı.Ve Macaristan kontolünün sırf sınırların Avusturya karşısında güvenlik altına alınması kaygısına dayanması.. İlke; "Adalet".. Ve sık sık "Kardeşlik", "Tek İnsanlık" yönünde mesajlar geliyor.Özkişi'de hep o günlerdeki "Hakikat Ehli"ne ve "Hakiki siyasete" bir özlem varmış gibi hissediliyor. Sanki, bozulmanın, özden uzaklaşmanın önüne böyle geçilebilirmiş gibi. Korkunç bir veba salgınından sonra Macar halkına yardım için uğraşan tüm kahramanlar ve cesurlar ölüyor. Macar asilleri ise kalelerini karantinaya alıyorlar. Fakat aynen "Sokakta"daki gibi nöbeti devralacak kişi yoldadır. Umutsuzluk yoktur romanın sonunda ve Özkişi'de."Köse Kadı" devamı niteliğindeki "Uçtaki Adam" ile birleştirilip tek kitap halinde sunulmuş okuyucuya.Romanlarda da fevkalede bir güzellik konmuş ortaya. Fakat hikayelerde ki dil daha oturmuş. Romanları bize bu kadar güzel kılan ise edebi üsluptan çok dildeki latiflik ve konular sanırım.Tüm eserlerinde kendi duruşunu kavrama ve sorgulamadaki yoğunluk ve yöneldiği nokta kemale doğru bir seyir izlerken, ömrünün kifayet etmemesi onu en olgun ve verimli olabileceği çağda aramızdan ayırmıştır. Onu ulaştığından ziyade önemli kılan da yöneldiği bu noktadır bizim için."Ben içten bir beğenişle, 'Bayılıyorum kadına' demiştim... O, tane tane ve kendisine has tok sözlüğü ile, 'Rilke mi kadın?' demişti, 'Hayır o erkektir.'... Nasıl içimde nefes alan o kutlu yaratığı öldürür, yerine bir yabancı erkeği kabul ederim?... Bu konuyla ilgili, içimde bir şeye karşı hiddet hissediyorum ve bu yanlış inaçta Rilke de benim kadar suçlu diyorum." (Göç zamanı/Rilke'nin Dişiliği Hakkında, s.33-35)"Hummalı bir dikkatle, tetikteydi adam. Portreniz zihninde tamam olması için sesimi duymak ihtiyacını hissettiğini biliyordum. İhtirasa varan merakının solucan kıvrımlarındaki maksatlı ilerleyiş, beni tiksindiriyordu." (Göç zamanı/Körün Gördükleri, s.16)"Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses? Bir adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Münadi,'Göç Zamanıdır' diye haykıran? Dede olmalıydı şimdi. Size derdi ki, siz de duyacaksınız bir gün. Sonra gülümser, gözleri uzaklara dalar iderdi." (Göç zamanı/Göç Zamanı, s.12)"Eldorado'yu bana babam, hayal ülkeleri diye çevirmişti... Korkular arkamda, yolun sonundaki ışık noktacıklarında umut, babamın getireceklerini, Eldorado'nun bir çağla erikte ısırılabilecek buruk ve hoş lezzetini beklerdim." (Göç zamanı/Hayal ülkelerinden, s.13-14)"Adam susuyordu, kırıktı, ağzında yapışkan bir tad vardı. Sezdirmeden karısına baktı, şişman ve yaşlı buldu... Sonra adam gerçeği kavradı birden. Elini kadının omuzuna koydu; gülümsüyordu. Bir süre bakıştılar, kadının yüzü bir iç ışıkla yandı... 'Ama yine de güzel'... Bütün tılsım samki bu sözdeymiş gibi, güneş bir başka parladı, çam yeşili bir anda gerçek tonunu buldu." (Göç zamanı/Kırkıncı yıl, s.20)"Tana, 'Nedir bu hal' diye sormak istedi ama, ama sesi çıkmadı boğazından. Yanlarından akan suyun şırıltısında, bekle bekle diye bir mana var gibiydi. Toprağın bağrında bir koca kalbin atışı kendini hissettiriyordu. Cansız herşey hayat buluyor, yaşıyor, canlanıyor, gülümsüyordu." (Göç zamanı/Doğuş, s.8)"Gösterdiği noktalarda, şekiller sırf mana oluyor, mor rengi tırnaklarıyla kadın, onları yakalıyor ve bize anlatıyordu. Şu, bana nazar değdiren gözdü. Anam 'Kör olsun!' diye tamamlıyordu, konuşmayı." (Göç zamanı/Kurşun Dünyasından, s.10)"Kötü nedir doktor? Kötü, güçlerin kullanma yönünün saptırılmasından başka nedir?... Neden büyüye inanmak çağdışı da bir illizyon olayı inanılır, neden doktor? Bir metal gövdesinin basit bir hücresinde yatan gücün illa Hiroşima gibi bir şahidi mi olmalı? İnkar, gücünü bilgisizlikten alır dostum." (Sokakta, s.118)"Gerçek insanı ümit, iman, heyecan meydana getirir." (Sokakta, s.142)"İnsanın gözünü perdeleyen, her şeyi bir arada,aynı anda görmekti. Görmeyi bilmemek bir eğitim eksikliğiydi." (Sokakta, s.38)"Ben yaprakta bizzat hayatı ve bu hayatı mümkün kılan hikmeti seyrettim." (Sokakta, s.39)"Eskiler bize, kadının değeri kadın olduğu kadardır, diye belletmişlerdi." (Sokakta, s,42)"Değişiklik, hemen her konuda olduğu gibi insanın içinde kıpırdanan çirkin bir varlığı beslemeyi hedef almış. O varlık bize atardamarımızdan daha yakın. Şeytan bu." (Sokakta, s.49)Özkişi’nin ‘Sokakta’ adlı romanında sokağı koruyan cami, türbe, şadırvan vb.'ne sahip çıkmanın önemi şiddetle vurgulanıyor. Roman cinayeti araştıran komiserin, cinayet sanığı arkadaşının ölümünden sonra, sokağın bozulmasını önlemek için nasıl nöbeti devraldığı anlatılarak son buluyor. Nöbet; camiyi, türbeyi, şadırvanı, konakları eski manalarıyla sokakta yaşatabilmek. Mutlak bir son da değil, bir umudun devam edişi romanın sonu. Kurgu bir an,T. Cansever, M. Özel, M. Armağan da izlerini bulduğumuz "cami-pazar-medrese" merkezli şehir tasarımlarına ilk işaretlerden biri de Özkişi'den mi geldi acaba? sorusunu sordurtuyor.Maket evler çalışması da biraz bu savı destekler görünüyor."Bahaeddin Özkişi ecdadına ve onun eserine hayran bir kişiydi. Memleketini, şehrini, sokağını, insanları seven, saygılı, terbiyeli bir kişiydi. İstanbul'un her geçen gün taş yığını haline gelmesine üzülerek eski o güzelim evleri yadetmek, gelecek nesile tanıtmak maksadıyla maket çalışmalarına başlamıştı.İstanbul'un eski evlerinin ayakta durabileceği sokakları gezmiş, fotograflar çekerek, özelliklerini tesbit etmiş ve bunların karakteristik özelliklerini birleştirerek hazırladığı projeyi tatbik etmiştir. Önce maketin temel projesi hazırlanmış; ev buna göre tamamlanmıştır. Kenarı yüksekçe bir tahta tabla içine toprak doldurulmuş, bu toprağa taşlar ve harçla temel atılmıştır. Normal bir inşaat tekniğine uygun olarak üç boyutlu dört cepheli çatısı çatılmış bir eski ahşap ev çıkmıştır ortaya. Evin ahşaplığı, yıkılmış eski ahşap evlerin yüzünde kullanılan tahtalarla sağlanmıştır. Orjinaline tamamen sadık kalınarak inşa edilmiş, minyatür bir evdir bu. 60x60x60 ebadında -bu ebad değişebiliyor- saçakları, kafesleri, penceresindeki gül sirkesine ve içindeki sedirlerine, lambalarına varıncaya kadar dikkatle aslına sadık kalınarak oluşturulmuştur. Gezdiğimiz ahşap ev maket sergileriyle yapılan mukayeseler neticesi ÖZKİŞİ'nin ev maketleri emsallerinin fevkinde, aynen bir ahşap ev seyrediyormuş hissini veriyor.Maket evlerden biri Fatih Çarşamba'da Mehmet Ağa semtindeki babaları Ömer Lütfi Hazretlerinin evinin aynıdır.Edirne Müftüsü Ali Bey'in evini de vefatından evvel dört yıl emek verdikten sonra bitirebilmiş. Bu evin özelliği ise ahşap değil küçük mala kullanılarak harç ile bir taş bina inşa edilmiştir. Üzeri sıvalı, badanalı; sıvaları yer yer dökülmüş, müştemilatıyla ve bu tip evlerin bütün özellikleri açıkca belirtilerek görkemli bir yapı meydana getirilmiştir. Çıkmalı, cumba pancurlu, kafesli, tahta kapılı, yüksek bahçe duvarıyla görülmeye değer bir çalışmadır bu.Bir diğer ev tipi de, eski ev önlerindeki çeşmeyi yadetmek için aslına uygun yapılmış makettir. Bahçe duvarı yıkıldı yıkılacak (yer yer taşları düşmüş) çamur sıvalı. Sokak kapısına merdivenle çıkılıyor (misafirlerin ve ev halkının kapı çalarken, yağmurlu havalarda ıslanmamaları için yapılmış). Karşıda kapı solda oda penceresiyle yine aslına uygun, dikkatle yapılmıştır. Çekilen fotoğraf görülmeye değer hakiki bir ev görüntüsü veriyor."Eşyanın derununa nüfuz etmek, ona geniş ve farklı manalar yüklemek istiyor Bahaeddin Özkişi."Bahaeddin Özkişi'nin hikayelerine bir okuyucu olarak yüzeysel bakamıyorsunuz. Yazarın üslubu ve hikayelerin kurgusu buna fırsat vermiyor. Yazar, hikayelerine konu olan objeleri itina ile seçiyor. Sonra her objeye derin manalar yüklüyor. Bu derinliği hikayelerinin tamamında görmek mümkün. Yazarın hikayelerinde lüzumsuz hiçbir ayrıntıya ve ifadeye rastlanmıyor. Yazarın dil ve üslupta gösterdiği bu titizliği konuların seçiminde de göstermesi onun hikayelerini sıradanlığın ötesine taşıyor.Bahaeddin Özkişi'nin hikayeleri orjinal bir tablo hissi veriyor okura. Okur, bu tablolara önce bir bakıyor, sonra gördüğünün farkına varıyor. Tıpkı üç boyutlu resim gibi. Yazar, okuru bu tablolar karşısında ötelerin ötesine götürebiliyor. 'Nedenlerim' hikayesinde olduğu gibi. Yazar mesajları tablolardaki renklere, çizgilere saklıyor. Okur mesajlara direk ulaşamıyor. Görüntülerin boyutunu yakaladıktan sonra mesajları çözüyor. Yazar, Tanpınar gibi dünyaya bir ressam gözüyle bakıyor. Özkişi'nin hikayelerindeki mesajların algılanmasına Valery'in şu sözleri kolaylık sağlıyor gibi: "Sanat eserinde fikir meyvenin içindeki besleyici gıda gibi erimiş olmalıdır." Bahaeddin Özkişi'nin hikayelerinin özünün bu prensibe dayandığını söylemek yanlış olmaz sanırım.Bahaeddin Özkişi'nin hikayelerinin odak noktasında, sürekli olarak bilinçaltı sorgulanan bir kahramanla karşılaşıyor okur. Yazar bir psikolog gibi kahramanın iç dünyasıyla ilgileniyor. Dış dünyadaki nesneleri, eşyaları onun psikolojik durumunu tesbit için kullanıyor. Yazar "harici alemin" kahramanın ruhunda açtığı sıkıntıları, bunalımları, korkuları, sığınmaları ve kaçışları okura yansıtıyor. Hikaye kadrolarının kalabalık olmayışı bu dikkat ve gözlemleri güçlü kılıyor. "Vermek ve Ötesi" adlı hikayesinde olduğu gibi. Yazarı bu noktada da Tanpınar'a benzetiyor okur. Eşyanın derununa nüfuz etme ve ona farklı, geniş manalar yükleme iki yazarda da mevcut. Yazarın farklı kültürlerin ışığında hikayeler vücuda getirmesi, Tanpınar gibi tarih, felsefe ve psikolojiye meraklı olduğunu gösteriyor. "Doğuş"ta ve "Beşinci Karl" Hikayesi'nde bu ayrımı görmek mümkün.Bahaeddin Özkişi'nin hikayeleri sebep-sonuç ilişkisi üzerine kurulmadığı için biçim kaygısından azade. Bu yönüyle klasik hikayecilerimizden uzak, Tanpınar çizgisine yakın. Refik Halid, Şevket Esendal ya da Ömer Seyfettin tarzında yazmıyor. Bazen şiir diline yakın bir üslup kullanıyor. Necip Fazılın "Ben neyim ve bu hal neyin nesi?" mısralarını çağrıştırıyor okura. Bazen de masala yakın bir üslup kullanıyor. Masalların büyülü dünyasında bireyin şuur altını irdeliyor. "Açmadığım Kapı" adlı hikayesinde olduğu gibi.Sözün özü Alain "Düşünmek için durmak lazımdır." diyor. Bahaeddin Özkişi'nin hikayelerini bu anlayış üzere okumak gerekiyor. Düşünmeden okumak, okurun üçüncü boyutu yakalamasını imkansız kılar sanırım. Bu anlayıştan hareketle Bahaeddin Özkişi'nin hikayelerini görmek için bakmak gerektiğine inanmak lazım.Yeni insana mezarın koza,yaşadığı hayatın bir kurt hayatı,mezar sonrasının da kelebeklik olduğunu anlatmaya pek imkan yok." Bahaeddin Özkişi, Sokakta, s.38.Siz hiç sabaha karşı bir ses duydunuz mu? Yollarda ilk ayak seslerinden çok daha önce, bir ses?Bir ney ahenginde erimiş bir çagrı, sizi içinizden kavrayıp bir yere, uzak, renkli, bilinmez ve esrarlı bir yere çekti mi?Bilir misiniz Münadi nedir ve Göç nasıl olacaktır?Üzüntülü akşam yemeğinden hemen sonra, yavaşça arka odaya sıvıştım. İki elimi iki yana siper edip alnımı cama dayadım.. Gece, bahçeyi tanınmayacak kadar değiştirmişti. Binbircin'i binbir oyunla dal aralarından gördüm. İnce patika, belli belirsiz bir ışıklayarı aydınlanmış kulubeye kadar uzanıyordu. Kulube koyu gölgeler arasındaydı, uyuyordu.Yatağa girmeden evvel bahçeye son bir defa baktım, sonra sıkıca sarındığım yorgan altında yapayalnız, geçmek bilmeyen günü ve Dede'yi düşündüm. Aldatıldığım kanısındayım; üzgündüm kırıktım.Belki o, beni beraberinde götürmemek için Münadi'ye "Sus!" demişti, "Uyanmasın!" Bütün sevgililerin insana kucak açtığı ülkeye gitme acelesiyle "Sonra da gelse olur!" demişti belki.Sahi size önce Münadi'nin ne olduğunu anlatmalıyım. Ben onu, Dede'nin köşeleri yuvarlanmış konuşmasından, el kol hareketlerinin yardımıyla yaptığı küçük benzetmelerden tanımıştım. O anlatır, bir görünmez kalem zihnime Münadi'yi çizerdi; gür sesli, palabıyıklı, iri ve güçlü bir adamı.Bir eli şakağına dayalı bu hayal yaratığı; "Göç zamanı gelmiştir;" diye haykırır ve ben bu çağrıyı duyar gibi olurdum. Gözüm, Münadi'nin gerçek kadar canlı çehresinde, kulaklarım karşı durulmaz çağrının ahenginde, konuşmasının sonunu beklerdim.Daha sonra Göç'ü anlatırdı Dede. Zihnimde bir araba canlanırdı. Denkler, kap-kacak, leğen ve mutlu insanlar yüklü bir araba.Atın zayıf baldırlarında kaslar zorlanmaktan şekillenirken, anlatılması zor incecik bir hüzün içimi kaplardı.Dede, her kelimenin tadına baka baka, ağır ağır: "Bir gece." derdi, "Sabaha karşı Münadi, Göç zamanıdır diye bağıracak."Kaç geceler boyunca, o sesi duyabilmek için beklerken uyuyakalmıştım. Çok defa sala ile Münadi'nin çağrısını karıştırmış, heyecanlanmıştım. Kaç kez sabah ezanında bir şey, Dede'nin anlattığı yeri düşündürmüştü bana.Derin ve dinlendirici bir çocuk uykusu sabahından sonra bir daha Dede'yi görmedim. Göçmüştü. Ne eşyalarını, ne eski hırkasını alabilmişti giderken. Kim bilir belki asıl suç Münadi'nindi. Belki de "Göç zamanıdır" dedikten sonra, "acele et , acele et!" diye üstelemişti. Tabi böylece bana haber vermemişti Dede. Bir başka düşünceyse kalbimi sızlatırdı. Belki de diye düşünürdüm. Dede sırtında yepyeni bir hırka, çağırıldığı yerdeki çocuklara hikayeler anlatmaktadır.Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses?Bir adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Münadi, "Göç zamanıdır" diye haykıran?Dede olmalıydı şimdi. Size derdi ki, siz de duyacaksınız bir gün. Sonra gülümser, gözleri uzaklara dalar giderdi.

UÇTAKİ ADAM ( KÖSE KADI'nın devamı )


Esir Şehrin İnsanları:


Kemal Tahir’in Mütareke dönemi aydınlarını anlattığı “Esir Şehir” üçlemesinin ilk kitabı olan Esir Şehrin İnsanları’nda Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’daki sivil aydınların durumu ele alınır. İmparatorluk ordularının yenilgiyi kabullenip silahlarını teslim ettikleri bir dönemde aydınların en umutsuz koşullar altında savaşı üstlenişleri anlatılır.
463 Sayfa.


Esir Şehrin Mahpusu:
Esir Şehir Üçlemesi’nin ikinci cildi “Esir Şehrin Mahpusu”nda, Kamil Bey hapistedir; kendisiyle, ailesiyle ve ait olduğu Osmanlı aristokrasisiyle derin bir hesaplaşmaya girişir. Çürümüş, işbirlikçi aileler, Anadolu’da gitgide güçlenen Kuvayı Milliye direnişi ve hapiste, korkunç bir dram içinde, yapayalnız, kendisini Kurtuluş Mücadelesi’yle yeniden yaratmaya karar veren Kamil Bey…
378 Sayfa.

Yol Ayrımı:
Kamil Bey de Anadolu’da serbesttir artık… Türkiye’yi kuşatan bir “serbest”lik rüzgarı esmeye başlar zamanla. Bu serbestlik, değişen ya da değişmiş gibi görünen insanların maskelerini birer birer düşürürken, İstanbul’da hayat giderek zorlaşır. Kamil Bey, yıllardır özlemini duyduğu biricik kızı Ayşe’ye kavuşmaya çalışırken, Kurtuluş Savaşı’nda yüz binlerce insanın kanıyla kurtulan vatan, artık demokrasi mücadelesi vermektedir. Serbest Fırka’nın kuruluşu, Darülfünun’da meydana gelen ayaklanmalar, İstanbul sokakları ve tarihin derinliğinde kalan ayrıntılar… “Yol Ayrımı”, savaştan zaferle çıkmış bir milletin demokrasi yolunda attığı bebek adımlarının izdüşümlerini aktarıyor okura.
493 Sayfa.