.

.








1 Mart 2009 Pazar

ÖZCAN YENİÇERİ

"Liberal Faşizm!"

Yazının başlığı olan “Liberal Faşizm” kavramı bize ait değildir. Zaten o yüzden de tırnak içinde gösterilmiştir. “Liberal Faşizm” Jonah Goldberg tarafından yazılmış, Pegasus Yayınları arasında da Türkiye’de yayınlanmış bir kitaptır. Kitapla ilgili ilginç birkaç da değerlendirme var. Bunlar şöyledir: “Tek bir grubun başkalarını, hayatlarını biçimlendirebilme hakkına sahip olduğuna inandığı zorlama elitist ahlaki kesinliği görürüz. Kralların kutsal haklarını bireysel özgürlük haklarına dönüştürdük”. “Liberallerin bugün Avrupa faşizminden beslenen doktrinsel ve duygusal köklerinin olduğu savunuluyor. Uzun süre prim verilmeyen faşizmin diğer bir çağın ruhuna sızıp kemikleşebileceği düşüncesi insanları şok edecek” . “Faşizm sadece soldan beslenmekle kalmayıp, liberal faşist gücün günümüzde yetkilere sahip olanlar ve hatta tutkulu muhafazakârlar arasında da varlığını sürdürdüğünü göstermektedir” vb.
Yafta ve amacı!Geçmişte sosyalistlerin görüşlerine katılmayan hemen herkesi “Faşistlik” ya da “Nazilikle” suçladıkları bilinmektedir. Hatta sosyalistlerin kendileri gibi düşünmeyen eski dava arkadaşlarını bile “sosyal faşistlikle” suçladıkları çok görülmüştür. Onlar bütün eşitlikçi ve emekten yana görüşlerin yalnız kendi tekellerinde olduğuna ciddi ciddi inanırlar. Sosyalistlerin bu konuda “ya bizdensiniz ya da düşmandan (yani sistemden) yanasınız” ilkesini esas alırlar. Onlar için “gri” alan yoktur. Sosyalistlerin yerini günümüzde biraz sanal, çokça da banal bir “liberal” anlayış almıştır. Liberaller de tıpkı bir zamanın sosyalistleri gibi “Faşist” ve “Irkçı” yaftalarla görüşlerine karşıt olanlara hakaret etmektedir. Her iki grubun da kendilerini meşru göstermek için kendileriyle aynı görüşü paylaşmayanları ahlak dışı, daha az insan, takıntılı ve fanatik olarak göstermek amacıyla bunu yaptıkları açıktır. Bu nedenle karşıtlarını politik olarak mahkûm etmek için “faşist”, “Nazist” ve “ırkçı” kavramlarını bol bol kullanırlar. Aslında bu kesim belki de farkında olmadan her karşıt görüşte olanı “faşist” diye yaftalayarak bir bakıma “faşizm”e meşruiyet de kazandırmış olurlar. Olgunun tartışılacak birden çok yönü vardır. Sonuçta Jonah Goldberg, Liberal Faşizm adlı kitabında “Bilinçli olarak üretilen yalanların yerine şaşırtıcı ve aydınlatıcı araştırma açıklamalarla ve faşistlerin aslında liberaller olduğu” tespitinde bulunmaktadır.
İnsanlık ve liberallerin suçları!Kuşkusuz sorun, liberalizm ya da sosyalizm değil insanın doğasıdır. Baskıcı, tepeden inmeci ve insanlık dışı tavırlar, yalnızca belirli kavram ya da dünya görüşüne özgü değildir. Her değerin her zaman karşıtıyla özdeşleşme eğiliminden söz edilebilir. Kaldı ki hiç kimse insanlık adına olumlu görülen kavramların tekeline de sahip değildir.Öte yandan günümüzde soldan sağa, sağdan sola savrulmaların yoğunluğu da ideolojik yargıların geçirgenliğini kanıtlar. Nazizm ya da komünizm denilince insanın aklına totalitarizm, soykırım, sürgün ve kamplar gelmektedir. Ancak tablo liberal demokratların işledikleri insanlık suçları bakımından Nazi ya da komünistlerden hiç de geri kalmadıklarını göstermektedir. Sonuçta atom bombasını da insanlara karşı demokrasi ile yönetilen bir ülke kullanmıştır. Vietnam, Irak ya da Afganistan’a yağdırılan bombalar da aynı zihniyetin ürünüdür.ÖZCAN YENİÇERİ 04.05.2010

.
3 Mayıs

ve

Milliyetçiliğin Yargılanmasındaki

.

Süreklilik

Tarih boyunca Türk milletinin Ön Asya topraklarındaki egemenliğini yok etmeye yönelik sayısız girişimi söz konusu olmuştur. Son iki yüzyıllık süre içinde “Hasta Adam” söylemiyle ifade edilen “Doğu Sorunu” gerçek manada bir Türk sorunuydu. Doksanüç Harbi, Birinci ve İkinci Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı Ön Asya topraklarındaki Türk sorununu çözüme kavuşturmak için büyük güçlerin başvurduğu askeri girişimlerdi. Sonuçta bu saldırılar, Türklerin Avrupa’da hâkimiyeti altında tuttuğu topraklar büyük ölçüde sınırlandırılmış, ancak Ön Asya topraklarındaki Türk hâkimiyeti kırılamamıştır. Türklerin Ön Asya’daki hâkimiyetini kırma mücadelesinin Lozan’la birlikte yok olması, Türkler üzerinde yeni stratejilerin devreye sokulmasına neden olmuştur.
Türkiye’yi Türk kılan iradeye yönelik saldırılar Osmanlı’nın Mondros Antlaşmasını imzalayarak -bir anlamda- teslim olmasıyla başlar. Önce işgal altındaki başkent İstanbul’da “Ermeni Tehcir”i ile ilgili mahkemeler kurulur ardından da zamanın devlet yöneticileri Malta’ya sürgün edilerek orada İngilizler tarafından yargılanır. Sözde savaş sırasında işlenen suçlar, gerçekte ise Türklerden Ön Asya topraklarını Türk hâkimiyeti altında tutmak için niçin direndiklerinin hesabı sorulur. Sonuç herkes tarafından bilinmektedir.Kurtuluş Savaşıyla emperyalist düşmanın iştahı bir kez daha kursağında kalır. Atatürk’ün rahmetli olmasından sonra da Anadolu’yu Türk kılan irade yeniden yargılanmaya tabi tutulur. Malta yargılanmaları İngiliz işgali altındayken yapılmıştı. İkinci ve ciddi bir yargılanma ise SSCB’nin korku ve etkisi altında yapılmıştır.Malta ile 3 Mayıs 1944Mahkemeleri’nin benzerliği!Gökalp’i yargılayan Malta’daki mahkeme ile Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş’i yargılayan 3 Mayıs 1944 Mahkemesi aynı amaç ve iddialara yönelik olarak kurulmuştu. Her iki mahkeme de yargılamalarını Türkçülük ve Turancılık suçlamalarının üzerine oturtmuştur. Ziya Gökalp’e yöneltilen suçlama ile Alparslan Türkeş’e yöneltilen suçlamalar da Gökalp ve Türkeş’in suçlamalara verdiği cevaplar da benzerdir. Mahkeme heyeti “Türklerin birliğini ve bağımsızlığını” savunmayı başlı başına bir suç olarak görmüştür. Kuşkusuz bu mahkemelerin bir mantığı da vardır: Malta mahkemeleri İngiltere’nin Osmanlı coğrafyasındaki hâkimiyetine karşı oluşacak milli direnişi kırmak amacına yöneliktir. 3 Mayıs 1944’de Türkçüleri yargılayan mahkeme de SSCB’nin Avrasya’daki Türkler üzerindeki etkisini kırmaya yöneliktir. 3 Mayıs’taki mahkemeyi kuranlar, bu tavırlarıyla 2. Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkacağı anlaşılan SSCB’ye bir çeşit mesaj vermişlerdir.12 Eylül Mamak Mahkemeleri!Türk milliyetçilerine yönelik olarak 12 Eylül 1980 sonrası kurulan Mamak mahkemeleri de aynı zihniyetin devamıdır. Türk milletinin önüne “Türk İslam Ülküsü” adlı iddialı bir proje koyan Türk milliyetçileri bu kez iki süper güçten birisi olan ABD’yi rahatsız etmişlerdir. 1979’larda ABD, o dönemde Afganistan’ın SSCB tarafından işgaliyle büyük bir prestij kaybetmişti. Aynı dönemde İran’da meydana gelen Humeyni devrimiyle de İran, ABD’nin kontrolünden çıkmıştı. Türkiye’nin de elden çıkması ihtimaline karşılık ABD, şartları olgunlaştırıp, yerli aktörlerini devreye sokarak 12 Eylül 1980 darbesinin yapılmasını sağlamış ve böylece Türkiye’nin ABD’nin yörüngesinden çıkmasını önlemiştir. Ardından da yine Türk milliyetçileri çeşitli bahanelerle tutuklanarak yargılanmışlardır.
Günümüzün en etkin küresel gücü ABD’dir. Türkiye’de yine ABD’nin bölgedeki işgal ve hegemonyalarına karşıt olan millici, Türk milliyetçi kesim akıl dışı iddia ve itham sağanağı altında yargılanmaya devam ediyor. Türk milliyetçilerinin Malta’dan bugüne yargılanması ve suçlanmasında süreklilik arz ediyor. Bu durum Türk milliyetçilerinin iktidar dışı kalmalarına katkı sağladığı için de sistem tarafından destekleniyor.
ÖZCAN YENİÇERİ 03.05.2010

Bağımlılık Paradigması: Tanzimat


Dünya’ya düzen vermek idealini kaybedenler, bir süre sonra kendilerine çeki düzen verilmesi için başkalarının yardımına ihtiyaç duyar hale gelirler. Büyük düşünüp gereğini yapamayanlar, sonunda küçük düşmek kaderinden kendilerini kurtaramazlar. Türkiye tarihin, son üç yüz yılı, böyle bir sürecin hikâyesidir. Toplumlar olayları kendi idrak ve çıkarları doğrultusunda anlamlandırma yeteneğini kaybettiklerinde, varlıklarına karşıt ölçüleri kullanmak zorunda kalırlar. Tanzimat ve sonrasında yaşananlar, tamı tamına böyle bir süreci bize anlatır. Sorun, Tanzimat’ın amacı, faydası, gerekliliği ya da sakıncaları değildir. Sorun; Tanzimat’la birlikte Türkiye Türklerinin kendilerine, tarihlerine ve varlıklarına Batı’dan bakmaya başlamalarıdır. Hatta biraz daha iler giderek diyebiliriz ki sorun, Türklerin o dönemlerde kendilerine Batı’dan bakmaları değil bu bakışı kutsallaştırmalarıdır. Türkiye ve Türk tarihine Batıdan bakışı kurumsallaştırarak gelenek, adet ve siyasi inanç alanı haline getirmeleridir.
Var olma kaygısı!Bu bakımdan Tanzimat ile başlayan bağımlılık paradigmasını yakından irdelemek, olguyu algılamak için zorunluluktur. Osmanlı yönetimi 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın hedefi olmaktan çıkmak için denemedik yöntem bırakmamıştı. Bir yandan korunmak ve savunmak için askeri eğitim usullerini, diğer yandan Avrupa’nın Türklere karşı olan önyargılarından (barbar) kurtulmak için de Avrupa’nın kurumlarını aynen taklit etmişti. Osmanlıdaki Batılıya yönelme macerasının altında, her şeyden önce ontolojik kaygılar vardır. Tanzimatla yapılan düzenlemeler zorunlu çöküşün doğal sonucuydu. Ed. Engelhardt, Tanzimat adlı eserinde bu durumu şöyle anlatır: “Osmanlı, düşüşün en kötü devirlerini hatırlatan bu tehlikeli safhada da canlanmaya, kendini yenilemeye teşebbüs etti; ilişkiler kurmayı aradı, sürekli olarak kendini titizlikle uzak tutmuş olduğu bir uygarlığın etkilerine kapısını açtı, böylece Avrupa camiasının ilgisini, manevi yardımını sağlamayı ve Hıristiyan dünyasının geri kalmış kıtaya karşı kolonizasyonunu ertelemeyi başardı.”
İstemeyerek kendine yabancılaşmak!Türk halkının olmasa bile ülkeyi yönetenlerin kafası, karşılaşılan şartlar ve zorunluluklar tarafından Avrupa işaret ediliyordu. 1830’lu yıllarda Rusya’dan dönen Kaptanı Derya Halil Paşa, “Avrupa’yı örnek almakta gecikirsek, toptan Asya’ya göç etmemiz gerekeceğini şimdi daha iyi anlıyorum” diyecektir. Zamanın Darülmuallimin Müdürü Sati Bey ise İçtihat dergisinde şöyle yazmıştı: “Biz garbı isteyerek taklit etmedik, onun hücum ve istilasına maruz kalarak hükmü nüfuzu altına geçtik” diyecektir. Bu değerlendirmelerden yarım asır sonra Kılıçzade Hakkı da bir başka vesileyle şunları yazacaktır. “Değil Asya’ya çekilmek, kutuplara firar etsek Avrupalılar gibi düşünmedikten, Avrupalılar gibi çalışmadıktan sonra orada dahi yakamızı bırakmazlar, mevcudiyeti mukaddesei indiye ve milliyetimizi muhafaza ettirmezler. Bugün Avrupa’dan tardettiler, yarın dünya yüzünden kaldıracaklardır”.
Yamanma işe yarar mı?Ortada düşmanın dayattığı kurallara iltica ederek ayakta kalmaya çalışan bir çaresizlik vardır. Tanzimat gerçekte, İkinci Viyana Bozgunu sonrası Osmanlı Devletinin art arda uğradığı bozgunlara bir son verme girişimiydi. Ancak bu daha çok kendisini yutmak isteyen düşmana benzeyerek, onun şiddetinden korunmak içgüdüsüne benzer bir tavrı çağrıştırıyordu. Devleti ayakta tutmak için yapılan bu girişim, ne ilk olacaktı ne de son. İşin ilginç tarafı da devleti kurtarma noktasında fazla bir işe yaramayacak olmasıdır. Yamanma ve yaranma politikaları dün işe yaramamıştı. Bugün işe yarayacak mıdır? Siz ne dersiniz? ÖZCAN YENİÇERİ 29.04.2010

İç ve Dış "Soykırım" Dayatması!

24 Nisan dolaysıyla ABD’den Türkiye’ye yönelik dikkate değer itham ve tehdit kokan birden fazla açıklama geldi. İlki ABD Başkanı Obama’nın 24 Nisan konuşmasının bizzat kendisiydi. Obama “soykırım” kavramını kullanmadı. Ancak yaşananları “Büyük Felaket” olarak niteledi. Ermenilerin gönlünü almak uğruna olayları tek yanlı olarak yorumladı. Olaylarda ölen Türklerden hiç söz etmedi. Bu konuşmayı Başbakan “Obama Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate aldı”, biçiminde yorumladı. Dışişleri ise Obama’nın tek yanlı konuşmasını “esef” edilecek bir konuşma olarak nitelendirdi.
ABD Meclis Başkanı Nancy Pelosi ise haddini fazlasıyla aştığı konuşmasında “20’nci yüzyılın en karanlık bölümlerinden birine dair gerçek çoğu zaman inkâr ediliyor. O dönemde 1.5 milyondan fazla Ermeni erkek, kadın ve çocuğun sesi sonsuza kadar susturuldu. 2 milyon kişi evlerinden sürüldü. 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddiaları Amerikan hükümetince daha yüksek sesle ilan edilinceye kadar bize rahat yok” dedi.
Ermeni değil ama Ermenici!Komite Başkanı Howard Berman ise “Bir gün Türk yönetiminin ‘soykırım’ gerçekliğini kabul edeceğine inanıyorum. Ancak şu anki inkârları bizim ulusumuzun onları takip etmesi için gerekçe oluşturmaz. Ermenilere olanlar, daha sonra Avrupa’daki Yahudilere oldu”. Temsilciler Meclisi Demokrat çoğunluk lideri Steny Hoyer ise “Ermeni değilim ama Ermenistan’a yönelik bir suç, bana karşı da işlenmiş bir suçtur. Sıradaki olmamak için bunu unutmamalıyım” diye konuşmuştur.
Bir yandan Ermeni konusunda tarih, husumet kaynağı olarak kullanılıyor diğer yandan da her ülke kendi çıkar ve iddialarına uygun bir Türkiye tarih inşa ediyor. Bir de bütün bunları, yerlilerin soylarını kurutan, atom bombası kullanan, sivil, çocuk, kadın demeden insanları toptan katleden bir ülkenin yetkilileri yapıyor. Bu durum, günümüzde önemli olanın “soykırım” ya da “insanlık suçu” değil güçlü olmak ya da olmamak sorunu olduğunu gösteriyor. Türkiye de bu gelişmelerden payına düşeni alıyor.
Yerli Ermeni diasporasının hezeyanlarıDiğer yandan Türkiye’nin içinden de tehcir konusuyla ilgili olarak emperyalist söylemlere destek verenlerin sayısı giderek artmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’deki tanıdık Ermeni diasporası da malum mahfillerden aldığı cesaretle 1915 yılında meydana gelen olayları Ermeni yanlısı olarak andılar. Bu özürcü ve özürlü kesime bölücü ırkçı kesim de çapı oranında destek verdi. Bu bağlamda BDP Bitlis Milletvekili -adı önemli değil- bir zat, “1915’te Ermenilerin katliama tabi tutulduğunu” ileri sürerek “Türkiye’nin özür dilemesi” gerektiğini buyurmuş. ABD’nin konumu ve tek yanlı tutumunun anlaşılır bir yanı vardır. Bu, tartışmaya dahi değecek değildir. Türkiyeli Ermeni diasporasının hezeyanları da emperyalist emellere hizmet edenlerin zihni alt yapısını göstermesi bakımından önemlidir. Anlaşılan odur ki, bugün hâlâ Türk milletine karşı ASALA/PKK, Daşnak/Hoybun anlaşması yürürlüktedir. 1915 döneminde öldürülen Türkler, ASALA’nın katlettiği diplomatlar, Hocalı katliamı, tehcire tabi tutulan bir buçuk milyon civarındaki Azeri Türkü, onları doğal olarak ilgilendirmiyor ama bunun birilerini fena halde ilgilendirdiği de unutulmamalıdır...ÖZCAN YENİÇERİ 28.04.2010

Kıbrıs'ta Olan Türkiye'de Olur mu?


Rauf Denktaş, çözüm istemiyor diye AKP’nin, AB’nin ve ABD’nin ortak operasyonuyla KKTC’nin başından gönderilmişti. Mehmet Ali Talat ise “çözüm ve AB’ye üyelik” vaadini kullanarak Kıbrıs’ta iş başına gelmişti. Talat ve onun iç ve dış destekçileri eğer “Annan Planı”na Kıbrıs Türk halkı “evet” derse Kıbrıs’ta barış, refah, kalkınma olacak iddiasını dile getirmişlerdi. Daha da açıkçası Kıbrıs’ta sorunun, gerçekte Denktaş sorunu olduğunu iddia etmişler ve stratejilerini Annan Planına evet deme üzerine oturtmuşlardı. Aslında Türk halkına siz Annan Planına “evet” deyin çünkü Rumlar da “evet demeye hazır”, propagandası yapılmıştı. Neticede KKTC halkı barış, çözüm ve AB’ye girme vaadi karşılığında Annan Planına “evet” dedi. Ancak Rum tarafı beklentilerin aksine bu plana hayır dedi. Böylece Kıbrıs Türkleriyle bir arada yaşama iradelerinin olmadığını açıkça ortaya koymuş oldular.
Süreç içinde Rum tarafında Tasos Papadopulos’un Hristofyas karşısında seçimi kaybetmesi üzerine bu defa Talat ile Hristofyas arasındaki ideolojik bağlantıya atıfta bulunanlar, bu ikilinin Kıbrıs’a barış getireceği iddiasını dillendirdiler. Görüşmeler sürdü, Türk tarafı “bir adım önde” oldu. “Çözüm çözümdür” düşüncesi içinde kapı açtı, taviz verdi, çiçek uzattı ancak Rum tarafı tam aksi bir tavır takınarak çeşitli davalarla Türkiye’yi mahkûm ettirmekle meşgul oldu. Bu arada AB de KKTC’ye uygulanan izolasyonu kaldırma konusunda verdiği söze rağmen, bu konuda bir adım dahi atmadı.
Talat değil, AKP kaybetmiştir!KKTC’deki Türk halkı, yaşadığı deneyimden sonra hem Talat, hem Türkiye’deki iktidar hem de AB tarafından aldatıldığı duygusuna kapıldı. Seçim sonuçları bunun tescil edilmesi anlamına gelmektedir. KKTC halkı, Derviş Eroğlu’nu seçerek hem Talat’a, Hem AB’ye hem de Türkiye’deki iktidara “bizi yanılttınız” mesajını vermiştir. Aslında Talat’ın Kıbrıs’ta uyguladığı alttan alma, her ne pahasına olursa olsun bir uzlaşma sağlama ve müzakereleri sürdürme politikası, AKP iktidarıyla ortak uygulanan bir politikaydı. Bu nedenle Kıbrıs’ta gerçekte kaybeden Mehmet Ali Talat değil AKP’nin uyguladığı dar görüşlü politikadır.
Rumlar, Kıbrıs’ın tek sahibi olarak kendilerini görüyor, egemenliği paylaşmak istemiyor, tek devlet altında herkesi birleştirmek istiyor. Türkiye’ye müdahale imkânı veren garanti anlaşmasını reddediyor.
Türkiye’ye yansıyacaktır! Kıbrıs’ta Türk tarafı, Talat’ın önderliğinde siyasetini, “bir adım önde olmak” gibi taviz vermeye hazır garip bir ilke üzerine oturtmuştu. Halbuki barış, ancak karşıt çıkarların gerçekçi bir temel üzerinde dengelenmesini esas alan bir siyasetin ürünü olabilir. Türkiye’deki iktidar ve Talat, bugün bile durumu kavramış değildir. Talat ve AKP ikilisi, hâlâ Kıbrıs’ta barışın sağlanamamasını Türkiye’nin daha önceki iktidarlara ve Rauf Denktaş’ın “çözümsüzlük” politikasına bağlamaya devam etmektedir.
Sonuçta Kıbrıs’ta Talat’la, Ermenistan’da Sarkisyan’la, Kuzey Irak’ta ise Barzani’yle yürütülen AKP politikaları başarısız olmuştur. Türkiye’deki muhalefet, her türlü engellemelere rağmen Eroğlu’nun, Kıbrıs’ta AKP destekli Talat’ı yendiğini görmüştür. Türkiye’deki muhalefet bunun Türkiye’de de mümkün olabileceğini anlamış olmalıdır. ÖZCAN YENİÇERİ 22.04.2010

.

"Diaspora Açılımı" ve Hesap Hatası


İçerideki açılımlardan istenilen sonuç elde edilmiş olacak ki iktidar dışarıda da açılım başlattı. Hem de bu kez açılım, Türkiye’nin en katı sorunu olan Ermeni diasporasıyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bunun arkasından da muhtemelen Daşnaksütyun ve Hınçak çeteleri açılımı gelecek.
Ermenistan ve diasporayla ilgili olarak Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu farklı şeyler mi, yoksa aynı şeyleri farklı biçimde mi söylediler pek anlaşılamadı. Başbakan Erdoğan, açıkça “Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorunlar çözülmeden Ankara-Erivan ilişkilerinin normalleşemeyeceği” mesajını vermiştir. Türkiye’nin farklı yorumlanabilecek diplomatik tavırlarına karşı resmi söylemi böyle bir zemin üzerinden yürütülmektedir. Nitekim Başbakan Erdoğan defalarca sözlerine “Karabağ sorunu çözülmeden, Ermenistan ile ilişkiler normalleştirilemez” anlamına gelen sözler etmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ise bu kez Azeri-Ermeni ihtilafının çözümünün “önkoşul” olmadığını söylemesi kafaları karıştırmıştır. Davutoğlu “Protokollerin parlamentolarda onaylanabilmesi için Ermeni dostlarımızla koordinasyon içinde zemini hazırlamamız lazım” diyor. Diaspora açılımı!Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Kuzey Amerika’da görevli büyükelçi ve başkonsolosluklara, “Ermeni diasporası dahil, farklı gruplara açılmaları ve diyalogu güçlendirmeleri” talimatı verdiği basında yer aldı.
Öyle görülüyor ki Türkiye, uzun zamandır Ermenistan ile diasporasını ayrı ayrı unsurlar olarak değerlendiriyordu. Türkiye ilişkileri zehirleyenin, “soykırım” iddialarını dillendirenin ve Türkiye düşmanlığını kurumsallaştıranların diasporadan ibaret olduğunu düşünüyordu. Ermenistan’ın diasporanın rehinesi konumunda olduğunu, eğer Ermenistan ile diaspora birbirinden ayrılabilirse, Türkiye ile Ermenistan ilişkilerinin normalleşebileceğini hesap ediyordu. Sarkisyan’ın son olarak “Diaspora Ermenistan’dır. Ermenistan diasporadır” anlamına gelebilecek tavrı üzerine Türkiye, sorunun diğer parçalarıyla ilişki kurmaya itmiştir.Ya Azerbaycan!Ermenistan da aynı siyasi değerlendirmeyi yapmıştır. Ermenistan, Türkiye ile Azerbaycan ilişkilerini birbirinden ayrı tutacak bir strateji izlerse, Türkiye ile ilişkilerini iyileştirebileceğini düşünmüştür. Bu nedenle de Türkiye ile protokolleri imzalamıştır. Protokoller, Ermenistan’a hiçbir yükümlülük getirmemesine rağmen Türkiye’ye ilişkilerin normalleştirilmesi için sınırların açılması ve diplomatik ilişkilerin kurulması yükümlülüğünü getiriyordu. Türkiye, protokolleri farklı değerlendirmeye tabi tutmasına karşın, gerçekte protokollerin ruhu Ermenistan’ın anladığı biçimdeydi. Ermenistan, ortak tarih komisyonunu 1915 sonrası bilimsel bir çalışma olarak gördüğünü zaten açıklamıştı. Protokollerdeki “İki ülke de, iyi komşuluk ilişkileri anlayışıyla bağdaşmayacak herhangi bir siyaset izlemeyeceklerini taahhüt eder” cümlesi ise her anlama gelecek bir cümleydi. Hesap hatası!Davutoğlu bir yandan “Bir yerde Azerbaycan varsa orada Türkiye vardır. Bir yerde Türkiye varsa orada da Azerbaycan vardır” diyor. Diğer yandan da “Karabağ önkoşul” değildir, diyor. Söylemlerinin ne birisi yanlış ne de ötekisi doğrudur. Dışişleri Bakanı Türkiye adına konjonktürün dayattığı sözleri dillendirmemelidir. Hem Türkiye ve Azerbaycan hem de Karabağ ve Türkiye ilişkileri bir bütündür, birbirinden ayrılamaz. Bu ilişkilerin ayrılamaz parçası olan bir de “Hocalı” vardır. Tıpkı Ermenistan ile diaspora gibi!özcan YENİÇERİ 19.04.2010

Kıbrıs: Hristofyas, Talat ve Eroğlu!


Kıbrıs’ta 18 Nisan’da seçimler var. Seçimlerde de iki aday ve birbirine taban tabana zıt iki zihniyet var. Birincisi, halen Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı da olan Talat’ın zihniyetidir: Buna göre Kıbrıs’ta iki ayrı cumhuriyete, egemenliğe ve millete gerek yoktur. Bir tarafın devlet, diğer tarafın ise toplum olarak muamele gördüğü Kıbrıs Devleti altında birleşelim. Rumlar bizi kabul etsin. Türk askeri gitsin, AB’ye girelim bize yeter. Diğer tarafı ise Derviş Eroğlu temsil ediyor. O, Denktaş’ın çizgisini izleyen iki milletli, iki devletli, Türkiye’nin etkin garantisini gerekli gören bir Kıbrıs Cumhuriyeti tezini savunuyor. Talat, başında bulunduğu Cumhuriyeti tasfiye etmeye, egemenlik ve bağımsızlıktan vaz geçmeye hazır olduğunu açıklamıştır. “Yes be Annem” diyerek kendisini Annan üzerinden Rum’un kollarına atmış ancak Rumlar bunu yeterli görmemiştir.
Hristofyas, Talat’ı destekliyor!Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Hristofyas, KKTC seçimlerinde tam dişine göre gördüğü Talat’ı destekliyor. Geçtiğimiz günlerde şunları söylemişti: “Açıkça desteklediğimi söyledim ama memnun kalmadı. Daha ne yapayım? Kazansın diye 30 bin oy mu göndereyim? Bunu yapamam ki.” Hristofyas ayrıca, KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra müzakerelere kesinlikle sıfırdan başlamayacağını da açıklamış durumdadır. Yani Hristofyas, böylece, Talat’la görüşmelerinde sağladığı kazanımlardan geri adım atmadan bu kazanımların üzerinden görüşmelere devam edeceği mesajını vermiş oluyor.
Talat’ın umudu Hristofyas!Talat ise şunları söylüyor: “Derviş Bey, Hristofyas’ın karşısına oturduğunda neyi görüşecek? ‘Egemenliği tanı’ dediği anda iş bitecek. Ben esneklik gösteririm, şöyle düzeltebilir miyiz?../...Eroğlu kazanırsa Hristofyas 3 günde masadan kalkar”. Talat kendisini barış için vazgeçilmez görüyor. Durumu hâlâ kavramamış görünüyor. Halbuki karşınızda tarihi iddiaları, kesin inançları bulunanlar ve tavizi olmayanlar var. Siz ise “ben sana mecburum” edası içinde davranıyorsunuz. “Bir adım önde olmak” gibi tek yanlı taviz illetine tutulmuşsunuz. Barış için yanıp kavrulmak, istekli olmak ya da tek yanlı taviz vermek iradesiyle barışın sağlanamayacağının kanıtı tarihtir. Tek taraflı irade ile barış değil, ancak barışa son veren barış olur. Barış, her iki tarafın da tarihi, sosyolojik, ekonomik gerçek ve siyasi beklentileriyle uyuşmadıktan sonra hayaldir. Çözüyormuş gibi görünmek, çözmek değil oyalamaktır.
Kıbrıs ve barış!KKTC, halkı ambargolardan, sınırlamalardan ve tecritten kurtulmak istiyor. Halk, anlaşmazlık yorgunudur ve anlaşmazlığın her türlü yıkıcı etkisini yakından hissetmektedir. Ancak gerçekçi olmayan, Rum-Yunan psikolojisini dikkate almayan ve tarihi yok sayan bir mantıktan barış türemesi beklenemez. KKTC halkı eğer Talat’ı seçerse, AB ile işlerin kolaylaşacağını hesap etmişti. Talat’ın Denktaş gibi tarihi bir şahsa rağmen seçilmesinin altında bu beklenti yatıyordu. KKTC halkı hem Talat’a hem de Annan Planına “evet” demesine rağmen, AB verdiği sözü dahi tutmadı. Talat’ın ideolojik kankası Hristofyas’la yaptığı görüşmeler ise, Türk tarafının ne kadar taviz vereceğinin test edilmesinden öteye gitmemiştir. Talat, görüşmeler sırasında öğrenmiştir ki, Rum’un liberali, komünisti, dinlisi, dinsizi konu Türkler olunca aynı şeyi savunuyorlar. Kıbrıs’ta Rum, Yunan, AB, ya da ABD eksenli barış, KKTC’yi Batı Trakya statüsüne indirerek ancak kurulabilir. Bu nedenle Talat ve ekibi, “barış-barış” ya da “Yes be Annem” teranelerini bir kenara bırakmalıdır. KKTC halkı da kendi gücüne ve iradesine dayanarak var olmanın yolunu öğrenmelidir. Rum/Yunan tarafı ancak o zaman barışı düşünebilir. Talat, hâlâ seçimi ve barışı kazanmak için Hristofyas’ın yardımını talep ettiğine göre, KKTC’ye Talat’ın vereceği bir şey kalmamış demektir.özcan YENİÇERİ16.04.2010

İliştirilmiş Demokratlık!


Sonradan ve ansızın ortaya çıkan, varlığı devamlı ve zorunlu olmayan şeye ’Araz’ denir. Araz, cismin geçici niteliğidir. Varlığı ancak kendisini taşıyacak başka bir varlıkla hissedilebilir. Kendi başına boşlukta yer tutamaz. Çünkü asli bir gerçekliği yoktur, ilintidir. Teologlar, insan fiillerini açıklamak için belirtilen araz kavramına sıkça başvururlar. Demokrat olmak bir arazdır. Çünkü demokrasi insana bağlı olarak vardır, bu anlamda demokrat olmak bir sıfattır. Demokratlık, birdenbire değişip demokrat olanların sıfatı değildir. Başkaları tarafından iliştirilmiş ve eklenmiş bir yamadır. Öyleleri bakımından bir sıfat olmadığı için hiç bir gerçekliği yoktur. Birileri tarafından uydurulmuş ve birilerine iliştirilmiş uydurma markadır.
Gün geçtikçe demokratlık maskesi düşüyor. Eklenmiş yamanın altından nanik yaparak demokratlık pozu veren köşe yazarı, fikirlerini eleştiren birini ‘seni patronuna söylerim’ şeklinde tehdit ediyor. Sürekli insan haklarından bahseden bir diğeri, ‘sırada tutuklanmayı bekleyen binlerce kişi var, hiç kimse kendisini bu süreçten kurtaramaz’ diyerek aklınca korku salıyor. Bir başkası, halk bu anayasa değişikliğine evet demezse, kendi varlığına kasteder, diyebilmektedir. Eğer bu tutumlar demokratik tavır veya insan haklarına saygı ise, buyurun ‘mevta demokrasi niyetine cenaze namazı kılmaya.’
Sonradan, ansızın ve birdenbire demokrat olmak, işte böyle bir şeydir. Kaldı ki ‘olmak bile değil’, iliştirilmiş bir şey. Bu nedenle her tarafından totaliter zihniyetin kokuları yayılıyor. İnsanların sözü ve hayatı üzerinde ‘iktidar kazanını kaynatma’ tutkusu ve hırsı, gün geçtikçe meşum/abus çehresini gösteriyor. Çünkü bunlarda demokratlık bir sıfat değil, iliştirilmiş bir yamadır.
İliştirilmiş olmanın arkasında köklü kabuller, algı kalıpları ve taktikler yatmaktadır. İliştirilmiş demokratlığın mantığına göre muhalefette olmanın dili ile iktidarda olmanın dili arasında fark vardır. “Meşrebi Sufiye’nin yumuşaklığına bu devirde çok ihtiyaç vardır. Kusurlu insanlara müteşerri bir üslupla yaklaşırsak randıman alamayız. O, İslâm’ın galebesinden sonraki üsluptur.” Bu mantığa göre, şu an İslam galip olmadığı için yumuşak dil kullanmaya ihtiyaç var. İslâm galip olduktan sonra dini hükümlerin gerektirdiği dil kullanılabilir. Toplumu İslâm dışı görmenin bir sonucu olan bu anlayış, dinselleştirilmiş siyaseti din olarak görmenin sürüklediği dipsiz kuyudur. 1990’larda haktan, hukuktan, mağduriyetten, haksızlıktan bahseden ve yumuşak dili tercih eden bu anlayışın müntesipleri, şimdi kendilerine karşı olan herkesi tehdit etmeyi dini görev sayıyorlar. Bu tavır ne dini ne de demokratik tavırdır. Bu tavır, iliştirilmiş din anlayışı ve iliştirilmiş demokratlıktır. Ötekini mantıksız, sıradan, anlayışsız ve statükocu görmenin arkasında kendini eşsiz erdemlerle kutsanmış görmek yatmaktadır.
Kendi siyasi görüşünü benimsemeyen insanları ilkel, despot, ahlaksız, tarih dışı, işlevsiz ve suçlu gören bir anlayışı demokrat olmakla nitelemek, demokrasinin başına çuval geçirmektir. Demokrasiyi her türlü baskının kullanışlı bir aracı olarak görmektir. Oysa demokrasi eğitimde fırsat eşitliğini sağlamayı, insanlara güven vermeyi, zaruri ihtiyaçlarını karşılamayı, özgürlüğün ve ahlakın temeli olan seçme hürriyetine zemin oluşturmayı kapsar. Bunların geliştirilmesini amaçlar. Gerçek demokrat bunlardan bahseder. İliştirilmiş demokratlık yaması altında nanik yapanlar ise sürekli olarak ‘iktidarı ve çıkarı korumak için’ hangi güçle işbirliği içine girmeliyiz ve bizim gibi düşünmeyenleri nasıl ezmeliyiz, konusunu etüt eder. Ülkemizde geçerli demokratlık bu olduğuna göre, buyurun mevta demokrasi niyetine cenaze namazı kılmaya! Başınız sağ olsun!özcan YENİÇERİ 16.04.2010

Yandaş Yanıltır!


Uzun süreden bu yana hemen herkes toplumun ve kurumların her alanda yandaş ve karşıt hale geldiğini dile getirmiştir. Yandaşlık, mensup olmanın ya da takdir etmenin ürettiği içten bir duygu değildir. Çıkara dayalı olarak alınan bir pozisyondur. Yandaşlar güçlüden yana görünerek çıkarlarını sürdürme gayreti içinde olurlar. Bu nedenle de gerçekleri toplumun gözünün içine baka baka saptırmakta bir sakınca görmezler. Yandaşlığın tehlikeli olan tarafı da burasıdır.
Yandaşlık şaheseri!Türkiye’nin Ermenistan ile kurduğu dengesiz ilişkiler, tam bir basiret yoksunluğu ve dar görüşlülüktür. Zira Ermenistan ile imzalanan protokollere rağmen bu ülke Türkiye’yi “soykırımcı” ilan ettirmeye devam ediyor. Tehditlerini aynen sürdürüyor. Türkiye’nin istekleri karşısında diz üstü çökmesini istiyor. Diğer yandan Türkiye’nin bu protokoller yüzünden kardeş Azerbaycan ile ilişkileri de kötüleşmiştir. Bütün gerçeklere rağmen yandaş medya iktidarın bu siyasetini adeta kutsuyor. Bunu nasıl yaptıklarını da Başbakan Erdoğan ile Sarkisyan arasında gerçekleştirilen görüşme sonrasında yaptığı haberlerle ortaya koymuş oluyor. Örneğin yandaş basından Bugün Gazetesi görüşmenin sonuçlarını şöyle vermiştir. Bugün’e göre “Zirveye karşı çıkan diasporanın görüşme öncesi Sarkisyan’a yönelik açık mesajı işe yaramamış. Diaspora Sarkisyan’a” Türkiye ile normalleşme sürecine ve protokollere son ver “çağrısına rağmen sürece devam kararı çıkmış”. Gazete bunu okuyucularına “Diasporayı Yıkan Zirve” diye duyurmuş. Bu yaklaşım, tam anlamıyla bir yandaşlık şaheseridir.
Sarkisyan diasporanın sözcüsüdür!Gazete, görüşmenin ardından Sarkisyan ve Ermenistan Devlet Başkanlığından yapılan açıklamalara hiç yer vermemiştir. Hâlbuki bu görüşme, bırakın diasporayı yıkmasını, tam aksine Sarkisyan’ın diasporanın sözcüsü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sarkisyan, açıkça diaspora neyi savunuyorsa hatta neyi istemişse onu görüşme sırasında ve sonrasında ifade etmiştir. Böylece bu görüşme diaspora ile Sarkisyan arasındaki yanlış anlamaları da ortadan kaldırmıştır. Yine bu görüşme, başından bu yana Ermeni diasporası ile Ermenistan devleti arasında hiçbir görüş farklılığı olmadığını da açığa çıkarmıştır. Sarkisyan açıkça “Türkiye’nin Ermenistan ve Ermeni halkıyla” ön koşullar “diliyle konuştuğunu” iddia ederek “Ermenistan’ın soykırımı hiçbir formatta tartışmak istemediğini ve Türkiye’nin Yukarı Karabağ barış sürecinde olumlu bir rolünün olacağına inanmadığını” söylüyor. İsviçre’de protokollerin imzalanması üzerine de yandaş medya “Yüzyıllık tarihi sorun tarih oldu” diye manşet atmıştı.
Gerçek şudur: Diasporası, Daşnaksütyun’u, ASALA’sı ve Sarkisyan’ı bir bütündür. Bunların Türkiye ve Azerbaycan’a karşı düşmanca tutumlarında zerre misali bir yumuşama söz konusu değildir. Daşnaksütyun Partisi’nin Genel Sekreteri Gire Manoyan, amaçlarını açıkça ifade etmiştir: “Türkiye Batı Ermenistan’ı bu şekilde kullanmaya devam edecekse, 1915’ten beri kullanımı için bize para ödenmesi gerekiyor. Bir de zaten bizim olan topraklarımıza giriş izni için bazı ayrıcalıklarımız olmalı. Mesela vizeye gerek olmamalı, bölge askersizleştirilmeli”. Hâlâ anlamıyor musunuz?özcan YENİÇERİ 15.04.2010

Cumhuriyeti Karalamak!


Amerikan HBO kanalında “The Pasific” adlı bir dizi gösterilmiş. Dizide 1922’deki İzmir yangınında her şeyini kaybettikten sonra Avustralya’ya yerleşen bir Rum ailenin kızı “Türkler evimizi yakmış” diyor.
Dizi ABD’de gösterildiğinde oradaki Türkler bunu protesto etmişler. Dizinin Türkiye’deki CNBC-e kanalında gösterileceği duyulunca bizim köşe yazarlarını bir merak almış ki sormayın gitsin. Başlamışlar düşünmeye “CNBC-e bu bölümü nasıl gösterecek? Olduğu gibi mi, yoksa makaslayarak mı?” Yani dizinin bu sahnesinde Rum kızının “Türkler bizim evimizi yaktı” sözlerinin çıkarılıp çıkarılmayacağını merak etmişler.
İftira makaslanınca üzülmüş!Sonuçta izlemişler, gözlemişler ve okuyucuların bilgisini almışlar. Dizinin bu sahnesinin makaslandığını duymuşlar. Bu halis ülke yurttaşı gazeteci çok üzülmüş. Tabii ki demokrasi, ifade özgürlüğü ve insan hakları bağlamında üzüntülerini dile getirmiş. Bu anlı/namlı köşe yazarı yazısında da CNBC-e’nin konuya ilişkin Türklere yönelik olarak ifade edilen bu sözün anlamsızlığını anlatan yazısını da eleştirmiş. Bu yazıyı sansürleme gerekçesi olarak niteleyerek konu hakkında söyleyecek sözlerinin olduğunu da yazmayı ihmal etmemiş. Bu namlı yazar bir başka yazısında da çok önceleri “Türkler ne kadar Türk?” diyerek bilimsel ve demokratik görüşlerini hiçbir sansüre takılmadan açıkça ifade etmişti.
“Kanla İrfanla Kurduk”Aynı gazetenin bir başka yazarı da aynı konuya ilişkin yazdığı yazının başlığını “Kanla İrfanla Kurduk” diye koymuş. O da Profesör Utkan Kocatürk’ün bu yangınla ilgili olarak Atatürk’e atfen yazdığı şu sözleri köşesine almış: “İmparatorluğun bütün günahlarının şu ateşle temizlendiğini” ve alevler “Yeni bir Türk devletini cihana ilan ediyor” dediğini yazmış. Hemen her konuyu uzmanından daha çok bilen bu kesin ve keskin inançlı gazete yazarı, İzmir’deki yangını Türklerin çıkarttığını ima etmeye çalışmış.Türkiye’ye bağımsızlığı ve Türk milletine özgürlüğü çok gören bazı köşe yazarlarına göre, Yunan ya da Ermeni askeri sütten çıkan ak kaşıktır. Onlardan vahşi ve barbar bir tavır, olmaz. Öyle ya Yunan gibi medeniyetin (!) beşiği olan bir ülkenin askerleri hiç yangın çıkarır mı? Hatta Yunanlar aslında İzmir’i işgal bile etmemişlerdir. Belki de bütün bunları şu bizim “Agartha”dan bugüne gelen “Ergenekoncu”lar yapmıştır. Çünkü yine adı Türkçe olan bazı yazarlar Yunan askerleri İzmir’i işgal ettiğinde “Üzülmeye gerek yok. Yunan bize medeniyet getirecek” demişlerdi.
Tarihe düşmanlık da meslektir!Çok açıktır ki günümüz Türkiye’sinde Türk’e, Türk Milletine, Cumhuriyete olduğu gibi Türk tarihine saldırmak da resmen meslek oldu. Hakkını vermek gerekirse bu iyi gelir getiren, yüksek prestij üreten ve büyük imkanlar sağlayan bir meslektir. Dünden bugüne bakıldığında bunun çok da anormal bir şey olmadığı, aksine tarihi sürecin devamı olduğu görülür. Öyle ya İngiliz Muhipler Cemiyeti, Mavri Mira, her türden “teali” cemiyeti üyelerinin çocukları ya da Ali Kemal zihniyeti, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte tümüyle ortadan kalkmış olamaz. Cumhuriyetle yer altına çekilenler, fırsat bulunca arz-ı endam etmişlerdir. Bu doğal bir durumdur. Doğal olmayan; muhiplerin çocukları bu kadar cüretkâr olabilirken, cumhuriyet çocuklarının sessizliğidir.özcan YENİÇERİ14.04.2010

Yayı,

Asya'nın Derinliklerine Kadar

Germek!

Türkiye’nin Türk dünyasıyla kurabildiği ilişkiler 2000 yılından bu yana giderek zayıflamaktadır. Türkiye’nin Türk dünyasıyla daha önce bir biçimde kurabildiği ilişkiler önce sessizliğe, sonra da kendi haline terk edilerek bir anlamda soğumaya bırakılmış gibidir. Türkiye ile Türk Dünyası’nın arasına yüz yıl önce komünistler “demir perde” koymuşlardı. Son on yıldır da “demir perde”den daha soğuk duygusal bir bariyer girmiştir. Türkiye’yi yönetenler, bugün Latin Amerika’daki bir ülkeye nasıl bakıyorlarsa Türk Dünyasındaki bir ülkeye de öyle bakmaktadırlar.
Türkiye ile Türk dünyası arasındaki ilişkilerde gelinen aşamada, akılcı ve gerçekçi olmayan beklentilerin çok önemli rolünün olduğunu da unutmamak gerekir. Türk Dünyasına yönelik olarak yaratılan romantik ve ütopik beklentiler, bölgenin tarihi ve sosyolojik gerçekleri karşısında bir anda hayal kırıklığına dönüşmüştür. Türkiye’de Türk dünyasına ilgi duyan kesimler bile bölgenin yüz elli yıldır Çar/Bolşevik/Rus hegemonyası altında silindir gibi ezildiği gerçeğini göz önüne almadan, konuya yönelik değerlendirmeler yapmaktadır.
Tespit doğru siyaset yanlışDışişleri Bakanı Davutoğlu, “Bir iddia taşıyoruz. Tarihe iz bırakmaya kararlıyız. Hangi zorlukla karşılaşırsak karşılaşalım, bu zorluğu aşmamıza vesile olacak yegâne gücün özgüvenimiz olduğunu biliyoruz. Köklü kültür ve tarihimizle aşamayacağımız engel yoktur” diyor. Davutoğlu, Türkiye’nin konumunu ok ile yaya benzettiğini, “Bu yay Asya’nın içlerine ne kadar çok gerilirse, okun o kadar çok batıya gideceğini” Türkiye’nin misyonunun da bu olduğunu söylüyor. Dışişleri Bakanı’nın bu sözlerini onaylamamak mümkün değildir. Analiz doğrudur ve hedef de isabetli ifade edilmiştir. Bakanın söyleminde elbette sorun yoktur. Sorun iktidarın eylemindedir. İktidarın uyguladığı siyasettedir.
Çok açılımlı sıfır çözümlü dış siyasetBu söylemlerin sahibi olan bir bakanın içinde bulunduğu iktidarın, mevcut siyaseti nasıl izlediğini anlamak mümkün değildir. Türkiye’de iktidar, “komşularla sıfır sorunlu dış politika” adı altında dünyada bir benzeri daha bulunmayan gerçekçilikten uzak bir yaklaşım sergilemektedir. Bu siyaset Ermenistan ile ilişkileri düzelteyim derken, Azerbaycan ile ilişkileri kötüleştirmiştir. Kıbrıs’ta Rumlara karşı “bir adım önde olmak” türünden garip ve akıl dışı bir taviz siyaseti uygulamaya sokarak Türkiye’nin çıkarları ayaklar altına alınmıştır. İktidar, Irak’ta Barzani yönetimiyle “iyi ilişkileri”, Türkmenlerle ilişkileri kötüleştirerek ve Kerkük’ten adeta vaz geçerek kurmaya çalışmıştır. Dahası iktidar, Orta Asya Türk Devletleriyle Türkiye’nin ilişkilerini Kenya, Sudan hatta Latin Amerika ile olan ilişkilerin de arkasına koymuştur. Kısacası, AKP iktidarı döneminde Türk Dünyasıyla olan ilişkiler, her alanda kötüleşmiştir. Sıfır sorunlu dış politika da gerçekte çok açılımlı, sıfır çözümlü dış politikaya dönüşmüştür. Nerede kaldı yayı Asya’nın derinliklerine kadar germek siyaseti?
Dahası var. Türkiye’nin AKP iktidarı öncesinde, Türk dünyasıyla ilişkileri geliştirmek için kurduğu bir TİKA adlı kuruluş vardı. Bu kuruluşun uzun adı, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı’dır. Bu kuruluşun şu sıralarda en aktif olduğu kıta Afrika’dır. “Yayı Asya’nın içine kadar germek gerek” diyenler, yayı Afrika ve Amerika’ya doğru germişlerdir. Yay, Amerika’dan gerilince okun nereye düşeceği hiç de belli olmaz.
13.04.2010 ÖZCAN YENİÇERİ

Kırgızistan'daki Halk Ayaklanması

Tocqueville

devrimle ilgili olarak şunları söyler:

Kendilerini reformlarla zayıflatan rejimler,

ihtilalle yıkılır.

Despotizmler,

bünyelerin liberalleştirdikleri zaman

zaafa uğrarlar.

Diğer bütün imtiyazlar ortadan kaldırıldığı için,

geriye kalan son imtiyazlar

en fazla

kızgınlık doğurur.

Değiştirmeye muktedir olamadıkları bir sistemin

kurbanları,

kaderlerine boyun eğerlerken,

zirveye yaklaşmadan zirveyi

görebilenler,

isyan etmeye hazır olacakları noktaya

sürüklenirler ”.

Kırgızistan’da devrime giden süreç Kırgızistan SSCB’nin despotizminden kurtulduktan sonra yerli Kırgız yöneticilerinin imtiyazlı yönetimleri altına girdi. SSCB döneminde yetişmiş olan yerli yöneticiler SSCB sonrası ülkeyi son derece kötü yönetmişlerdir. Kırgızistan’ın bir devlet gibi değil, adeta yandaş klanlar ya da aile şirketleri birliği gibi yönetildiği bir gerçektir. Ülkenin stratejik önemi ne kadar büyük ise yer altı ve yer üstü kaynakları yönünden de o kadar fakirdir. Kırgızistan’ın zengin su kaynaklarıyla bir miktar da altın kaynakları vardır. Ekonomik yönden son derece elverişsiz şartlara sahiptir.Darbeyle gelen darbeyle gidiyor!Yoksulluğun üzerine bir de devlet yöneticilerinin haksızlık ve yolsuzlukları eklenince halk ayaklanması kaçınılmaz bir hal alır. İnsanlar yoksulluğa bir anlamda tahammül edebilirler ancak hakkaniyetsizliğe ve adaletsizliğe tahammül etmezler. Kırgızistan’da da bu tür bir süreç yaşanmıştır. Sovyet sonrası ilk başkan olan Asker Akayev sonuçta eşinin, çocuklarının ve ait olduğu klanının yolsuzlukları yüzünden devrilmişti. Akayev’i deviren Bakiyev de aynı şekilde yolsuzluk, haksızlık ve hakkaniyetsizlikle suçlanarak devrildi. Kırgızca da “İman sahibi olanlar akrabalarıyla yönetmez, akrabalarıyla yönetenlerden de iman sahibi olmaz” anlamına gelen bir söz vardır. Kırgız yöneticiler bu sözü hiç duymamış bir biçimde ülkeyi yönetmişlerdir. Nitekim Devlet Başkanı Bakiyev kendisinden önceki Başkan Asker Akayev’i 2005’te bir halk ayaklanmasıyla devirerek iş başına gelmişti. Kendisi de 2010 yılında bir başka halk ayaklanmasıyla devrilmiş oldu. Bir anlamda su testisi su yolunda kırılmış oldu.Her iki başkanın devrilmesinde önemli bir rol oynayan bugünkü geçici başkan Roza Otanbayeva, Asker Akayev’in Dışişleri Bakanıydı. Otanbayeva, bir süre önce “Hiç kimseye medeni cumhuriyetimiz üzerine monarşi inşa etmesine izin vermeyeceğiz” demişti. Açıkçası darbenin ayak sesleri önceden duyulmuştu. Kırgızistan’da yoksulluk ve yolsuzluk sorununu tahammül edilir bir seviyeye indirmeye başaramayan hiçbir iktidarın geleceği olmaz.Kırgızistan’ı Türkiye uzaktan izliyorTürk dünyasının en önemli ülkelerinden biri olan Kırgızistan’da üst üste devrimler oluyor kardeş kanı dökülüyor. Büyük güçler de bölgede biraz daha etkin olmanın yollarını arıyor. Türkiye ise olan biteni seyretmekle yetiniyor. Hâlbuki Kırgızistan hem Rusya’nın hem de ABD’nin üslerinin bulunduğu bir ülkedir. Son darbeden sonra Kırgızistan’ın daha fazla Rusya’ya yaklaşacağı belli olmuştur.Kırgızistan’ın fakirlik ve yoksulluk başta olmak üzere çok çeşitli sorunları var. Ülkenin feodal yapısı, etnik bölünmüşlük, kötü yönetim ve haksızlık kısa sürede halkı patlamaya hazır bir kitle haline çevirebilmektedir. Bu noktada Türkiye’nin üzerine düşen bir şeyler olduğunu da söylemek gerekir. Türkiye belki sorunları tamamen çözecek bir konumda değildir. Ancak Türkiye’nin bölgede yapabileceği çok şey olduğu da bilinmelidir.12.04.2010 ÖZCAN YENİÇERİ

MİLLİ ŞEHİDİMİZİ ANIYORUZ

Boğazlıyan Kaymakamı

Kemal Bey

91. ölüm yıl dönümünde de

Türk milletinin

gönlündeki yerini koruyor


MÜTAREKE dönemi İstanbulunda Ermeni baskısı, yalancı şahit ve işbirlikçi desteğiyle haksız yere idam edilen Kemal Bey, TBMM’nin 1922’de çıkardığı özel bir kanunla ’ilk milli şehit’ ilan edilmiş ve sembol olmuştu.
Türk’e vatan savunmasının hesabı sorulmak isteniyor
Soykırım yalanıyla uluslararası camiada yaygara kopartılarak Türkler, Ermeni tecavüz ve saldırılarına karşı “Neden kendinizi savunacak önlemleri aldınız” diye suçlanmaktadırOndokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde başlayan Ermeni sorunu, Doğu Anadolu bölgesinde bağımsız bir Ermenistan Devleti kurulması sorunuydu. Ermeniler önce Rusların daha sonra İngilizlerin, en sonunda da Fransızların Türkiye toprakları üzerindeki emellerinin gerçekleştirilmesine katkı vererek bölgede bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak üzere çeteler kurarak silahlı saldırılara geçmişlerdir. Amaçlarını zorla gerçekleştirmek üzere Türkiye topraklarını süreç içerisinde işgal eden Rus, İngiliz ve Fransızlarla hem işbirliği yapmış ve hem de onların öncü birlikleri gibi hareket etmişlerdir.
Türkiye’yi köşeye sıkıştırıyorlar
General Harburt Heyeti’nin hazırladığı raporda bu gerçek şu cümlelerle ifade edilmiştir: “Ermeniler bugün bir politika aletidirler. İyi düşünmüyorlar veya Taşnak Komiteleri, halkı düşünmeye bırakmıyor.” Ermeniler bugün de Rusya, İngiltere, Fransa ve son zamanlarda da ABD’nin Türkiye’yi köşeye sıkıştırmakta kullandığı basit bir “politik alettir”.
Bağımsız devlet peşindeler
Türklerle Ermenileri karşı karşıya getiren Vatan sorunuydu. Türkler vatanlarını korumak, Ermeniler ise Türk toprakları üzerinde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı. Bütün sorunu bu çelişki doğurmuştur. Bu durumu o zamanlarda Ermeniler tarafından yayınlanan çok sayıdaki yayında görmek mümkündür. Örneğin, Torino’da Ermeniler tarafından yayınlanan İtalyanca Armenia mecmuasının haziran 1916 tarihli nüshasında “Ermeni Meselesi ve Suret-i Halli” adlı yazı şu satırlarla sonlandırılmıştır: “Ya Türkler veyahut Ermeniler dışarı, diğer bir tabirle ya Osmanlı Devleti Ermenilerle meskun bulunan vilayetlerdeki hakimiyetlerinden vaz geçer ve bir Ermeni devleti kurulur ki, bu Avrupa’da olduğu gibi Asya’da dahi Osmanlı egemenliğinin sona ermesi demektir veyahut bu millet tamamıyla imha edilir.”
Tecavüz ve katliam
İşte bu çelişki Ermenileri harekete geçirmiş, Türkler de ülkelerini savunmak için gerekli önlemleri almıştır. Zira Osmanlı, son dönemlerinde üzerine çullanan emperyalist güçlerle “varlık-yokluk” kavgası verirken Ermeni çeteleri düşmanla işbirliği yaparak bu nedenle Türklere saldırmışlardır. Olaylar Ermeni çetelerinin bölgedeki Müslüman ahaliyi kaçırtmak için tecavüz, katliam, yakma, yıkma ve saldırılara kalkışmasıyla başlamıştır.
Sözde soykırım salgını
Meşru Osmanlı hükümeti ise zorunlu önlemler almak zorunda kalmıştır. Türkler bugün Ermeni tecavüz ve saldırılarına karşı “neden kendinizi savunacak önlemleri aldınız” diye suçlanmaktadır. Dünya çerçevesinde sözde “Ermeni soykırımı” salgınının altında yatan gerçek budur. Türklerden vatanlarını savunmalarının hesabı soruluyor!
Türklerle artık bir arada yaşayamayız!
Ermeni Patriği Varjabetyan Nisan 1878’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e yolladığı mektupta “Ermenilerle Türklerin bir arada yaşamaları artık imkânsızdır. Eşitlik, adalet ve vicdan özgürlüğünü ancak bir Hıristiyan yönetimi sağlayabilir” demişti. Patrik, Mart 1878’de de İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Layard’ı ziyaret ederek “Doğu’da bağımsız bir Ermenistan istiyoruz” demiş, ardında da sözlerini “Eğer siz yardım edemezseniz Rusya’ya müracaat ederiz” diye tamamlamıştır. Tarihe 93 harbi olarak geçen meşhur Türk-Rus savaşında Osmanlı Devleti yenilince Patrik derhal yüzünü Rusya’ya çevirir. Zira Osmanlı orduları yenilmiş, Rus orduları Yeşilköy önlerine gelmiştir. Osmanlı Ordularını yenen Rus Başkomutan Grandük Nikola, Artin Dadyan Paşa’nın Yeşilköy’deki köşkünde misafir edilir. Burada Grandük Nikola’yı bizzat ziyaret eden Patrik Nerses Varjebetyan başkanlığındaki Ermeni heyeti Çar’dan “Ermenilerin yaşadığı Doğu vilayetlerinin Ermenistan namıyla bir devletin istiklalinin ilanına müsaade edilmesini” talep eder. 31 Ocak 1878’de Ruslarla imzalanan Edirne Mütarekesi’nde Ermenilerle ilgili hiçbir hüküm olmamasına rağmen 3 Mart 1878 Ayastefanos, ardından 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Antlaşması’nda Ermenilerle ilgili bir madde yer almıştır. Bu maddede, “Hükümet halkı Ermeni bulunan eyaletlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformu ertelemeksizin yapma ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliğini sağlamayı yükümlenir ve ara sıra bu konuda düşünülen düzenlemeleri büyük devletlere bildireceğinden, adı geçen devletler konu edilen düzenlemelerin(reform) yerine getirilmesini, yürütülmesini gözetleyeceklerdi” denilmekteydi. Ermeniler Türklerle bir arada yaşamalarının imkânsız olduğunu, ayrı bir devlet kurmak istediklerini ve bunun için akla gelen her yola başvuracaklarını açıkça ifade etmişlerdir.
Bunun adına ihanet denir
Osmanlı, 1878 savaşında Ruslara yenilince Ermeniler Rus Orduları komutanıyla görüşerek tabiyetinde bulundukları Osmanlı devletine dayatmada bulunmasını istemişlerdir. Bunun adına ihanet denir. 1. Dünya Savaşı sırasında Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal ettiklerinde Ermeniler hem Ruslara öncülük etmiş hem de onlarla birlikte Türk kuvvetlerine saldırmışlardır. Bunun adı da hem ihanet hem de arkadan vurmaktır.
Utanç verici cinayetler işlendi
1899-1909 yılları arasında Ermeniler, büyük bölümü Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere; 26’sı 1895 yılında olmak üzere, 32 isyan ve olay çıkardı. 26 Ağustos 1896 günü Papken Siuni’nin yönetiminde 26 Ermeni el bombası, dinamit ve diğer silahlarla Osmanlı Bankası’nı bastılar. Amaçları Avrupa ülkelerinin dikkatlerini çekmekti. Papken Siuni ve dokuz saldırgan çatışmada öldürüldü. Saldırganların başına saldırıyı planlayan terörist Karekin Pastırmacıyan geçmiş ve Rus elçiliğinin araya girmesiyle bir vapurla Türkiye’yi terk etmesine izin verilmiştir.
Suikast düzenlediler
İşin ilginç yanı terörist Karekin Pastırmacıyan daha sonra 1908 yılında tekrar İstanbul’a gelecek, 1908-1912 yıllarında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Erzurum’u temsil edecek, 1915 yılında Van isyanına katılacak ve 1918 yılında ise Ermenistan’ın ABD elçiliğini yapacaktır. 21 Temmuz 1905 tarihinde de birçoğu yabancı uyruklu olan Ermeni teröristler Padişah 2. Abdülhamit’e bombalı bir suikast düzenlemişlerdir. Bu suikasttan padişah kurtulmuş ancak 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış, 17 arabayla 20 tane de at parçalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın 1914 yılında çıkması ve savaşın en önemli aktörlerinden birisinin de Osmanlı İmparatorluğu olması, Ermenilerin önüne tarihi bir fırsat çıkarmıştı!
10.04.2010.Özcan YENİÇERİ
Durum Vahimdir Vahim!

Bugünlerde halkın gündemiyle siyasetin gündemi iyiden iyiye birbirinden ayrışmış bulunmaktadır. Türkiye’de ‘koyun can, kasap mal’ derdine düşmüştür. Geniş halk kesimleri geçim girdabında inim inim inlemektedir. İktidarın gündeminde ise anayasa, yargı ve TSK vardır. Ancak anayasa ya da yargı ile didişmenin halkın karnını doyurmaya bir katkısı olmuyor. Günümüz Türkiye’sinde bugün dolar milyarderi olan bir avuç insan ile asgari ücretle geçim derdine düşmüş yetmiş milyon insan yan yana mutlu (!) bir biçimde yaşıyor görüntüsü vermektedir. Geniş halk kitleleri “yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” deyimini dillerinden düşürmüyor. Ülkedeki üretimsizlik, verimsizlik, asalaklık zirveye vurmuştur. İktidar yetkilileri halka yabancıyı, yabancı malını ve yabancılaşmayı bizzat dayatmaktadır. Halk günlük gıda ve tüketim maddeleri için bile yabancı firmaların ürünlerine yöneltilmiştir. İnsanlar alış veriş merkezlerinde, kredi kartlarıyla borçlanarak yaşamaya mahkûm edilmiştir. Bugün Türkiye’de topraklarını yerli yabancı demeden satışa çıkaranların haddi hesabı yoktur. Ülkede günlük geçim bile büyük sorun haline gelmiştir.
Kurumlararası kavga!Halk geçim kaygısı içinde, işsizler iş bulma derdinde iken kurumlar kendi aralarındaki kavgalarla meşguller. Erzurum’da savcı savcıya operasyon yapıyor. Operasyon yapan savcıyı HSYK görevden alıyor. Savcılar kitleler halinde göz altı emri veriyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı da bilmem şu kadar general için göz altı emri veren bu savcıların görev yerlerini değiştiriyor. Yüksek yargı mensuplarıyla iktidar yetkilileri ise sürekli olarak polemik içindeler. İktidarın ise bütün derdi anayasayı değiştirmek. Muhalefet ile iktidar anayasa değişikliğiyle ilgili kesin inançlı iki kampı meydana getirmişlerdir. Türkiye, kimsenin kimseyi dinlemediği bir ülke haline gelmiştir. Herkes kendi aklını ve siyasetini hoyratça dayatmakla meşgul olmaktadır. Ahengin, uyumun ve işbirliğinin olmadığı yerde yönetim de yoktur. Bu nedenle Türkiye bugün yönetilmiyor, güdülüyor.
Dışarıda tehdit içeride gaflet!Dışarıda “Ermeni soykırım” iddiaları, içeride bölücülük kıskacı altında olan bir Türkiye’nin bu denli kaos ve gerginlik içinde bulunma lüksünün olduğunu düşünenler yanılıyor. Türkiye’yi yönetenler, hiçbir düşmanının veremeyeceği kadar kendi güvenliğine ve geleceğine zarar veriyor. İktidar yetkilileri içeriden ve dışarıdan aldığı alkış sayesinde durumun vahametini kavramakta sıkıntı çekiyor. Birileri TSK’ya vurdukça Kandil’de bayram, BDP’de şenlik, diasporada zafer çığlıkları yükseliyor. Bunu görmüyorlar ya da görmezlikten geliyorlar.
Bu gidişle general kalmayacak!Yargı ve askeri gündelik tartışmaların odağında tutmak, Türkiye’ye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Kurumları kaba tartışma ve operasyonlara muhatap etmek kuşku vericidir. Bitmek tükenmek bilmeyen suçlama, itham ve iddialarla yıpranan yalnız kurumlar değil, onların da ötesinde toplumun geleceğidir. Kimin hangi eylemi ya da düşünce (!) suçunu işlediğini elbette mahkemeler bilir. Ancak görevden almalar, görevden alanları görevden uzaklaştıranlar ve bitmeyen tartışmalar durumun vahim hale geldiğini açıkça gösteriyor. Şu işe bakınız, emekli ve muvazzaf olmak üzere generaller hakkında ellişerli-yüzerli gözaltı kararı veriliyor. Son olarak gözaltına alınması istenilen 78 muvazzaf subaydan 25’inin general olduğu basında yer alıyor. Galiba Mümtaz’er’in buyurduğu şeyler oluyor. Toptan değil ama gruplar halinde TSK tasfiye sürecine girmiş gibi görünüyor. Nitekim Başsavcı kaygı duymuş olacak ki operasyon emri veren savcıların ve koordinatörün görev yerlerini değiştirmiş. Kısacası durum vahimdir, vahim!
özcan YENİÇERİ
08.04.2010
Değişim, Devlet ve Şirket


Gelecekte ayakta kalmak ya da başarılı olmak, amaca göre rota tayin etmekle mümkündür. Fırtınalı, dalgalı ve kararsız ortamlar ancak kararlı mücadelelerle aşılır. Bu nedenle örgütlerin nereye gittiğini, neyi gerçekleştirdiğini ve ne yaptığını iyi bilmeleri gerekir. Çünkü kalıcılık daha az değişim daha çok da kimliğin eseridir.
Devlet ya da örgüt her şeyden önce kim olduğunun cevabını vermelidir. Bir şirketin kurucuları nereye gidildiğinden çok, kim olunduğunu bilmenin önemli olduğunu, çünkü çevre değiştikçe nereye gidildiğinin de değişeceğini bilirler. Şirketlerin çekirdek ideolojileri, devletlerin de anayasaları bu anlamda önem kazanır. Collins ve Porras, çekirdek ideolojiyi şöyle tanımlar: “Bir kuruluş gelişirken, merkezileşmeyi dağıtırken, farklılaşmaya giderken, küresel olarak genişlerken ve işyerinde çeşitliliği geliştirirken onu bir arada tutan zamktır. Bunu Musevileri bir yurtları yokken, Diaspora boyunca dağıldıklarında bile yüzyıllarca bir arada tutan Musevilik ilkelerine benzer olarak düşünebilirsiniz”.
Temel değerler korunmalıdır!Ancak zamana karşı meydan okuyan değerler örgütlerin temel değerleri olabilir. Örgütler ya da devletler temel değerlerle teçhiz edilmiş, saygın ve önder kişiler sayesinde ancak kimlik ya da başarılarını geleceğe taşırlar. Önüne çıkan her ufka yelken açan, yöntem değiştirirken kendini ve kimliğini de değiştiren yönetimlerin geleceği olmaz. Düşünürler son derece farklı kültürlerden gelen insanlardan oluşan küresel örgütlerin bile ortak temel değerler kümesi tanıması gerektiğine özel vurgu yaparlar. Burada da püf noktası, bireyden örgüte doğru çalışmaktır. Bu bağlamda; temel değerleri temsil edecek insanların birkaç kritik soruya yanıt vermesi gerektiğinden söz eder aynı düşünürler: -Hangi temel değerleri işinize kişisel olarak taşırsınız?-Çocuklarınıza, işte benimsediğiniz ve onların da çalışan yetişkinler olduklarında benimsemelerini istediğiniz temel değerler olarak neleri anlatırdınız?-Yarın elinize bundan sonraki yaşamınızı çalışmadan geçirebilecek düzeyde bir para geçerse, bu temel değerleri yaşatmayı sürdür müydünüz?-Bu temel değerleri, eğer bir noktada içlerinden biri ya da birkaçı rekabette dezavantaj haline gelse de korumak ister miydiniz?-Yarın farklı bir alanda yeni bir girişime başlayacak olsanız, sektör ne olursa olsun, hangi temel değerleri yeni örgütte de yerleşik kılmak isterdiniz? Son üç soru önemlidir; çünkü değişmemesi gereken, kalıcı temel değerler ile her zaman değişmesi gereken uygulama ve stratejiler arasında önemli bir ayrım yapmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı niçin güçlendiriliyor?Şirketler bile temel değerlerini geleceğe taşımak için inanılmaz duyarlı davranmaktadırlar. Konu millet ise bu hassasiyetin çok daha yüksek olması lazım gelir. Anayasa değişikliklerinin hangi değerleri geleceğe taşımak amacıyla yapıldığını birileri cevaplaması gerekiyor. Kendi çıkarlarını anayasal güvence altına almayı, birileri darbe anayasasını değiştirme kılıfı altına saklamış olmasın? Bu bağlamda parlamenter sistemde Cumhurbaşkanlığının bu denli güçlendirilmesinin ne anlama geldiğini de birileri cevaplaması gerekiyor. Herhalde Anayasa değişikliği milletin temel değerlerini geleceğe taşımak için yapılmıyor. Başbakanlığı kaybetme tehlikesi karşısında birileri, Cumhurbaşkanlığı vasıtasıyla sekiz yıllık birikimlerini korumaya almaya çalışıyor. İşin diğer tarafı ayrıntıdır. ö.YENİÇERİ 26.03.2010


Değişim değil döneklik!

Küresel güçler, sömürmek için gittiği yerlere “barbarlara” medeniyet getirmek için geldiklerini söylerlerdi. Günümüzde ülkeleri işgal edenler de bunu “demokrasi ve özgürlük” adına yaptıklarını söylüyorlar. İhanet ve dönekliklerini “Değişim” kavramıyla açıklamaya çalışanların yaptıkları da benzerdir.Arkadan vurmak!Toplumlar gibi bireyler de eylemlerini maskeleyen kavramları kullanırlar. Bu anlamda sadakatsiz, vefasız ve samimiyetsiz sayılabilecek tavırları “değişme” kavramıyla açıklarlar. İlkesiz, normsuz ve kuralsız hareketleri “değişim” kavramıyla maskelerler. Bir bireyin dün peşinden gittiği düşüncelerden bir anda çark etmesini “değiştim” kelimesiyle açıklaması inandırıcı değildir. Hele hele şeytanla (iktidar=faust) psikolojik sözleşme imzalayanların bunu söylemeye hiç hakları yoktur. Arkadan vurmak, dönmek, sapmak, satılmak, kalleşlik, caymak, cıhızlık ve döneklik başka bir şey, değişmek ise daha başka bir şeydir.Bazı insanlara sadakat, ahde vefa, fedakârlık, feragat, mertlik ve namusluluk gibi değerler ağır gelebilir. Bunlar, rahat ve özgür hareket edebilmek için kendilerini toplumsal, milli ve ahlaki değerlerin sınırlandıran etkisinden kurtarmak isteyebilirler. Onlar, sonsuz kıvraklık, değişkenlik, oynaklık ve esneklik içinde olmayı özgürlük sayabilirler. Bu maksatla her fırsatta saf ya da makas değiştirebilirler. Dönmek ya da satılmak, yalnız özgür davranmak için değil aynı zamanda çıkar sağlamak amacıyla da gerçekleşebilmektedir. Bu noktada dönmek karakter, satılmak ise daha çok kişilikle ilgilidir. Din, cinsiyet ve iman değiştirmek, bu tür kimlik ya da kişiliklerin işidir.“Seviyeli beraberlik” Namussuzluğun adına “seviyeli beraberlik” diyenler, dönekliklerin adını da değişim kavramıyla açıklarlar. Ancak unutmamak gerekir ki ambalaj ya da zarf değiştirmek içeriği ya da niteliği etkilemez. Bu anlamda dününe sırtını çevirenlerin bugününe sadakat göstermeleri için fazla nedenleri olmaz. Sanıldığı gibi dünün yumurta küfesi misali sırttan atılması da mümkün değildir. Bu konuda C.G. Jung şunları yazar: “Geçmişi inkâr etmek ve şimdiki zamandan başka bir zamanın şuuruna sahip olmamak halis yalandır. Bugün, ancak dün ve yarın arasında anlam kazanır; dünden uzaklaşan ve yarına yaklaşan bir geçiştir.” Jung’un bu bakışına dikkat çeken Peyami Safa ise; zamanın üç elemanından birini inkâr etmekle, hepsini toptan reddetmek arasında fark olmadığını yazmaktadır. Zamanın bu nihilizmi, insanı kendi kendinden kaçmaya ve kendi kendini tamamıyla inkâra götüren manevi intiharın şekil değiştirmesidir. Biz, dünümüzün içinde yoksak, bugünümüzde de, yarınımızda da yokuz.“Doğuştan hain!” Elbette Fouche gibi insanlar arasında ’doğuştan hain, zavallı entrikacı, aşağılığın aşağılığı, karşı yana geçmeyi meslek edinmiş, ajan ruhlu, alçak, acınacak kadar ahlaksız’karakterler de vardır. İnsanlığın doğası buna müsaittir. Bu tür şeytani karakter ve zekâları da anlamak mümkündür. Bu insanların ahlaksızlıklarını “değişim” kavramıyla açıklamaları ya da alçaklıklarını ilerleme olarak sunmaları, kavramlara da ihanet ettikleri anlamına gelir. Thales, “doğada ve insanda her an değişen bir şey var, bu yadsınamaz. Ama değişen her şeyde değişmeyen bir şey de var, bu da yadsınamaz” der. Çünkü bütün bu değişmelerin içinde değişmeden kalan bir şey olmasaydı, değişme de olamazdı. Toplumlar, jeopolitikleri, dilleri, hafızaları ve imanları üzerinden yükselir ya da düşerler. Arşivler, toplumların çağ değiştirirken bunu mevcut hafıza ve yapılarının üzerine yaptıkları ilavelerle gerçekleştirdiklerinin sayısız örnekleriyle ağzına kadar doludur.Özcan YENİÇERİ09.03.2010