.

.








1 Mart 2009 Pazar

VEDAT BİLGİN " MAKALE "

Demokrasi mi etnik otoriterizm mi


Bu ülkede yaşayan herkesin, etnik kimliklerinin dışında birçok kimliği vardır. Etnik kimlikleri otoriter bir örgütün totaliter zihniyetli adamlarının insafına terk etmek herkesten önce Kürtler için bir özgürlük sorunu yaratır.

Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünde birçok engel bulunduğunu biliyoruz.
Bunlar içerisinde zaman zaman üzerinde durduğum militarizm kültürü, devletin tüm siyasal alanı kuşatacak bir zihniyet yapısının hakimiyeti, orta sınıflaşma sürecinin henüz istenilen düzeyde gelişmemesi gibi unsurları hatırlayabiliriz. Ama sanırım üzerinde yeterince durulmayan ve bu ülkenin günümüzde demokrasi sorununun en önemli öğesi haline gelmiş olan etnik otoriterizmi ayrıca ve mutlaka ele almak durumundayız.
Burada etnik otoriterizm kavramının yetersiz kaldığı, onun totalitarizme yöneldiği de düşünülebilir. Ben, otoriterizm kavramını meseleyi ortaya koymak bakımından daha tercih edilebilir buluyorum. Şöyle açıklayabilirim ki, totaliter anlayışlar daha sistematik ve kendi içinde tutarlı bir düşünce biçimine sahiptir. Söz konusu etnik ayrılıkçılığa dayanan anlayışta, her ne kadar stalinizm özentisi bazı özellikler görülse de, çok geri ve iptidai olduğu için otoriterizm kavramı daha uygun durmaktadır. Kısaca bu, siyasal olarak etnik kimlik adına otoriteryan bir yönetim kurma arzusudur.
Aydın ve söylem
Türk medyasında hakim zihniyet ki, buna beyazların hakimiyeti de diyebiliriz, meselelere yüzeysel bakma eğilimindedir. Bu durum sorunları analiz edecek donanıma sahip olmamak, yetersiz olmakla ilgili olabileceği gibi bu sorunları ele alanların içinde doğdukları kültürel ve siyasal tavırların eklemlendikleri güç ilişkileriyle de alakalı olabilir. Bakınız, Diyarbakır'da düzenlenen bir toplantıda yapılan tartışmalardan sonra, neredeyse o işi organize edenlerin söylemi medyanın büyük bir kısmına hakim olmuştur. Türkiye'nin nereden ve nasıl ünlü olmuşsalar, bütün pespayeliği ile ortada duran birçok yazarı, çizeri, TV yorumcusu bu söylemin dışına çıkıp meseleyi analiz etme cesaretini dahi ortaya koyamamıştır. Otoriter bir örgütün cinayetlerle iç içe bir siyasal grubun ürettiği söylemi bile değiştiremeyen, sorgulayamaya gücü yetmeyen medyatik bir grup... Yoksa aydınlar mı demeliydim!..
Belki de bu ülkenin talihsizliği, bu insanların adının aydına çıkmış olmasıdır...
Şunu görmek çok mu zor? Henüz toplumsal yapısını değiştirme sorunları yaşayan bir bölgede endüstrinin gelişmediği, tarımsal hatta tarım öncesi örgütlenme biçimlerinin yoğun biçimde yaşandığı, her türlü geri kalmışlık sorununun üst üste çakıştığı bir yerde köy, mahalle, şehir örgütlenmesini silahlı bir örgütün gölgesindeki komitelerle gerçekleştirme projesi, o bölgede yaşayan başta Kürtler olmak üzere bütün insanları otoriter baskıcı bir yapılanmayla ancak Pol Pot rejimi gibi gayriinsani bir modele götürmez mi!
Türkiye'nin etnik kimliklerine dayanarak insanların bütün özelliklerini, farklılaşmalarını, bireyselleşme eğilimlerini ve taleplerini yok saymak ne anlama gelir? Bir başka ifade ile etnik kimliği bir siyasal özne haline dönüştürerek insanlar için bir hapishane inşa etme projesini ırkçılıktan başka bir anlayışla temellendirmek herhalde dürüst bir tavır olamaz.
Demokrasiyi savunmak
Bu ülkede yaşayan herkesin, etnik kimliklerinin dışında birçok kimliği vardır. Bu kimliklerin özgürleşmesi onların tercih haklarının olmasıyla mümkündür. Etnik kimlikleri otoriter bir örgütün totaliter zihniyetli adamlarının insafına terk etmek herkesten önce Kürtler için bir özgürlük sorunu yaratır. Düşüncesi bütünüyle etnik anlayışa saplanmış olan insanların, bunu anlamasını beklemek zordur. Ama bu ülkenin demokratlarından, demokratik değerleri savunanlarından bunu beklemeye herkesin hakkı vardır.
Demokrasi kavramı açıktır. Devletle toplum arasındaki ilişkiler etnik kimlikleri yok sayarak ya da etnisite esasında değil, bireysel kimlikler esasında düzenlenir. Vatandaşlık bağı öyle zannedildiği gibi sadece nüfus cüzdanındaki resmi kayıttan ibaret değildir. İçinde inanç özgürlüğünden düşünce ve kendini ifade etme özgürlüğüne kadar birçok hak ve özgürlük yer alır. Bunların üzerinde yükselen siyasal özgürlükler elbette ki vatandaşlık bağının devlete uzanan diğer özgürlük alanlarıdır.
Peki etnik diller ne olacaktır!
Tüm etnik kimlikler, vatandaşlık bağını içinde yer aldıkları toplumda, hak ve özgürlüklerle kendilerini ifade ederek kurarlar ve yaşatırlar. Onlar yani etnik kimlikler vatandaşlığın siyasal alternatifi değillerdir.
Bugün karşılaştığımız sorun Kürtler'i otoriter bir zihniyetin insafına terk edip etmeme sorunudur.
Vedat BİLGİN 27.12.2010 BUGÜN


Orta Asya da neler oluyor
Bizler ülkemizde askeri darbeler dönemini kapatma sürecini yaşarken Orta Asya da neler olmaktadır? Yaklaşık 5 yıl önce Kırgızistan’da bir darbeyle yönetimi ele geçiren Bakiyev bugün yeniden bir darbeyle iktidarı kaybetmiş görünüyor.Sanırım bu sorunun cevabını Orta Asya’daki ülkelerin tarihsel-toplumsal formasyonlarıyla ve özellikle Sovyet tecrübesiyle irtibatlandırarak açıklamak daha doğru olacaktır. Öncelikle şu hususun unutulmaması lazımdır ki bahsettiğimiz olayın gerçekleştiği Kırgızistan’da en yaygın biçimde görünen bozkır göçebe geleneğine dayanan toplumsal ilişkiler düzeni tarihsel olarak bu ülkede siyaset kurumunun gelişmesini önleyen bir etki yaratmıştır. Göçebe hayvancılık ekonomisine dayanan toplumsal ilişkiler sistemi siyasi olarak klan-aşiret tipi örgütlenmenin ilerisinde bir siyaset anlayışı üretememiştir. Bu tür toplumsal yapıların en büyük siyasal başarısın kabile federasyonları olduğu bilinen bir husustur. Böyle bir siyasal örgütlenme biçiminin ise dayanıksız, sürekli olmayan bir devlet algısına sahip olması bu topraklarda ciddi bir sorun ola gelmiştir. “Ulusal Sorun” Sovyetler Birliği’nin kuruluş aşamasından itibaren Asya Türklerinin yaşadığı coğrafyayı etki altına alması çok zor olmamıştır. Bilhassa söz konusu dayanaksız siyasal yapıların bulunduğu göçebe toplulukların hüküm sürdüğü Kırgızistan, Kazakistan gibi ülkelerde Kızılordu’ya karşı uzun süre direnebilecek güçte bir askeri yapı mevcut olmadığı gibi, esas olarak Kızılordu’nun dayandığı politik ve ideolojik anlayışın karşısına konabilecek herhangi bir söylemde mevcut değildir. Sovyetler’in bu topraklara yayılarak oraları kendi bünyesine katması izahını Sovyet ideolojisi içerisinde geliştirilen terminolojide ortaya konmuştur.Sovyet sistemi daha önceleri ortaya atılan “milletlerin kaderini belirleme hakkı”nı kendi terminoljisine transfer edip meseleyi ‘ulusal sorun’ etrafında ortaya koymaya çalıştır. Bu anlayışa göre ulus ya da millet bir dili veya lehçeyi konuşan etnik topluluğa indirgenmiştir. Hatta öyle ki, Stalin’in bir broşüründe ‘bir dile sahip olan topluluğun ekonomik ilişkilerine dayanarak bir ulus olması’ndan bahsedilir ki burada ki ekonomik ilişkiler vurgusu dile dayanan topluluk anlayışına sadece sosyalist veche kazandırmak çabasından başka bir şey değildir. 1960 ve 70li yıllarda Türkiye’de ‘millet’, ‘milliyetçilik’ tartışmaları yapılırken Sovyet siyasal çizgisini takip eden Türkiye’deki sol akımların sık sık bu “ulusal sorun” anlayışını Türkiye’de temsil etmeye çalıştıklarını hatırlayabiliriz. Artık bugün bir geçerliliği kalmamış olan bu tartışmanın üzerinde durmak ileri sürdükleri itibariyle önemsizdir, fakat geriye bıraktığı sorunları anlamak bakımından gerekli olabilir. Asyatik Bürokratik OligarşilerSovyet örgütlenmesinin Asya toplumlarında çeşitli aşamaları vardır. Bunlardan ilki, Sovyetler Birliği’nde kabilesel ilişkiler düzeyine bağlı çeşitli dilleri ya da lehçelerini konuşan toplulukları ‘Ulusal Sorun’ bağlamında onların geri toplumsal yapılarını veri kabul ederek siyasal bir hiyerarşi içerinde Sovyet sistemine yani birliğe katmalarıdır. İkinci aşama ise, bu geri toplumsal ilişkileri bir çeşit iş bölümüyle Sovyet ekonomisine katkı yapacak bir şekilde merkezi ekonominin aracı konumuna getiren bağımlılık ilişkilerini kurmaktır. Üçüncü aşama ise, bütün bu bağımlılık ilişkilerini sürdürecek yerli halktan devşirilmiş bürokratik kadroların oluşturulması.Devşirme sistemiyle kurulan bürokratik oligarşi SSCB’nin çöküşünden sonra bu ülkelerde tek iktidar alternatifi olarak kalmışlardır. Modernleşme dinamikleri gelişmedikçe, iktidar mücadelesi bunların yurtiçindeki geri toplumsal yapılar veya yurtdışındaki küresel aktörlerle kurdukları çeşitli ilişkilerinin sonucu olacaktır. Kırgızistan’da yaşanan olayları beş yıl öncesi ve sonrasını olduğu kadar ileride meydana gelebilecekleri de bu perspektiften düşündüğümüz zaman bu ülkelerin önünde daha katedilecek uzun bir yolun olduğu görünmektedir.Vedat BİLGİN 12.04.2010
'Siyasal gecikme'nin bedeli

01 Nisan 2010 Perşembe

TOPLUMSAL değişmenin hızlandığı yapısal nitelik kazandığı dönemlerde siyasetkurumunun buna cevap verecek bir tarzda değişmeye uyum sağlaması önemlidir. Siyasetkurumunun toplumsal değişmeye ayak uyduramadığı durumlarda çok önemli bir sorunla karşılaşılır. Benim “siyasal gecikme” dediğim bu olay bir anlamda siyaset kurumunundeğişimi yönetme, ortaya çıkan değişim sorunlarına çözüm bulma inisiyatifini elinden kaçırması anlamına gelecektir.Siyaset kurumunun değişim sürecinde inisiyatif kullanabilecek unsurları ele alırsak bunlardan birincisi devlettir. Devlet içindeki örgütlenmiş yapılar, toplumda meydana gelen değişme sorunları ve toplumsal talepleri dikkate almayarak kendi tarihsel konumlarını pekiştirecek ve sürdürecek bir arayış içerisine yöneldiklerinde, devlet sorun çözme mekanizması olmaktan çıkar.İkinci unsur, değişim öncesi yapının ideolojisiyle yeni durumu anlamaya çalışmak veya yaşanan sorunlara egemen ideoloji içerisinden çözüm aramakla ilgilidir. Eğer siyasal sisteme egemen böyle bir niteliğe sahipse siyaset körleşir. Eski ideolojik kalıpların bakış açısıyla yeni duruma müdahale edilmeye kalkıldığında sorun çözmek bir tarafa, siyasal çatışma, kutuplaşma eğilimleri artacaktır.Siyaset kurumunun üçüncü önemli mekanizması siyasal aktörlerdir. Eğer bir toplumda siyasal aktörler yani partiler, örgütlü gruplar ve siyasal kadrolar yaşanan olayları ortaya çıkan sorunları kavrayacak perspektife sahip değillerse değişimi yönetme inisiyatifini kaybederler. Kısaca değişim süreçlerinde, bir toplumun değişimi yönetme gücünü oluşturan yapıların başında gelen siyaset kurumunun belirttiğimiz özelliklere sahip olmaması, siyaset kurumuyla toplumu yeni yapısal güçleri arasında ayrışmaya yol açacaktır. Bu açıkça toplumun kendisini yenileme gücü ve bu değişimin gerisinde kalmış olan siyasal yapının unsurlarının karşı karşıya gelmesi demektir. Bu çelişkinin ciddi bir toplumsal gerilim yaratacağı açıktır. Ülkemizde yaşanan tartışmaların, ardı arkası kesilmeyen siyasal gerilimlerin arkasında, teorik olarak vurgulamaya çalıştığım değişim sorunları bulunmaktadır. Türk toplumunun bin yıllık tarımsal toplum yapısından çıkmak için son elli yılda koyduğu performans bugün önemli bir noktaya gelmiştir. 1980’li yıllardan itibaren dünyada yaşanan yeni süreçlerin etkisiyle artık Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal yapısında yeni bir aşamanın gerçekleştiği görülmektedir. Ülkemiz endüstriyel gelişme düzeyi küçümsenemeyecek bir noktaya gelmiş, toplumumuz hızla kentli bir toplum olma karakteri kazanmaktadır. Nitelikli işgücünün oranı, eğitimli insanlarımızın sayısı hızla artmaya devam etmektedir.TÜRKİYE’DE YENİ TOPLUMUN YENİ TALEPLERİToplumumuzda yaşanan orta sınıflaşmanın etkilerini birçok alanda görmemiz mümkündür.Dün, içine kapalı köylü toplumunun insanları, devlet karşısında çaresiz el açarken; bugün ülkenin her tarafında taleplerini ortaya koyan, “yurttaşlık haklarına” dayanarak hizmet isteyen, taleplerine duyarlı bir devlet arzularını “siyasi olarak” dile getirmeye başlamışlardır.Türk toplumunda son yıllarda yaşanan büyük değişim, bireyleri “tabi olan ve itaat eden” birkonumdan “talep eden”, “taleplerinin gerçekleşmesi için toplumsal güç olma iddiasınasahip yurttaşlar” konumuna getirmiştir. Toplumumuzun Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olmak isteyen, kendi toplumsal taleplerini kendi yaptığı politik tercihlerle ortaya koyan,daha da önemlisi bu tercihlere “saygı” gösterilmesini bekleyen bir eşit ve özgür yurttaşlartopluluğuna doğru dönüştüğü görülmektedir. “Modern” kavramına gerçek anlamıyla tekabül eden bir toplum modeline doğru gidiş elbette birçok sancıyı, kırılmayı ve krizi de beraberinde getirecektir. Burada önemli olan toplumun değişen yapısını, değişen taleplerini anlayıp, yönlendirme yeteneğine sahip bir siyaset yapısına sahip olmaktır.


Toplumsal değişim karşısında siyaset kurumu

29 Mart 2010 Pazartesi,


Türk toplumu değişimin neresinde? Son yıllarda değişim sözcüğüdilimizde kendisine birçok anlam yüklenen bir kavram olmuştur. Bu sebepledeğişimin, çoğu kimse tarafından belirsiz, gelişigüzel, içi boş bir sözcükolarak kullanılması sık rastlanan bir durumdur. Değişim sözcüğü neredeyseher kapıyı açan sihirli bir anahtar gibidir. Zaman zaman bu sözcüğükullananların herhangi bir değişme veya fikrine sahip olmaları bir tarafasöyledikleri ve tavırlarıyla değişimi değil statükoyu sürdürecek bir tutumiçine girdikleri görülmektedir. Kısaca değişimden yana olma iddiası,herhangi bir değişim fikrini temsil etmediği zaman, boş bir iddiayadönüşmektedir. Bunu anlamak için öncelikle statükoyu oluşturan durumu yapıyı analiz etmek ona alternatif bir anlayışı ortaya koyma zarureti vardır. Böylebir çabayı ortaya koyma gücünden yoksun olanlar ne kadar çok bu sözcüğükullanırlarsa kullansınlar tutucu konumlarını fark edemeyecek bir durumiçerisinde kalırlar.TOPLUM NASIL DEĞİŞİYOR?Toplumsal değişimin toplumların varlığını sürdüren en önemli mekanizmaolduğu bilinen bir husustur. Bir toplumun değişim üretememesi toplumaçısından ciddi bir sorundur. Değişim yaratamayan toplumların daha fazladeğişim veya daha büyük değişim üreten toplumlar karşısında geri kalacağıbirçok tarihsel ve aktüel örnekten görülebilir.Toplumların değişim süreçlerinde ciddi sorunlar yaşaması bu gerçeğideğiştirmez. Yani nasıl değişim üretememek ciddi bir sorunsa, değişiminyarattığı birçok olay daha önce tecrübe edilmemiş, yaşanmamış toplumsalsorunların ortaya çıkmasına yol açabilir.Bugün Türk toplumu büyük bir değişim dalgasının içinde yaşamaktadır.Elbette ki toplumsal yapının değişmesi beraberinde bugün karşı karşıyabulunduğumuz birçok sorunun temelini oluşturmaktadır. Aktüel örnekleri elealırsak işsizlik sorununun, ekonomik büyümenin, işgücü arzına cevapveremeyecek bir düzeyde gerçekleşen işgücü talebinden kaynaklandığınıgörürüz. Bu ise ithalata dayalı büyüme modelinin istihdam yaratamaması vetakip edilen büyüme politikalarının "kalkınmayı" gerçekleştirmede yetersizkalması ile ilgilidir. Yüksek oranlarda yaşanan kentsel işsizliğin özellikleAnkara, İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde kent suçlarını yarattığıbilinmektedir. Bu olumsuz örneklerin yanında Türkiye'nin sanayi sektörününihracat içindeki payı hızla arttırdığı, ülkenin üretim yapısında ileriteknolojiler kullanan işletmelerin uluslararası piyasalarda daha fazlarekabet edebilir bir konuma yükseldiği hatırlanabilir. Bu örnekleriarttırabiliriz.Yaşanan bütün toplumsal sorunlar Türkiye'nin tarımsal toplumsalyapısını tasfiye etme çabalarının sonuçlarıdır. Fakat burada şuunutulmamalıdır: Toplum değişirken toplumsal kurumlar arasındaki ilişki deyeni dengeler üretecek bir tarzda kurumsallaşmak durumundadır. Bu toplumun kendi iç dengelerini sağlaması demektir. Her toplum kendi dinamiklerine bağlı olarak ortaya çıkardığı değişim dalgasını ve bunun yarattığı sorunları çözecek içsel enerjiyi de üretmek mecburiyetindedir. Bunu gerçekleştiremezse değişimin yarattığı sorunlar krize dönüşür ve bu krizler karşısında çaresizlik duygusu, toplumsal psikolojiye egemen hale gelebilir. Bu bunalımın derinleşmesi, bir kaos halini alması demektir.DEĞİŞİMİ YÖNETMEKHızlı yapı değişmeleri geçiren toplumların ortaya çıkan toplumsal sorunlara cevap verecek, bu sorunları çözecek yaklaşımların başında değişimi anlamak ve yönetmek gelmektedir. Bu işi kim yapacaktır? Bu işi yapacak olanlar elbette ki uzaydan gelen adamlar olmayacaktır. Her toplum kendi değişimini yönetecek unsurları ve kadroları yaratmak durumundadır. Bunlar unsurlar arasında siyaset kurumunun vazgeçilmez bir yeri vardır. Eğer siyaset kurumu toplumun yaşadığı olayları, değişim sorunlarını kavrayacak ve bu süreci yönetecek yaklaşım ve araçları geliştiremiyorsa sorunlar büyüyecek demektir. Bu durum krizin habercisidir.Türkiye bugün bütünüyle bu değişimi yönetememe sorunuyla karşı karşıyadır.



Harmandan gelen adam: Muhsin Yazıcıoğlu

25 Mart 2010 Perşembe,


O karlı ve soğuk kış günü hepimizin yüreği buz kesmişti. Bizi donduran haber o güne kadar adını duymadığımız Kahramanmaraş'ın bir dağ kasabasından geliyordu. Muhsin Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikopter düşmüştü. Bugün olayın üzerinden tam bir yıl geçti. Sanki kötü bir rüya görmüş gibiyiz.'Benim kuşağımın bir kısmı için Muhsin Yazıcıoğlu bir 'kardeş', 'ağabey' ya da herkesin sevdiği tabirle 'Muhsin Başkan'dı. Soğuk savaş gerilimiyle bölünmüş Türkiye'nin diğer bir kesimindeyse 'düşman' bir kutbun gençlik lideriydi. Yüz yüze yakından tanıyanlar içinse bir dost insanın varlığından huzur duyduğu yakın bir arkadaştı.HARMANDAN GELDİĞİ GÜN1977'nin bir yaz gecesiydi. Ülkü Ocakları'nın yayın organı Genç Arkadaş dergisini yayına hazırlıyorduk. Çalışmamız sabaha kadar sürmüştü. Arkadaşlar bir taraftan kahvaltı için simit, çay hazırlığı yaparken bir yandan da misafirimizi beklemekteydik. Kapı çalındığında içeriye bir delikanlı girdi. Ne zaman ki bir yerde O'nun adını duysam, kendisini görsem aklıma ilk günkü an gelir. Ayaklarında harman tozu içinde kalmış yün çorapları vardı. Daha sonra fark edip çoraplarını silkelerken "arkadaşlar o kadar acele ettiler ki üstümü başımı bile değişemeden harmandan çıkıp geldim" diyerek durumunu açıklıyordu. Sanki bizler O'na harman tozu içindeki ayaklarını sormuşuz gibi bize cevap veriyordu. Ertesi gün yapılan kongrede Ülkü Ocakları Başkanı seçilmişti. O Muhsin Yazıcıoğlu'ydu.1970'li yılların soğuk savaş döneminin bütün karanlığı ülkemize kabus gibi çökmüştü. Türkiye'nin geleneksel orta halli ailelerinden büyük şehirlerine okumaya gelen gençler daha çok sağcı diye bilinen akım etrafında toplanırken, bürokratik kökenden gelen şehirli çocuklar dünyada yaşanan 68 rüzgârının etkisiyle genellikle 'sol' diye isimlendirilen gruplar içerisinde yer alıyordu. Bu gruplaşmaların bir fikir hareketine dönüşmekten çok, hızlı bir şekilde şiddet sarmalıyla karşı karşıya gelmeleri için çok zaman geçmedi.Esas itibariyle 'sağcı' diye isimlendirilen gençlerin haykırdığı "Milliyetçi Türkiye" sloganıyla 'solcu' diye bilinenlerin seslendirdiği "Bağımsız Türkiye" sloganı her nasıl olmuşsa bir kavga ve birbirlerine karşı bir husumet meselesine dönüşmüştü. Bugün baktığımız zaman Bağımsız Türkiye'yi savunmanın zaten Milliyetçilikten başka bir şey olmadığını veya 'Milliyetçiyim' diyenlerin zaten Türkiye'nin varlığını birliğini ve bütünlüğünü bir anlamda bağımsızlığını temsil ettiklerini söylemek neyi değiştirir?Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak isteyen, dolayısıyla demokratikleşmesini istemeyenler sahneye çıkmışlardı. Türkiye'yi kontrol etmek isteyip kalkınmasına fırsat vermeyenler, ülkemizin içine girdiği uluslararası ittifakların kendilerine sağladığı imkânları da kullanarak, çeşitli servisler vasıtasıyla ülkeyi bir çatışmanın içine çekmişlerdi. Daha sonra bütün bu kan ve şiddetin aslında Türkiye'yi baştan bir başka oyunun aktörleri tarafından sürdürüldüğünü ifade eden şu sözü hatırlayacağız: Sabahtan sağcı gençlerin öldürülmesinde kullanılan aynı silahlar öğleden sonra solcu gençlere doğrultulmuştu.MUHSİN BAŞKAN NEREDE DURUYORO 12 Eylül işkence hücresinde bütün baskı ve işkencelere rağmen hep dimdik onurlu durmuştur. İşkenceciler onun yiğitliğine şaştılar, hayran kaldılar ve korktular. Hiçbir iftirayı ona kabul ettirememenin çaresizliğini yaşadılar. O'na arkadaşlarıyla ilgili düzenledikleri iftiraları onaylaması karşılığında vaat ettiklerine Muhsin Başkan yüzlerine tükürerek cevap vermişti. 12 Eylül'ü anlatan dizi ve filmlerde her ne kadar ülkücülere yapılan işkencelerden neredeyse hiç bahsedilmese de gösterilen bütün işkence sahnelerinin tamamı kendisine uygulanmıştı. Muhsin Başkan yargılandı beraat etti sonra harman yerinden çıkıp geldiği Sivas O'nu bağrına basarak defalarca milletvekili seçti.Varlığında onun hep kardeşliğini hissediyordum. Yokluğunda acısını.


Türk Romanı'nın yüz akı, Kemal Tahir yüz yaşında

23 Mart 2010 Salı,


Öldüğü gün o yıllarda yayınlanan Yeni Ortam Gazetesi ölüm haberini “Tipi Dindi” başlığıyla vermişti. Gerçektende Kemal Tahir Türk edebiyatında romanlarıyla yarattığı soluk kadar, getirdiği tartışmalarla da bir fırtına estirmişti. Düşünce adamımız Cemil Meriç’in Kemal Tahir için söylediği söz açıktı: “Türk Romanı’nın Yüz Akı”.
Ünlü romancımız Kemal Tahir’in doğumunun yüzüncü yılı. İstanbul’da Yüzbaşı Tahir Bey’in oğlu olarak dünya gelen Kemal Tahir babasını erken yaşta kaybettikten sonra üç kardeşiyle birlikte zor bir çocukluk önemi geçirir. Amcasının desteğiyle Galatasaray Lisesi’nde sürdürdüğü eğitimini, onu kaybettikten sonra tamamlayamadan ayrılır. Eğitimini neden tamamlamadığına dair bildiğim net bir bilgi yoktur. Okulu bıraktıktan sonra kömür işletmelerinde idarede muhasebe ve benzeri işlerde kısa bir süre çalıştıktan sonra Zonguldak’tan İstanbul’a dönüp gazete ve matbaalarda çalışmaya başlamıştır. Böylece basın dünyasıyla tanışmış olur.
YENİ BİR UFUK, YENİ BİR SOLUKKemal Tahir’in Türk edebiyatındaki yeri, doğumun yüzüncü yılında bile hala hararetle tartışılıyor. Sağlığında onun romanlarına karşı kıskançlıkla hasetle arkasından laf edenler ölümünden sonra da bu sinsi tavırlarını sürdürmekten geri durmadılar. O’nun düşünce hayatımızdaki yerini tartışırken üç hususu dikkate almalıyız. Bunlardan birincisi romancı Kemal Tahir’in Türk edebiyatında neyi temsil ettiğiyle ilgilidir. İkincisi esas itibariyle romanlarında savunduğu düşünceler, tarih ve toplum üzerine geliştirdiği tezler, röportaj ve konuşmalarında ortaya attığı fikirlerle başlattığı tartışmalar, üçüncüsü ise dönemin sol akımları içerisinde ya da bunların karşısında ortaya koyduğu görüşlerle ilgilidir. Bir başka yazıda onun Devlet Ana’yla başlayan Yol Ayrımına kadar devam eden romanlarının Türk Edebiyatı ve fikir hayatı için arz ettiği önemi ele almayı düşünüyorum.
Bilindiği gibi Kemal Tahir gençliğinin önemli yıllarını faşizan tek parti yönetiminin baskıcı rejiminin, hukuksuz uygulamalarına kurban vermiştir. Avrupa’da yükselen faşizme yönelik bir dış politika manevrası olarak içerde başlatılan ‘komünist tevkifat’ çerçevesinde yapılan operasyonlarda deniz Astsubayı kardeşi Nuri Bey’in okumak için görev yerine götürdüğü ve yasaklı olmayıp piyasada satılan Sabahattin Ali’nin bir hikâye kitabı ve romanını bulundurmaktan dolayı Kemal Tahir on beş yıla mahkûm edilir. Aldığı cezasının büyük bir bölümünü Çankırı Çorum ve Malatya Cezaevlerinde yatarak 1950 Menderes affıyla on iki yıl yattıktan sonra çıkar.
PUTLAR KIRILIYORHapishane yılları onun için yeni bir çalışma düzeni demektir. İlk romanını Çankırı Cezaevinde yazar ve yayınlar. Arkasından ikinci romanı yine burada ortaya çıkar. Kemal Tahir için cezaevi, hayatı o güne kadar İstanbul’da geçmiş bir İstanbul delikanlısının Anadolu’yu Türk insanını tanıma fırsatına dönüşür. Çankırı’da çok önemli bir olay daha yaşar; tanıştığı cezaevi müdürüyle aralarında başlayan dostluğa kısa zamanda başkaları da katılır. Bunlar arasında O’nun için kütüphane müdürünün ayrı bir önemi vardır. Kendisinin de ifade ettiği gibi Çankırı ve Çorum kütüphaneleri onun gözlem gücüne yeni bir kaynak daha katar. Bu kütüphanelerinin zengin el yazmaları ve kaynakları O’nun tarih ve toplum anlayışının şekillenmesi için büyük bir imkândır.
İlk romanları Sağır Dere ve Körduman’da Anadolu insanının köydeki toplumsal gerçeğini, sıkıştırılmış insanlar üzerinde ki gözlemlerine dayanarak yazarken, bu defa elde ettiği kütüphane imkânını kullanarak yeni tarih ve toplum tezlerini geliştirecektir.
O’nun romanları sadece bir dönemde yaşamış kahramanları anlatmamaktadır. Her romanı çok ayrıntısıyla işlenmiş bir toplum ve tarih tezini ifade eder. O’nun tezleri resmi ideolojinin “yürür gezer yalanlarını” ifşa ettiği kadar dönemin TKP çevrelerinin resmi sosyalizmlerinin de ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu ortaya döker. Dolayısıyla Kemal Tahir bir put kırıcıdır, kimseye yaranamaz, adam gibi yaşar.



Ordu en güvenilir kurum mu?

18 Mart 2010 Perşembe,


Ülkemizde yapılan anketlerin hali her seçim döneminde göründüğü ve çok ünlülerinin bile hayatlarında sadece bir kere seçim sonucu bildiği çok iyi bilinmektedir. Bugün bahsetmek istediğim konu bu araştırmacıların çoğunun konuyu bilimsel ilkelerden çok, bir ‘iş’ olarak görmeleri ve esas olarak kamuoyu yoklamasının metodolojik olarak ne anlama geldiği hakkında ciddi bir fikre sahip olmamalarıyla ilgili değildir. Kısaca kamuoyu yoklamalarının sorunlarının bir başka yazıya bırakarak esas bahsetmek istediğimiz konuya geçmek istiyorKİME GÜVENİYORUZ?Zaman zaman gazetelere yansıyan ‘seçim’ dışındaki bir başka anket konusu toplumun hangi kuruma güvendiğiyle ilgilidir. ‘Anketçiler’, ‘kime güveniyoruz?’ sorusunu özellikle kurumlar arasında bir güven sıralaması yapmak için sık sık soruşturmalarında ele almaktadırlar. Bu çabaların birkaç amacı olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birisi gerçekten anketçilerimizin kurumlar arasındaki bir güven hiyerarşisi merakıyla ilgili olabilir. Bir diğeri, anketçilerin gerçekten de kamuoyunun toplum sorunlarına bakış açılarıyla, kurumlar arasındaki hiyerarşi arasında bir ilişki olduğunu düşünüyor olmalarıdır. Bir başkası ise bu tip kamuoyu araştırması yapanların toplumun siyasal düşünme biçimini, reflekslerini belirli bir ideolojik söylem içerisinde yönlendirmek istemeleridir.Hemen şunu söyleyelim ki toplumsal kurumlar bütünüyle örgütlü yapılara tekabül etmezler. Örneğin din bir toplumsal kurum olarak din adamları ya da ibadet yerlerinin örgütlenmesine sığmayacak kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Aynı şeyi başka kurumlar içinde söyleyebiliriz. Örneğin hukuk kurumu dediğimiz zaman da sadece örgütlü yargı sistemi anlaşılmaz, adalet kavramından bunun vicdanlara yansımasına, normatif hükümlere hayat veren zihniyet dünyasına kadar geniş soyut bir alana karşılık geldiğini görürüz.Bütün bu örnekleri ele aldığımızda ortaya çıkan durumda anketçilerin ‘en güvenilir kurum’ algısı zaten problemli bir anlayışı ifade etmektedir. Anketlerde sorulan sorular daha çok siyaset kurumun içerisindeki örgütlü yapıları kuşatmaktadır. ‘En güvendiğiniz kurum hangisidir’ sorusunu yöneltirken aslında birbirleriyle mukayese edilmez unsurlar arasında bir tercih istemektedirler. Yani niteliksel olarak farklı olan şeyler arasında mukayese yapmak ve bunları birbirlerinin alternatifi olarak sunmak nasıl bir ‘sosyal araştırmacılıktır’?SİYASET VE ORDUKamuoyu yoklamalarında en çok rastladığımız örnek, en güvenilir kurumlar arasında ordunun birinciliğidir. Bu veriyi sunarken anketçiler de gazetelerde şu ifadeyi kullanmayı alışkanlık haline getirmişlerdir: “Orduya güven şu kadar yüksek bir orandayken siyasetçilere güven en alt seviyede çıktı.” Bir defa şunun hemen görülmesi lazım ki ordunun alternatifi siyasetçiler değildir. Bir ülkenin ordusuna ne kadar güvendiğini başbakandan başlayarak muhalefet partilerini sıralayarak bunları kamuoyu yoklamasında aldıkları puanlara göre tasnif etmek bilimsel olarak hiçbir şey ifade etmez. Çünkü siyaset kurumunun en önemli aktörleri olan partilerin taraftarları olduğu gibi karşıtları da vardır. Yani en çok oy alan partiye oy vermeyenlerin oranı verenlerden daha yüksek olabilir. Ordu içinse bu tür alternatiflerin olmadığı, olamayacağı açıktır. Siyasi partilerin hükümetin veya muhalefetin alternatiflerinin bulunması daha baştan onların alternatifsiz kurumlarla güven ölçeğinde karşılaştırılmamasını gerektirir.Bu karışıklık nereden doğuyor? Türkiye’de orduyu siyaset kurumun aktörü olarak görenler militarist bir anlayış içerisinde oluşturdukları söylemle ‘sosyal araştırmaları’ da her meseleyi ele aldıkları gibi alınca tablo çarpık bir hale geliyor. Bu topraklar üzerinde yaşayanların ordularına güvenmesi başka bir şey, onu militarist söylem içinde çarpıtarak demokrasinin kurumları arasında bir alternatif olarak gösterme ise başka bir şeydir.




Kim demokrat?

15 Mart 2010 Pazartesi,


Sayısız cinayete bulaşmış, eli kanlı bir örgütün sözcülerinin bile söze başlarken ‘demokrasi’ kelimesiyle lafa başladığı bir ülkede ‘kimin demokrat olduğu’ sorusu önemli bir sorudur. Önemli sorudur çünkü Türkiye’nin demokrasisine karşı yapılmış müdahaleleri şu veya bu gerekçeyle savunanların ya da ‘ordunun da bir kurum olarak siyasi tavrını belli etmesinin demokratik bir hak olduğunu’ ileri sürenlerin hiç de azımsanmayacak bir ağırlığının bulunduğu bir ortamda yaşıyoruz.
Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinde önemli iki soru vardır. Bunlardan birincisi; demokrasi nedir ve nasıl anlaşılmalıdır? İkincisi ise kim demokrattır veya demokrasi mücadelesini verenler kimlerdir? Bu mesele öyle karışık ve anlaşılmaz hale getirilmiştir ki, demokrasiyi savunduğunu söyleyenler de aslında demokratikleşme sürecine karşı en fazla direnç gösterenler de ‘esas demokrasi’nin kendi savundukları olduğunu söyleyip, elbette ki ‘gerçek demokratlar’ın da bizzat kendilerinden başkasının olmadığını iddia etmektedirler.
SİYASAL KÜLTÜR
Şurası açık ki, kimse dürüstçe demokrasiye karşı olduğunu söyleyecek durumda değildir. Bu, demokrasinin bir değer olarak yükseldiğini ve ona karşı olanların bile bunu ifade edecek psikolojik dirençlerini yitirdikleri anlamına gelmektedir. Bir bakıma insanlarımızın toplumsal psikolojisinde demokrasi bir değer olarak önemli bir prestij kazanmış, demokrasiye karşı veya düşman olanlar toplumsal planda kendi konumlarına herhangi bir dayanak bulma ümidini kaybetmişlerdir. Türkiye’nin siyaset geleneğinde, demokrasinin toplumsal zeminin oluşmaması ile ilgili nedenlerden ötürü devletin bir siyasal aktör olarak başat konumda olduğu bir siyasal algı mevcuttur. Bu siyaset algısının şüphesiz başka tarihsel sebepleri de bulunmaktadır. Devletin gerçek özne, toplumun ve bireylerin siyasi olarak, tali unsurlar gibi görülmesi devlet içerisinde örgütlenmiş kadroların dünya görüşlerinde otoriteryen devletçi dünya görüşünün kolayca benimsenmesine yol açmıştır. Bu sadece onların zümresel konumlarına bağlı çıkarların bir sonucu değil aynı zamanda bir siyasal kültürün ürettiği davranış modelinin de bir sonucu olarak görülebilir.
Şunu hemen söyleyebiliriz ki, kimin demokrat olduğunu anlamaktan çok kimlerin demokrat olamayacağını anlamak daha kolaydır. Zaman zaman siyaset bilimi öğrencileri için derslerde demokratik teorinin anlaşılmasını kolaylaştıracak çeşitli formlarda testler oluşturulur. Bunların bazen popüler dergilere de yansıdığı görülebilir. Bu tür testlerde ‘demokrasi ölçeği’ tarzında bir model çerçevesi çizilmeye çalışılır. Sanırım bu testler Türkiye’de kimin demokrat olmadığını anlayabilmek için uygulansaydı şu soruyla başlamak gerekirdi: Size göre demokrasinin temel aktörü kimdir? Bu sorunun yanına; ‘siyasal rejimde bir kriz halinde çözüm yolu nedir?’ sorusu da eklenmelidir.
DEMOKRATİK TAVIR
Doğrusu, bu tür soruların yer aldığı bir anket uygulamasını bugün yapıyor olsaydık ülkemizin cuntacılık geleneğine saygılı, aradan 50 yıl geçmesine rağmen hala 27 Mayıs’ı savunan, “aslında solculara veya sağcılara zarar vermeseydi 12 Mart ya da 12 Eylül’ün ülkeyi uçurumun kenarından kurtardığını söyleyebilecek birçok ‘demokrasiye saygılı aydın’a rastlayabilirdik. Bunların arasında 28 Şubat’ın Post-Modern bir müdahaleyle “Cumhuriyet’i büyük bir tehlikeden kurtardığını söyleyenlerin hiç de küçümsenmeyecek bir oranda bulunduğu da görülebilirdi.
Kısaca demokrat olmak öncelikle demokrasinin aktörlerinin haklarını savunmaktan geçer. Bunlar bireyin merkezinde bulunduğu siyasal örgütlenmeler, partiler vakıflar, sosyolojik anlamda cemaatler, devlete rağmen örgütlenmiş sivil toplumdur. Burada devlet yapısı içindeki kurumların, ordunun ve politik toplumun diğer unsurlarının, onların ideolojik araçlarının siyaset alanından tasfiye edilmesini gerektiğini, sanırım söylemek bile gereksizdir.



12 Mart neredeyse 28 Şubat orada!

11 Mart 2010 Perşembe,


Yarın Türk siyasal hayatında arda arda gelen müdahalelerin ikincisinin yıldönümü. 1971 yılında yaşanan bu olay sadece siyasal hayatımız bakımından önemli değildir. Ülkemizin ekonomik ve toplumsal gelişmesinin en hızlı olduğu yıllarda karşılaştığı bir bunalım olması bakımından da üzerinde durulması gereken bir olaydır. Kalkınma hızının yüzde yedi, enflasyonun yüzde on civarında seyrettiği bir dönemde böyle bir olayın yaşanması kuşkusuz büyük bir talihsizlik olmuştur. Türkiye 12 Mart 1971’e giderken, 27 Mayıs 1960’tan sonra geride bıraktığı on yıllık planlı dönemde, ekonomiden toplumsal hayata kadar istikrar içerisinde önemli başarılar elde etmiş, ülkemizin bazı bölgeleri neredeyse sanayi bölgesi denilebilecek bir yapıya kavuşmuştur. Marmara Bölgesi’nde ve Ege kıyılarında yükselen fabrika bacaları iki önemli gelişmenin sembolü durumundadırlar. Bunlardan birincisi Anadolu’daki bin yıllık tarımsal uygarlığın endüstriyle tanışması, ikincisi ise Türkiye’nin köylü toplumsal yapısının bir başka ifadeyle geleneksel zümreler düzeninin modern anlamda sınıfsal farklılaşmaları yaşamasıdır. YARIN 12 MART 39 yıl önce Türkiye’nin yaşadığı gelişmeyi “Türkiye geriye gidiyor” “irtica geliyor” diyerek değişimi anlayamadıkları için herşeyden endişe duyanlar, ‘ileri bir toplum’ gerekçesiyle ‘devrim’ arayışına girmişlerdir. Bu ‘devrim’ arayışı içerisine girenlerin önemli bir kısmını o gün kendilerini ‘sol’ diye tanımlayan hareketler içerisinde yer almışlardır. Bunlar arasında çeşitli gençlik grupları, öğretmenler ve İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde yeni ortaya çıkan bir kısım işçiler bulunmaktaydı. Şüphesiz bu söz konusu gruplar kendi başlarına herhangi bir toplumsal ve siyasal hareket olarak varlıklarını sürdürebilseydiler sadece toplumsal hareketler olarak tarihimizin içinde bir sayfada yer alacaklardı. Ama tarih çok farklı gelişmiştir. Türkiye’nin karşılaştığı ilk öğrenci hareketleri, yaşanan kitlesel işçi eylemleri sivil hareketler olarak kalmamışlardır. Dönemin ordu içerisindeki çeşitli cuntaları bütün bu toplumsal gelişmelerle iç içedirler ve en örgütlü mekanizmanın gücünü kullanarak bütünüyle bu sivil oluşumları deforme edip militarist ideolojinin içinde tek bir adrese bağlamışlardır. Kışkırttıkları gençlerden bazılarını darbeden sonrada ölüme gönderenler yine onlardır. 12 Mart müdahalesi Türkiye’de bir istikrarsızlığın başlangıcını teşkil etmiştir. Bu bir yönüyle ekonomide süren olumlu gelişmenin siyasal zemininin kaybolmasıyla, diğer yönüyle ise 1980 öncesi şiddet olaylarına yol açacak bir ortam yaratmasıyla ilgilidir. 12 Mart müdahalesi tartışılırken bunlar göz ardı edilmektedir. Tartışmaların bir kısmı 12 Mart cuntaları arasındaki mukayeselerle sınırlıdır, diğer bir kısmı ise dönemin siyasal lideri Süleyman Beyin başarısızlığıyla ilgilidir. Oysa biliriz ki 1971 cuntalarının ‘9 Martçıları’yla ‘12 Martçıları’ arasındaki fark birincilerin totaliter eğilimli Baasçı karakterleri ön plandayken ikinci grubun otoriter baskıcı tavrının baskın olmasıdır. Demokrasi ve insan hakları karşısındaki tutumları birbirinden farklı mıdır? Aralarında ciddi bir fark olduğunu sormaya bile gerek yok aslında. 12 MART’TAN 28 ŞUBAT’A 39 yıl sonra bugün geldiğimiz noktada karşılaştığımız tablo şudur: Türkiye bir karanlık dönemi kapatmaya çalışmaktadır. Ekonomik ve toplumsal olarak toplumumuzun sahip olduğu dinamikler, militarizmin toplumsal hayattaki olumsuzluklarını tavsiye edecek bir düzeye çıkmıştır. Biz biliyoruz ki 12 Mart’ı da arkasından gelen 12 Eylül’ü de 28 Şubat’ı da “aynı ruh’, aynı anti demokratik militarist ideoloji meydana getirmiştir. Türkiye’nin gelişme hızını kesen, insanımıza acı veren bu olayların aktörleri, halâ hiçbir şey olmamış gibi insanlar arasına çıkmaya yüzleri olup rahatça dolaşacaklar mı? Bugün Türkiye’de hukukun bunlardan hesap sorması ve 28 Şubat’ı bütün kadrosuyla birlikte yargılaması gerekmez mi?



Aşk, akıl ve bilim

08 Mart 2010 Pazartesi,


Akademisyen Birliği’nin düzenlediği “Bilim ve Üniversite Sempozyumu” 22-23 Şubat tarihlerinde Ankara’da birçok önemli tartışma konusunu gündeme getirerek tamamlandı. Yaşadığımız siyasal tartışma ortamında medyaya taşınmadığı için çok fazla dikkat çekmeyen bu etkinlikte oldukça önemli tebliğler bulunmaktaydı. Bu birçok değerli tebliğin arasında Azerbaycanlı filozof Prof. Dr. Selahaddin Halilov’un ‘aşk ve akıl’ konusunu ele aldığı tebliği oldukça dikkat çekiciydi ve ülkemizde çok rastlanmayan bir yaklaşımı içermekteydi.
DOĞU ve BATI
Muhtelif bilgi türleri bulunmaktadır. Aşkın bilgisi aslında özne ile nesne arasındaki bir ilişkiye dayandığı gibi, nesnenin ötesine geçen, bir başka ifadeyle sezgi veya duyumlarımızla ulaşılan özel bir bilgiyi üretmektedir. ‘Aklın bilgisi’ Aristoteles’ten bu tarafa kuralları geliştirilen ve bir anlamda iki varlık arasındaki bir etkileşim bilgisi olduğu düşünce tarihinde çokça vurgulanmıştır.Bilimin ise bu iki tür ilgi alanından farklı bir yönteme ve mekanizmaya sahip olduğu bilinmektedir. Halilov, Doğu’nun edebiyat ve şiir yoluyla aşkı aklın üstünde ve dışında tuttuğunu, Batı’nın ise aşk da dahil her türlü bilgiyi maddeleştirdiğini, rasyonalize ettiğini söylemektedir. Ona göre Doğu’nun aşk anlayışı bütün bireysel aşkların aşılıp ilahi aşka yönelindiği ve tanrıyla özel bir ilişkinin kurulduğu sembolik bir dünya yaratmaktadır. Batı öğretisinde rasyonele, maddeye dayanan ilgi ise aşkı bireyselleştirip yeryüzüne indirmektedir.
Tabii ki aşk konusunda ve aşkın ilgi alanı meselesinde Doğu ve Batı’nın bu düzeyde bütün zamanlar için farklılaştığını söylemek doğru değildir. Platon’un ve Fuzuli’nin aşkı salt ‘ide’ olarak tanımlayan yaklaşımları arasındaki benzerlik ve aşkı salt fizyolojik bir olaya indirgeyen Freud arasındaki uyuşmazlık farklı uygarlıklarda benzer anlayışların görülebileceği gibi farklı zamanlarda bu benzerliklerin birbirleriyle çelişen eğilimler kazanmasının da mümkün olduğunu göstermektedir.
AKIL TUTULMASI MI?
Sorunu ‘Doğu’nun aşkı - Batı’nın bilimi ve aklı’ diye formüle etmek ne kadar doğrudur? Bu meseleyi, aşkın yüce bir duygu olarak idrakin ortaya çıkardığı bir ürün değil, tam tersine onun fevkinde akla ilham veren hatta insanın ‘aklını başından alan’ bir özel durum olarak görülmektedir. Buradan kalkarak tasavvuf düşüncesinde temellendirilen aşkın (transendental) varlığa duyulan sevginin bir aşk felsefesi yarattığı ve bunun da Doğu mistisizminin temelini teşkil ettiği görüşü yaygındır. Tasavvufun insanlar arasında duyulan aşk duygusunun eşyanın ötesine geçen bir manevi iklim yaratmasının yaşadığımız maddesel dünyanın akla ve bilime dair olan boyutlarını örttüğüne yönelik iddialar ise meselenin bir başka yönünü akla getirmektedir. Bir anlamda bu atmosferin bir akıl tutulması yaratarak Doğu’da giderek bilimsel düşüncenin ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da ekonomik ve toplumsal gelişmenin önünü kapadığına dair tartışmaları hatırlatmak isteriz. Ünlü iktisatçımız Prof. Ülgener’in bu meseleyi derinlemesine ve özgün bir tarzda ele aldığını şimdilik sadece belirtmekle yetinelim.
Bize göre insan duyusal ve sezgisel idrakiyle gerçeği daha bütüncül bir şekilde kavrama imkanına sahip bir varlıktır. Bunun içindir ki insanın hem anlam dünyasının zenginleşmesini sağlayan bir değer olarak aşktan ve onun yarattığı sezgisel/duygusal ilişki ortamından mahrum olması hem de aşkın aklın ve bilimin ilgi alanıyla bütünleşmemesi ciddi bir eksiklik olacaktır.H. Cibran’ın söylediği gibi; “hayat kendi kalbini okuyabilen şarkıcı bulamadığında kendi aşkıyla konuşan filozof yaratır.”



Milliyetçilik ne değildir?

04 Mart 2010 Perşembe,


Türkiye’de milliyetçilik konusu politikacılar arasında bile en çok tartışılan konu olmaya devam etmektedir. En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyerek başlayayım: Milliyetçilik kamuoyunda fazla görünen veya fazla konuşanların birçoğunun anladığı veya zannettiği gibi birşey değildir. Kavramların anlamı bilinmeden onlara karşı veya onlardan taraf olmak fanatizmden başka bir şey ifade etmez.
Hilmi Ziya Ülken 20.yüzyılda yaşamış, ünlü bir Türk felsefecisidir. Hilmi Ziya Bey düşünce hayatımıza felsefi metinler kazandıran ve birçok temel meseleyi etraflıca ele alan mütefekkir bir tarafı da olan bir bilim adamıdır. Ünlü şair Attila İlhan’ın kendisine ‘aydın’ denilen veya kendisini o kategoride gören kimselerin Hilmi Ziya Bey’in ‘Çağdaş Türk Düşünce Tarihi’ni okumamışlarsa, bu sıfatı haketmediklerini söylediğini dahi hatırlatmak isterim.
Durup dururken Hilmi Ziya Bey’den bahsetmenin ne sebebi olabilir? Hilmi Ziya Bey milliyetçiliğin bir tanımının ‘insani vatanperverlik’ olduğunu ifade ederek bugünkü milliyetçilik tartışmalarına yıllar öncesinden çok doğru bir dayanak noktası getirmişti.
İnsani Vatanperverlik
Burada “iki husus ön plana çıkmaktadır: Birincisi insan onuru yani insanın salt insan olmaktan dolayı saygı görmesi gereken bir varlık olması ile ilgilidir. Buna hak ve özgürlüklere sahip bir varlık olarak insanın değerinin bilincine varılması da diyebiliriz. İkincisi ise insanın yaşadığı toprakla kurduğu ilişki yani yarattığı tarih ve kültür içindeki varoluşuyla ilgilidir.
Küreselleşme sürecinin bu mesele açısından ayrı bir yeri vardır. Bilindiği gibi küreselleşme insanın kendi değerlerinin ve evrensel olanın yeniden farklı bir düzlemde karşılaşması sürecidir. Bu karşılaşmada yerli olanın kaybolması hem insanlık için bir rengin, bir anlamın yitirilmesi, hem de vatan topraklarında tarihin ve kültürün renkleriyle kokularının kaybolması tehlikesini beraberinde taşır. Bunun için milliyetçiğin doğru kavranması aynı zamanda bir insanlık meselesidir.
Meselenin birinci yönü, milliyetçiliğin evrensel boyutudur. İnsan nerede olursa olsun, kim olursa olsun değerli bir varlıktır. Ona karşı saygılı olmak insan olmanın bir gereğidir. Bu durum kaçınılmaz olarak insanın hak ve özgürlüklerine müdahale etmeyi, onları ihlal etmeyi ciddi bir ahlaki sorun olarak görmeyi gerektirir. Ahlaki sorundur çünkü başkasına karşı saygısızlık bir çifte standart uygulamasıdır. Yani bizim için geçerli olan şeyleri başkasına yasak koyarak engellemeye kalkmak demektir. Karşımızdakinin doğrudan doğruya insani alanına müdahale anlamına gelen bu tavır ciddi bir sorundur.
Her insan bir tarihin ürünüdür ve bir kültür taşıyıcısıdır. Bunun tersini söylemek de doğrudur. Yani insan tarihi ve kültürü yaratır. Bunu yaparken aynı zamanda bir toprak parçasını vatan haline dönüştürür. Başka bir ifadeyle toprağa anlam verir, değerlerini katar. Bu ise milliyetçiliğin yerele/yerli olana açılan boyutudur.
Yerli ve Evrensel Olan
Kısaca söylemek gerekirse milliyetçilik hangi gerekçeyle olursa olsun bir insanın değerlerine, tercihlerine, hukukuna saygılı olmakla başlar. ‘Hümaniter yurtsever’lik diyebileceğimiz bir dünya görüşü olarak milliyetçiliğin evrenselden yerli olana uzanan anlam boyutu kavranamazsa o milliyetçilikten çıkar, hatta kendi insanını bile, moda tabiriyle ‘ötekileştirir’.
Günümüz Türkiye’sinde bu ötekileştirme işini yapanların daha çok devlet ya da devletin gücünü kullananlar olduğu görülmektedir. En basit ve aktüel olan örneği, ‘başörtüsü/ türban tartışmaları’nda ortaya çıkan bu soruna karşı yerel ve evrensel olan adına milliyetçilerin tavır alması bir zorunluluktur. O halde miliyetçilik sıkça karıştırıldığı gibi ırkçılık, ayrımcılık olmadığı gibi devletin kendi yurttaşlarına karşı takındığı ayrımcılığa ve müdahaleciliğe karşı da sessiz kalmak ya da yasakçı tavrı onaylamak demek değildir.




Kimin balyozu?

01 Mart 2010 Pazartesi,


Bu balyoz gerçekte kimin balyozudur?
Türkiye günlerdir yeniden balyozu tartışıyor. Bir başka söyleyişle sivilleşmenin sancıları devam ediyor. Türk siyasi tarihinde ilk defa kurumlar arası ilişkiler değişime uğruyor. Ve çok daha önemlisi, yargı militarizmi karşısına alıp sorgulamaya başlıyor.
Her askeri müdahale ve her darbe bu ülkeye tek tek sayılarak anlaşılamayacak çok şey kaybettirmiştir. Çünkü toplumsal alanda bütün parçaların toplamından her zaman daha fazladır. Bugün yaşanan bu olaylar aslında bize başka bir şeyi anlamak gerektiğini işaret etmektedir. Bunun için meselenin görünmeyen, derinde yatan, bir anlamda olayların ortaya çıkmasına yol açan ilişkilerini anlamak için biraz zihni çabaya ihtiyaç var.
İdeolojik Hegemonya Değişiyor
Toplumsalın inşa edildiği çeşitli mekanizmalar vardır. Bunların en güçlüsü ve en zor değişeni ideolojik yapılardır. Bunlar zihniyet dünyalarını ve algı kalıplarını biçimlendirir. Birçok şey değiştiği halde, ortaya çıkan yeniliklerin farkedilememesi ideolojik hegemonyanın sürdüğünü gösterir. Türkiye’deki ideolojik hegemonya 1960’tan bu tarafa militarizmin damgasını taşır. O kadar ki sivil unsurlar bile kendi taleplerini bu ideolojinin araçlarıyla, sembolleriyle meşrulaştırırlar.
Hukukun, siyasal süreçlerin, bugün militarizmin ‘balyoz’unu deşifre ederek bunu yargı sürecine intikal ettirmesi bir anlamda hegemonyanın belirleyicilik gücünü yitirdiğini ifade etmektedir.
Toplumsal değişim büyük bir ivme kazanmıştır. Militarist hegemonyanın büyüsüne ve konforuna kapılmış unsurlar kendi zümresel konumlarının değiştiğini algılama güçlüğü içindedirler. Burada anlaşılmayacak bir şey yoktur. Her egemen zümre kendi ‘hegemonik büyü’sü içerisinden baktığı için değişimi kavrayamayabilir. Eninde sonunda yeni durum yeni bir ideolojinin hegemonyasını kurmasıyla birlikte kendisini herkes için görünür kılacaktır.Askeri bürokrasinin, sivil bürokrasinin elinden aldığı ideolojik hegemonya isivil bürokrasinin militarist ideolojinin içerisinde belirli bir yere eklemleşerek bugüne kadar güçlü bir ittifak halinde varlığını sürdürmesine yaradı. Artık yolun bittiğini görüyoruz. Militarizm Türkiye’nin toplumsal ilişkileri tarafından tasfiye ediliyor. 1980’lerin sonundan itibaren adım adım ilerleyen yeni bir hareket bugün eski yapıyı karşısına alacak kadar güçlenmiştir. Bu hareketin ürettiği iki dalgadan söz edebiliriz. Birincisi sivilleşme süreciyle ilgilidir, ikincisi ise doğrudan doğruya demokratikleşme dalgasıdır. Militarist ideolojinin hegemonyasını tasfiye eden aslında bu toplumsal dinamiklerdir.
Kurumlar Arası İlişkiler Değişiyor
Her toplumsal sistemde toplumsal süreçlere bağlı olarak kurumlar arasındaki ilişkiler, hiyerarşiler sürekli yenilenir. Bu yenilenme süreleri çoğu kere bir neslin ömründen daha uzun bir zamanı kapsadığı için kolaylıkla fark edilmeyebilir. İnsanların gündelik hayatları içerisinde fark etmedikleri bu olayları ortaya koymak ve açıklamaksa bilimin işidir. Toplumsal bilimler bize kurumlar arasındaki hiyerarşinin değişmesini, yaşanan yapısal değişimlerin örneği olarak sunmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde yapısal değişim hızlanıyor. Siyaset kurumuyla diğer toplumsal kurumlar arasındaki ilişkilerde değişim yaşandığı gibi, bizatihi siyaset kurumunun içerisinde de devlet-siyaset-ordu-hukuk gibi çeşitli yapısal unsurların arasındaki ilişkilerde de köklü bir değişim yaşanmaktadır. Artık devlet ve toplum arasındaki ilişkiler toplumdan devlete yönelen taleplerin belirleyiciliği ekseninde yükselmektedir. Kaçınılmaz olarak bu siyaset kurumunun sivil topluma dayalı yeni bir siyaset projesine yönelmesi anlamına gelmektedir.
Hegemonik üstünlüklerini kaybettiklerini anlayamayanlar, yaşanan toplumsal yapı değişimlerini kavrayamayanlar bugün ‘balyoz’larıyla birlikte ortada kalmışlardır.


Türkiye Cumhuriyeti'ni kim kurdu?

04 Şubat 2010 Perşembe,


Yakup Kadri Bey romanlarında özellikle Ankara ve Panorama’da karanlık bir dönemin yaşattığı hayal kırıklıklarını anlatır. Bu karanlık dönem Türkiye’de bütün iktidarın, bürokrasinin elinde toplandığı tek parti devridir. 1950 ve Menderes olayı bu karanlık çağın kapanmasıdır. Bürokratik tutuculuğun Menderes düşmanlığının esas sebebi de onlar açısından bu altın çağın kaybolmasıdır.Bürokratik vesayetAskeri cuntaların, müdahalelerin ve darbelerin dayandığı ideolojik anlayış, bir yönü ile Türkiye’nin demokratikleşmesine ilk darbeyi vuran 27 Mayıs sonrası dönemin ürünüdür. Diğer bir yönünün ise Kadroculuk, Yön hareketi ve tek parti düzeninin ürettiği siyasal kültüre dayandığını sıkça belirtiyorum.İşte 1950 sonrası, bürokrasinin hâkimiyeti halkın seçtikleri tarafından kısmen de olsa ‘yürütme yoluyla’ sınırlandırılınca bürokratik vesayet anlayışı çaresizlik krizine girmiştir. 1960 sonrası daha önce bahsettiğimiz Türk Baasçılığı ise bürokratik vesayetten askeri vesayete geçişi yani yeni bir dönemi ifade etmektedir.Bütün darbeler müdahaleler ve cuntalar kendilerini Atatürk’le meşrulaştırmaya çalışırlar. Bu ne kadar doğrudur? Askeri VesayetTürkiye’deki bütün anti demokratik arayışların, cuntacıların, darbecilerin zihni bir saplantısı vardır. Bu saplantı Türkiye’nin askeri vesayetle kurulan bir devlet olduğu fikridir. Bu saplantıdan rejimi koruma ve kollama görevi gibi bir vazife çıkarırlar. Zannettiklerinin aksine burası bir askeri cumhuriyet değildir. Bu topraklarda bin yıllık bir devlet geleneği vardır. Bu devlet geleneğinin içerisinde demokrasinin olmadığı çağlarda bile, askerin ve ordunun yeri kurumsal olarak belirlenmiştir. Burası Milli Mücadele yıllarında dahi tarihe çok önemli bir kaydın düşüldüğü bir ülkedir. M. Kemal Paşa ve arkadaşları işgal altındaki imparatorlukta kendilerine verilen görev gereği Anadolu’ya geçmişlerdir.Milli mücadele’nin önderleri Anadolu’ya geçtikten sonra Samsun’dan başlayarak öncelikle gittikleri şehirlerin başta önde gelen ailelerin olmak üzere halkı, bugün ki tabirle zamanın Türk burjuvazisini örgütleyerek işe başlamışlardır. Burada ki siyaset etme biçimi askeri bir rejim kurmaya dönük değildir. Milli mücadeleye başlarken bile siyasal bir meşruiyet kaynağı olarak milleti görmeleri, onu kongrelerden kalkarak Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ne taşımaları tesadüf değildir. Şurası iyi bilinmelidir ki 1920’de, Türkiye işgal altındayken meşruiyeti ‘millet’te temellendiren bir anlayış kurmuştur bu Cumhuriyeti. Ülke işgal altındadır. Milli mücadele yapılacaktır ve bu mücadeleyi yapacak olan kadro, işi gücü bırakıp askeri bir örgütlenmeden daha öncelikli olarak kongreleri ve meclisi örgütlemiştir. Bunun anlamı açıktır Kemal Paşa’nın Kazım Karabekir Paşa’nın yazdıklarında bu bilincin kaynağını İmparatorluğun son yüzyılında yaşanan olaylarda ve askerin siyasete karışmasının yarattığı olumsuzluklarda buluruz. Onun için onlar Milli Mücadeleyi meclisin emrindeki bir orduyla gerçekleştirme basiretini göstermişlerdir. 27 Mayıs’ın bozduğu gelenek budur.Milli Mücadele başarıldıktan sonra Kuvay-ı Milliyede ortaya çıkan, birinci mecliste yaşayan ve giderek zayıflayan meşruiyet anlayışı aslında bürokratik vesayetin oluşmasıdır. Tersini de söyleyebiliriz. Türkiye’nin 1920li yıllarında ortaya çıkan, milli meşruiyet kavramını, demokrasiye taşıyacak sivil unsurlar gelişmediği için bürokratik vesayet oluşmuş ve tek parti yönetimi kurulmuştur. En nihayetinde, bugüne kadar Türkiye’de yaşanan darbe ve müdahalelerin dayandığı tez gerçek dışıdır. Doğrusu şudur: Türkiye Cumhuriyeti bir askeri kuruluş değildir. Türkiye’yi milli meşruiyet anlayışıyla milli mücadeleyi başaran Büyük Millet Meclisi kurmuştur. Milli Mücadele’nin kahramanları milletin egemenlik fikrinin savunucularıdır. Bugün, askeri vesayetin savunucuları, militarist ideolojinin temsilcileri ise milletin egemenliğinden rahatsızdırlar.



Milliyetçi ve demokrat tavır

28 Ocak 2010 Perşembe,


Milliyetçilerin demokratik değerlere sahip çıkması onların varoluş sebebidir. Milliyetçiliği çok sade ve açık bir şekilde tanımlayacak bir cümle sanırım, milletin hukukuna sahip çıkmak olarak özetlenebilir. MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin “Balyoz”la ilgili tartışmalara getirdiği yorum bu tanıma uygun yaklaşımı açıkça ortaya koymaktadır. Milliyetçiler ülkenin bütün milli kurumlarına ve değerlerine sadece saygı duymazlar, onların güçlü bir biçimde fonksiyonlarını yerine getirmelerini de savunurlar. Milli devlet, demokratik siyaset, hukukun üstünlüğü, milli egemenlik, milli ordu, milli bağımsızlık, temel hak – özgürlükler, kuvvetler ayrılığı ilkesi gibi kurum ve değerler iki temele dayanır: millet ve vatan. Milliyetçilik ve OrduAnadolu topraklarındaki bin yıllık devlet geleneği içinde ordunun vazgeçilmez bir rolü vardır. Bu rol tarihsel olarak orduya devletin bağımsızlığını ve kimliğini savunma görevini vermiştir. Devlet içerisinde ordunun diğer kurumlarla ilişkilerini düzenleyen bir siyasal gelenek ve devlet felsefesi vardır. Türk tarihinde ordu devletin işleyiş mekanizmasının içerisinde yürütme gücünü elinde bulunduran unsura bağlı ve diğer kurumlarla koordineli bir şekilde görev yapmaktadır. Osmanlı ve Selçuklu yönetimlerinde, o günkü siyasal anlayışın dayandığı meşruiyet fikrine göre ordu, hakana veya sultana tabi bir şekilde onların tanzim ettiği görev anlayışı içerisinde çalışır.Milli devlete geçişte de ordu ve devlet arasındaki ilişkiler yeni bir meşruiyet fikrine göre belirlenmiştir. Milli devletin kurucu kadrosu yani o günün milliyetçileri ordunun meşruiyet çerçevesini milli devlet anlayışında temellendirmişlerdir. Bu anlayış “egemenliğin, kayıtsız şartsız millete ait olduğu” fikrine dayanmaktadır.Bir anlamda Türkiye’de ki darbeler 27 Mayıs’tan başlayarak, ilk önce bu anlayışı tahrip etmişlerdir. Bu düşünce yerine “militarizmi” ikame etmeye çalışmışlardır. Belirli bir dönemde bunu yaparak istedikleri sonucu ulaştıkları söylenebilir. Fakat her darbe ve müdahaleden sonra bu işi yapanlara milletin sandıkta cevap vermesi, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin en güçlü dayanağını oluşturmuştur.Bahçeli’nin Tavrı?Bahçeli son grup toplantısında demokrasiye ve millet iradesine yönelik girişimlerin karşısında açıkça tavır alırken aynı zamanda da ordunun yönetim kademesini, kurumsal kimliğine uygun bir yaklaşım sergilemeye davet etmiştir. “Türk milletinin vicdanında mukim saygınlığının gelişigüzel günlük polemik konusu yapılarak iç ve dış kamuoyunda yıpratılmasına fırsat vermemesi” gerektiğini hatırlatmış bu hususta TSK’ ya ve yönetim kademesine “kendisini aklama ve demokrasi konusundaki kuşkuları ortadan kaldıracak bir biçimde denetim ve adalet mekanizmalarını şeffaf ve bağımsız çalıştırılmasını” talep etmiştir. Genelkurmay Başkanının balyoz konusunda yaptığı açıklamaların “tatminkâr” bulunmaması ve ayrıca hareket planında yer aldığı iddia edilen hususların doğru olup olmadığı konusunda yapılan açıklamalardaki belirsizliğin vurgulanması dikkat çeken bir değerlendirmedir.Bahçeli grup konuşmasında şöyle diyor: “Adına ne denirse denilsin ister plan, ister tatbikat, ister tasarı, isterse tahayyül… Bizim, kendi milleti üzerinde hareket planlayan bir anlayışı gerekçesi ne olursa olsun kabul etmemiz mümkün değildir”. Milliyetçilerin ordunun Türkiye’nin varlığı ve bağımsızlığının devamındaki rolünü demokratik meşruiyet, yani milli egemenlik anlayışına dayandırmaları çok önemlidir. Bu hem Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkı yapan hem de ordu içerisindeki 28 Şubat sürecinin tortularını tasfiye ederek ordunun kurumsal kimliğine ve saygınlığına gösterilen hassasiyet bakımından gereklidir. Türkiye’nin demokratikleşmesi devam ediyor. Siyasette milliyetçiliği temsil eden partinin ve genel başkanının bu tavrı sürecin sürdürülmesi için tarihsel bir önem teşkil etmektedir.




Darbenin 'sivil'i veya rengi olur mu?

25 Ocak 2010 Pazartesi,


Türkiye yıllardır sermayenin rengini, siyasetin rengini tartışıp durdu. Son zamanlarda bir anlamda darbenin rengi tartışılıyor. Darbenin rengi olur mu? Ya da sivil darbe olur mu?
Sivil tartışması esas itibariyle “sivil” kavramının biraz da bilinmemesiyle ilgilidir. Bizde genellikle sivil askeri olanın zıddı olarak algılandığı için, sivil darbe tartışması da kaçınılmaz olarak yanlış bir nitelendirme olmaktadır. Öncelikle darbe nedir ve kime karşıdır? Darbeler askerler tarafından da yapılmış olsalar, mutlaka bir sivil unsurla irtibatlıdırlar. 12 Eylül darbesinin Türkiye’nin büyük sermayesi ile onun uluslar arası ittifak alanlarıyla ilişkisini düşündüğümüz zaman 12 Eylül’ün de bir sivil darbe olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sanırım tartışma esas itibariyle bugün Türkiye’nin geldiği demokratikleşme seviyesiyle ilgilidir. 1960’ların Türkiye’sine göre biçimlendirilmiş siyasal kurumlar, daha sonraki darbelerin ya da darbe anayasalarının ürünü olan yapılar, bugünkü toplumsal gelişmelerin karşısında geri konumda kalmışlar ve kendilerini savunmak için birtakım arayışlar içerisindedirler.
Sivilleşme süreci
Son zamanlarda yapılan tartışmalar bir yönüyle MGK, Anayasa Mahkemesi, HSYK gibi yapıların demokratik bir toplumdaki fonksiyonlarıyla ilgilidir. Aslında demokratik toplumlarda bu ve benzeri kurumsal yapıların bulunduğu örneklerden söz edilebilir. Mesele bütünüyle bu kurumsal benzerliklerde değil, bunların ideolojik ve fonksiyonel konumlarına dayanmaktadır.
Kısaca Türkiye’deki sorunu şöyle tanımlayabiliriz. Söz konusu kurumsal yapı, örgütlenme tarzları biçimsel olarak dünyanın birçok ülkesinde bulunabilir. Önemli olan bu unsurların sahip olduğu meşruiyet anlayışı, demokratik değerlerle kurduğu organik bağ ve siyasal sistem içerisinde rollerinin açıkça tanımlanmış olup olmamasıdır.
Sorun, 27 Mayıs Anayasasıyla biçimlenen kurumsal yapıların şekli olarak varlıkları değil, fonksiyonlarını düzenleyen içerik olarak dayandıkları ideolojik kalıplarla ilgilidir. Bu unsurların yaşadığı sorun, büyük ölçüde anti-demokratik bir zihniyet haritasından beslenmektedir. 1971 ve 1980 darbelerinden sonra gelen değişiklikler, yeni yasal düzenlemeler, bu yapılarda demokrasi dışı zihni kalıntıların yerleşmesine yol açmıştır.
Çokça söylendiği gibi, Anayasalar devletle toplum arasındaki sözleşme niteliğini taşırlar. Bu sözleşme metinlerinde esas olan bireyi devlete ya da çeşitli örgütlü toplumsallıklara karşı korumak amacı güdülür. Daha açık bir ifadeyle asıl olan, ‘eşit ve özgür bireyler topluluğunu yaratmaktır’. Türkiye uygulamasında bütünüyle devleti merkeze alan, toplumu ve bireyi ise sınırlama endişesinden hareket eden tavırlar ön plandadır. Hal böyle olunca Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin bir boyutu hiç olmazsa doğrudan doğruya mevzuatla ilgili olmaktadır. Buradaki mevzuat maddeler halinde yazılmış, Anayasada ve başka yasalardaki unsurları kapsamaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki, esas olarak bu maddelerin dayandığı temel anlayış değişmediği müddetçe, bu maddeleri teker teker değiştirmek yetersiz kalabilir.
Nereden başlamak gerekir?
Hemen belirtelim ki, elbette ki, anayasada anti-demokratik bir dönemin zihin dünyasını yansıtan her şeyi değiştirmek gerekir. Bunun içinde mümkün olandan başlamak, hatta hemen başlamak gerekir. Bugünkü tartışmalar zaten bütünüyle bununla ilgilidir. Yani, değişim talepleri yükseldikçe tepkiler de bir başka şekilde ortaya çıkmaktadır. Burada şunu ilave etmek gerekir ki, artık ülkemizde bir darbeyi meşru kılacak arayışlara girmek de giderek zorlaşmaktadır.
Bugün ne rejim tehlikededir, ne irtica yükselmektedir, ne de aşırı uçlar tırmanmaktadırlar. Bu gerekçelerin hepsi Türkiye için aşınmış, anlamını kaybetmiştir. Bunu herhangi bir kimse yapmamıştır. Türkiye’nin içinde yaşadığı konjonktür, toplumsal gelişme düzeyi, ekonominin ulaştığı üretim yapısı, siyasal olarak karşılaştığımız krizlerin derinleşmesinde geçmişte yaşadığımız darbelerin rolünün görülmesi… Kısaca Türkiye bugün başka bir yerdedir. Sivil unsurlar içerisinde ‘biz zinde gücüz’, ‘bir darbe yaptırırız’ tehdidini savuracak olanlar da bu toplumsal dinamikler tarafından “etkisiz hale getirilmektedir”.Bir dönem kapanmaktadır, demokrasi zeminin genişlemesini herkesin içine sindirmesi ve çözümü bu zemin içerisinden araması gerekmektedir.Bugüne kadar darbeler askeri cuntalar eliyle yapılmıştır. Ama arkasında hep bir takım siviller olmuştur.Bugün ise, darbe yaptırmak isteyen siviller olsa da buna güçleri yetmeyecektir!..



İşçiler ne istiyor?

21 Ocak 2010 Perşembe,


Sanırım 1970’li yılların sonu ya da 80’lerin başıydı.’İşçi sınıfı cennete gider’ diye bir film vardı. Gerçi filmin içeriği doğrudan doğruya sınıf meselesi değildi. Filmin konusunu bir tarafa bırakırsak, onun bendeki çağrışımı hep şöyle olmuştur. Emeğiyle geçinen, hayatlarını ve dünyayı emekleriyle değiştiren insanlar mutlaka kutsal bir iş yapıyorlardır… Ve Tanrı onların yaptığını asla cevapsız bırakmayacaktır. Hayat her zaman bir filmin yansımalarına benzer mi bilinmez. Fakat emeğin ve alın terinin değeri sanırım insanın evrensel bir gerçeği olarak onun kalıcı bir yönünü oluşturmaya devam edecektir. Son zamanlarda Türkiye’nin toplumsal hayatında yeniden işçi hareketlerinin canlandığını görüyoruz. Belki de işçilerin maruz kaldıkları olaylar karşısında kendi sorunlarını kamuoyuna yansıtma noktasına geldiklerini söylemek daha doğru olacaktır. İşçi hareketi bitti mi? Son günlerde Tekel işçilerini eylemi, İstanbul’daki itfaiye işçilerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar, şeker işçilerinin yaşadığı son ‘özelleştirme vakası ‘aslında bize olayın bütününe bakma gereğini hatırlatmaktadır.1980’li yıllar neoliberal politikaların yükseldiği bir zaman dilimi olmuştur. Hatta öyle ki bu yıllar da artık işçi hareketinin bittiğini söyleyenler, sendikacılığın öldüğünden bahsedenler neredeyse bu söylemleriyle belli bir popülarite bile kazanmışlardır. Andre Gorz ‘un ünlü ‘Elveda Proletaryası ‘ ister okunsun ister okunmasın yukarıda ki söylemin sahiplerince çoğu kerede yanlış bir şekilde kaynak olarak kullanılmıştır. Hatta bazıları hızını alamayıp ‘elveda’yla başlayan, başka kitaplar da kaleme almışlardı. Bir şeylerin değiştiği kesindi. İşçi sınıfının batı toplumlarında ki yaklaşık iki yüz yıllık yapısal özellikleri büyük ölçüde bir dönüşüme uğramaktaydı. Neoliberalizm bu yapısal değişimin bazı görüntülerini ele alarak, bütün sosyal ve ekonomik özgürlükleri kısıtlamaya, tahrip etmeye yöneldi. Ve bu söylemi kendi stratejisinin gerekçesine dönüştürdü. Meselenin bu teorik kısmını bir tarafa bırakalım.. Bu tartışmaların yapıldığı toplumsal yapıların çok uzağında bulunan, henüz köylülükten çıkış arayışlarında ki toplumların, bu tartışmaların içerisine girmesi oldukça sorunludur. Yani henüz işçi sınıfları oluşmamış, işçileşme sürecinin yaşandığı Türkiye gibi ülkelerde neoliberal politikalar, sadece işçileri değil toplumun büyük çoğunluğunu olumsuz etkilemekte gecikmemiştir. Türkiye işçi hareketi gerek 80’lerde gerekse bugün hem niceliksel, hem niteliksel olarak batıda sanayi toplumlarında görülen yapısal özelliklerin hala oldukça uzağında bulunmaktadır. Bunda Türkiye’nin sanayileşme konusunda ki başarısızlığı ya da geriliğinin olduğu kadar, demokratikleşme sorunlarının da önemli bir payı vardır. İşçiler ne yapıyor?Türkiye yatırım malları ve ara malları üretimi yapabilecek birçok Kamu İktisadi Kuruluşu’nu teknolojik yatırım yapmadığı için, önce geri ve verimsiz bırakmış, sonra verimsiz işletmeciliği tasfiye gerekçesiyle özelleştirmiştir. Bugün Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-iş ‘in Kamuoyu karşısına çıkarak kitlesel olarak bir sorunu dile getirmesini, bu seviyeden bakarak daha iyi anlayabiliriz. Barış içerisinde ekmek mücadelesi vermek, emeğe sahip çıkmak zaten sendikaların görevi. İşçiler bugün çok şey istemiyorlar insanca yaşayacakları onurlu bir iş ,adil bir ücret istiyorlar.Türkiye yaklaşık otuz yıllık neo-liberal politika uygulamalarının sonuçlarından ciddi bir tecrübeye sahip olmuştur. Bugün ortaya çıkan tablo hala yanlışlarda ısrar edildiğini göstermektedir. Özelleştirme uygulamalarında yaşanılan başarısızlık mali tablolarda satış gelirleri gösterilerek örtbas edilemez. Esas bakılması gereken yer özelleştirilen kuruluşların yarattığı yerli katma değerle ilgilidir.Yanlışlardan doğruya ulaşmak ne zaman mümkün olmuştur ki!



Bir darbe ihtimali var mı?

14 Ocak 2010 Perşembe,


Türkiye’de sık sık sorulan sorulardan birisinin bu olması tesadüf değil, ne zaman ki bir ülkede periyodik aralıklarla, bir darbe ya da müdahale yaşanmış olsa, şüphe yok ki o ülkede de benzeri sorular sıkça sorulur. Darbe sorunu, Türkiye ‘de çokça tartışıla gelen bir konudur. Bu sorunun çözülmesi kaçınılmaz olarak bizi darbeler neden yapılır, darbeciler istedikleri zaman darbe yapabilirler mi, darbenin iç şartları nelerdir? gibi soruları cevaplamaya götürecektir. Yoksa darbecilik bir meslek midir?Burada öncelikli soru şudur: Darbe ya da müdahaleler esas olarak neyi ifade etmektedir? Tüm bu ve benzeri soruların cevaplarını bütüncül bir şekilde ele alırsak, aslında bütün soruların cevabını verebilir, darbelerin nedenleri üzerinde bir fikir sahibi olabiliriz. Askeri darbe ve müdahalelerin sadece bizim toplumumuzda olmadığını, nisbi olarak bir yönünün siyasal az gelişmişlikle ilgili olduğunu açıkça görebiliriz.Nereye ve nasıl bakarsak bakalım, bütün darbe ve müdahaleler aslında toplumsal kurumlar arasındaki dengesizliklerin sonucudur. Burada üzerinde durulmak istenilen mesele ,‘devlet- toplum’ ,‘devlet –siyaset’ , ‘siyaset - ordu’ arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan yapısal sorunlarla ilgilidir. Peki Mesele Nedir ?Bu kısa yazıda şüphesiz yukarıda işaret ettiğim konuları teker teker ele almak veya hepsini birden açıklamaya kalkmak mümkün olmayacaktır. Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim husus, ‘devlet ve siyaset’ arasındaki ilişkilerin ‘askeri bürokrasinin’ davranışlarına temel teşkil eden zihniyet ve ideolojik arka planıyla sınırlıdır. Herhangi bir toplumda siyaset kurumunun gücü, bu kurumsal çerçeve içerisinde yer alan yapısal öğeleri hukuki meşruiyet anlayışına göre sivil bir zihniyet içerisinde düzenlemekten geçer. Eğer siyaset kurumu, çoğulcu bir ideolojik yapılanmaya, çok partili siyasal partiler düzenine, katılımcı bir yönetim tarzına, sivil hak ve özgürlükler ekseninde yükselen bir hukuk anlayışına sahipse orada ‘askeri bürokrasinin’ davranış modeli de belirlenmiş olur. Meşruiyeti sivil hak ve özgürlükler anlayışı içerisinden, sivil toplumdan üretmek yerine ‘devlet öznesi’nden kalkarak oluşturmak ciddi bir sorundur. Belki de darbelerin ve müdahalelerin esas tartışılması gereken, görünür sebepler arasında olmadığı için yeterince üzerinde durulmayan boyutu burasıdır. Siyaset kurumunun devletin içerisindeki unsurları böyle bir meşruiyet anlayışı içerisinde düzenleyememesi kaçınılmaz olarak ‘devlet’ aygıtını elinde tutan, fiili pozisyon sahibi bürokrasiyi ve onların içerisinde de bilhassa askeri ve siyasi bürokrasiyi kaçınılmaz olarak devlet üzerinde hakim bir konuma taşıyacaktır.Bürokratik Tahakküm İdeolojisiÜzeride durduğum zihniyetin kaçınılmaz yansımaları, kendisini fikir hareketleri üzerinde gösterir. Devlet eksenli toplumsal projenin savunucusu olan fikirler, şüphesiz ki toplumu, toplumsal yapıda yer alan sınıfları, zümreleri, cemaatleri ve bireyi önemsiz ‘şeyler’ olarak göreceklerdir. Bu anlayış bir anlamda bürokrasinin devlete dayanarak, toplum üzerinde tahakküm yaratma fırsatını ele geçirmesi demektir. O halde, darbeler ve müdahaleler sadece darbecilerin oluşturduğu cuntaların, ‘umumi arzusu’ üzerine ortaya çıkmazlar. O cuntaları hazırlayan zemin zihinsel ve ideolojik olarak bir meşruiyet sorunu ile karşı karşıya ise, yani sivil hak ve özgürlükleri esas almayan bir anlayışa dayanıyorsa darbeler kapıyı yine çalabilir. Bugün artık o zeminin yani tahakküm ideolojisini sürdürecek parametrelerin, tarihsel olarak tasfiye edildiği bir dönemden geçtiğini düşünüyorum. 21. Yüzyılda Türk modernleşmesinin her an adım adım katettiği mesafe artık yeni bir başlangıcı işaret etmektedir. Bunun için ,’bir darbe daha mı’ sorusunu imkânsız kılan bu süreci iyi anlamak gerekir.Ne dersiniz ‘ bir ihtilal daha var mı’ yok mu?




Türkiye'nin yönü

11 Ocak 2010 Pazartesi,


Gündelik tartışmalar içerisinde zaman zaman şöyle soruların sorulduğu ve bunlar etrafında Türkiye'nin yön değiştirip değiştirmediği üzerine tartışmalar yapıldığı görülmektedir: Türkiye yön mü değiştiriyor? Türkiye'yi bir tarafa bırakacak olursak, her şeyden önce herhangi bir ülkenin yön değiştirip değiştirememesinin veya böyle bir ihtimalin bulunup bulunmadığı bile çok su götürür bir husustur. Bilindiği gibi ülkeler toplumsal gelişmenin hatlarıyla kaderlerini tarihe bağlamışlardır. Toplumsal gelişme çizgileri ise öyle, akşamdan sabaha her isteyenin istediği zaman yeniden belirleyebileceği gibi bir şey değildir. Yönümüzü Kim Belirler?Türkiye açısından baktığımız zaman, öncelikle Türkiye'nin nereye doğru yöneldiğini ele almak lazımdır. Bu doğrultuyu seçerken tarihsel imkânların Türkiye 'nin yönelimi açısından belirleyiciliklerini göz ardı etmemek gerekir. Şüphesiz tarihsel ve toplumsal olayları deterministik açıdan ele alan yaklaşımlar bugün için bize çok şey ifade etmemektedir. Bu sebeple, bizim belirleyicilik derken üzerine basarak belirtmek istediğimiz husus, Türk toplumunun gelişim çizgisi içerisinde 'insan özgürlüğü'nün rolüyle ilgilidir. Kısaca şunu söylemek istiyoruz ki, Türkiye'nin tarihsel ve toplumsal yönelimi çok sayıda, çoğul nitelikte değişkenler tarafından hazırlanmıştır. Bu verili imkânı yöneten, pratiğe aktaran ise güncel toplumsal aktörlerdir. Meseleye böyle baktığımız zaman Türkiye'nin yönü neresidir? Türkiye batılı bir ülke midir? Doğulu bir ülke midir? Yoksa batıdan vazgeçip yeniden doğuya doğru arayış çabalarında olan bir ülkemidir? Ya da henüz nereye gideceğini bilmeyen kendisine yeni bir yol arayan ülke midir? Doğrusu bu ve benzeri soruları 19. Yüzyılda veya 20. Yüzyılın başında tartışmak anlamlı olabilirdi. Ama bugün, Türkiye'nin yaşadığı son iki yüz yıllık tecrübeden ortaya çıkan sonuçlar yukarıdaki soruları artık anlamlı olmaktan çıkarmıştır. Türkiye'nin birikimi bu ülkeyi kendi tarihsel gelişim çizgisi içerisinde doğudan batıya giden, bir anlamda doğuyla batı arasında medeniyet ekseninde bir ilişki kuran özgün bir konuma taşımıştır. Gerçekten de doğu ve batı arasında tarihsel olarak ilişki kuran kültür taşıyıcısı çok sayıda halklar ve hareketler bulunabilir. Fakat bunlar içerisinde yaklaşık bin yılı aşan bir süre devam eden ve kalıcı bir etkileşimle bir senteze dönüşen ilişkiyi kurmak bu topraklarda yaşayan insanlara, başka bir söyleyişle, bu ülkeye nasip olmuştur. Şunu açıkça söylemeliyiz ki, Türkiye'nin doğu ve batı kültürlerinden özgün bir medeniyet kurması, kendi kültür merkezinden hareketle batıdan aldıklarını yeniden inşa etmesi özgün bir başarının göstergesidir. Bu bakımdan biz, Türklerin batıyla ilişkilerini 'batılılaşma hareketleri' etrafında değerlendirenlerin meseleyi anlamak bakımından yetersiz olduklarını söyleyebiliriz. *Sentez Yapmak* Batıcılık diye ifade edilen hareketlerin ya da akımların anlamadığı şey, bir toplumun ya da kültürün kendisini bir başka kültüre göre biçimlendirmesinin veya taklit etmesinin imkânsızlığıyla ilgilidir. Kültürleri nesnel bir varlık alanı gibi gören antropolojik yaklaşım 19. Yüzyıl pozitivizm'inde kalmıştır. Bu sebeple Türkiye'deki batılılaşma hareketlerinin başarısızlığı bir anlamda Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyılında yaşadığı olaylarda açıkça görülebilir. Bugün Türk modernleşmesinin başarısı ise bundan tamamen farklı bir yaklaşımın eseridir ve ayrıca ele almayı gerektirir. Burada ele aldığımız konuyla bağlantısını kuracak olursak, Türkiye'nin yönü ne batıdır, ne doğudur. Türkiye kendi kimliği içerisinde modernleşme çizgisine yönelmiştir. Elbette ki modernleşme süreçlerini yaşayan birçok toplumla kaçınılmaz benzerliklere de sahip olacaktır. Meseleyi böyle görünce bugün Türkiye'nin yöneliminin dış politika ya da içeride ki herhangi bir politik tercihle sınırlandırılamayacak derin bir kapsamı olduğu daha kolaylıkla anlaşılabilir. Türkiye kendi birikimiyle kendi coğrafyasında modernleşme süreçlerini derinleştirerek geleceğe doğru dünden daha fazla ileri bir noktadır. Tarihsel ve toplumsal dönüşüm sorunları, bu sorunların çözümüne yönelik politik yapının yeterli ve yetersizlikleri ise bu genel eğilimin devamını değil, ancak hızını etkileyecektir. Kısaca, Türkiye kendi yönünde gelişmeye, birçok kimse istemese de devam edecektir. 'Tarih boşuna yaşanmış bir şey değildir.'


“ Türk Ocakları Akademik Çalışma Grubu’nun (AÇG) ”
konuğu olarak
bu haftaki
Ocakbaşı Sohbeti’

Milliyetçi Hareket Partisi Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Vedat Bilgin, eski başbakanlardan Adnan Menderes’in idam edilme sebebini ilginç bir konuya bağladı.“Adnan Menderes Niçin İdam Edildi?”Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) MYK Üyesi Prof. Dr. Vedat Bilgin, Adnan Menderes’in idam edilme sebebini neye bağladı? İşte, Vedat Bilgin’in ifadeleri: “TÜRKİYE NEDEN VE NASIL BİR BUNALIM YAŞIYOR?Bu topraklardaki varlığımızı tehdit eden bir süreç yaşadığımız uyarısında bulunan Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vedat Bilgin, toplumsal bunalımların temelinde, krizleri çözmesi gereken siyaset kurumunun, topluma yabancılaşıp, bizatihi krizi derinleştiren bir yapı haline gelmesinin bulunduğunu söyledi. Bu süreçte Türk milliyetçilerine önemli görevler düştüğünü belirten Prof. Bilgin, “Milli devletle, milli kültürü birleştirecek, yani halkın değerlerini devlete taşıyacak yegâne güç milliyetçilerdir. Ayrıca artık yeniden milliyetçi iktisadi politikaları düşünüp, tartışmamız da gerekiyor” dedi.“Türk Ocakları Akademik Çalışma Grubu’nun (AÇG)” konuğu olarak bu haftaki Ocakbaşı Sohbeti’ne katılan Vedat Bilgin’in, “Türkiye’nin Toplumsal Bunalımı ve Siyaset” konulu söyleşisini Türk Ocakları Başkanı Nuri Gürgür başta olmak üzere çok sayıda dinleyici takip etti.Konuşmasına, “Türkiye neden ve nasıl bir bunalım yaşıyor? Bunun boyutları ve kaynakları nelerdir?” sorularını cevaplandırarak başlayan Bilgin, toplumların her an, özellikle tarihsel dilimlerde değişerek, varlıklarını sürdürdüğünü, değişimin olmamasının ise tehlike çanlarının çalması anlamına geldiğini bildirdi. Her zaman değişimlerin krizlere dönüşme ihtimalinin bulunduğunu da ifade eden Vedat Bilgin, buna karşılık rutin, yönetilebilir değişimlerin toplumların istikrarını sağladığına dikkat çekti. Değişimi anlamak için toplumsal sistemin anlaşılması gerektiğini belirten Prof. Bilgin, şöyle devam etti: “Toplum, bir topluluk değil, derin bir varlıktır. Sadece gruplaşan yapıları görürüz, ama asıl önemli olan görünmez yapılardır. Toplumlarda görünmez, ama hissedilir bir dizi kurum bulunur. Örneğin din bir insan için iman inanç, meselesidir, toplum içinse bunun ötesinde fonksiyonları vardır. Toplum olmada devlet kurma, önemli bir yapı taşıdır. Değişim bu kurumların bir kısmında başlar, sonunda günlük davranışlarımıza yansır. Her davranış da bir olayı meydana getirir. Bu değişim, düzenlenemez, yönetilemezse insanları umutsuzluğa, tedirginliğe sevk eder.” DEĞİŞİME CEVAP VEREMEYEN TOPLUMLAR YOK OLURBilgin, milletimizin yaşadığı önemli krizlerden birisinin, İmparatorluktan, milli devlete geçiş olduğunu anlatırken de şunları söyledi: “Bu bir krizdir, çünkü büyük bir imparatorluğu kaybettik. Onun yarattığı kültürel değerlerle, milli devlete ulaştık, bu bir başarıdır, değişimin yarattığı krize verilen bir cevaptır. Zaten değişime cevap veremeyen toplumlar yok olur, gider, verenler ayakta kalır. Tarihin değişim anlarına ortaya çıkan duruma cevap vermek bu nedenle önemlidir.”Ne yazık ki milli devletin sonraki değişimlere cevap verme ve sorunları çözmede zorlandığını kaydeden Bilgin, bunun temel sebebinin Milli Mücadeleyi yapan ittifakın bir süre sonra çözülmesinin ortaya çıkardığı siyasal problemler ve siyaset kurumunun toplumun gerisinde kalması olduğunu vurguladı.Bilgin, özetle şunları belirtti: MİLLİ MÜCADELEYİ MECLİSLE YAPAN TEK ÜLKE BİZİZ “Milli devletin kurulup, gelişmesi her şeyden önce orta sınıfın gelişmesi ve güçlenmesine bağlıdır. Milli devletin, demokratikleşmesini sağlayan bu yapıdır. Nitekim Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında, daha ortada fol yok, yumurta yokken bir kongre süreci planladı. Aslında kongrelere ihtiyacı yoktu, ancak kafasındaki şuydu; Milli Mücadele ancak milletle başlar, milli devlete giden süreç böyle başlar. Milli Mücadeleyi Meclis eliyle yapan tek ülke biziz. Bu, o insanların zihniyetini ortaya koymaktadır. O ekip, tarihi dönüşüme de cevap verdi. Ancak sonraki süreçte problem çıktı.REJİMİN İÇE KAPANMASI ASKERİ BÜROKRASİYİ YARATTISivil müttefikler bir orta sınıf değil, Anadolu’nun orta halli insanlarından oluşan geleneksel zümre temsilcileriydi. Milli devleti taşıyacak bir orta sınıf olmadığı için yetki bürokrasi ve milli mücadelenin askeri kadrosunda kaldı. Ekonomik dinamiklerin de yetersizliği sonucu, demokrasi taleplerini taşıyacak bir orta sınıf ve toplumsal dinamikler oluşmadı. Neticede rejim giderek içine kapandı, ortaya bürokratik-askeri elitin oluşturduğu bürokratik bir yapı çıktı.”DEMOKRAT PARTİ OLAĞANÜSTÜ BAŞARI GÖSTERDİAncak 2. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerin, Türkiye için yeni bir kapı açtığını, Batı ile yeni bir ilişkiye geçilmesi mecburiyetini doğurduğunu hatırlatan Bilgin, bunun sonucunda çok partili siyasi hayata geçildiğini, sivil dinamikler, demokrasi gelişmemiş olsa bile Demokrat Parti’nin sadece köylülerin taleplerine cevap vererek, olağanüstü başarı gösterdiğini bildirdi. Dışarıdan gelen yardımların tarımda yapısal değişimi yönlendirmesinin önemine de dikkat çeken Prof. Bilgin, “İlk defa tarımdan, tarım dışına aktarılan değer yüzde 8.9’dan yüzde 16.21’e yükseldi. Bunun anlamı tarımda verimliliğin artması, tarım ve pazarın buluşması, çiftçilerin geleneksel tarımdan kopup, endüstriyel tarıma başlamasıdır. Beraberinde olağanüstü göç, şehirleşme sürecini başlattı. Bu 1950’den, 1970’lerin sonuna kadar devam eden önemli bir değişimdir. Bunun ilk sonucu da ilk defa sınıflaşma sürecinin ortaya çıkmasıdır. Bizim kültürümüzde sınıflar yoktur, sınıflaşma, modernleşme sürecinin bir sonucudur. 1980’ler, 1990’lar, 2000’lerde hala devam eden bir orta sınıflaşma süreci yaşıyoruz. Ülkemiz sanayi devrimini yaşamadan, küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinden sınıflaşmayı başlatan bir ülke olmuştur” dedi. ADNAN MENDERES’İN İDAM EDİLME SEBEBİVedat Bilgin konuşmasının devamında, toplumsal değişim ile siyasal yapı arasındaki ilişkiye değindi ve şunları anlattı: “Değişimlerin istikrara dönüşebilmesi için siyasal sürecin bu değişime paralel bir yapılanma içinde olması şarttır. Maalesef siyasal yapımız, toplumsal değişimlerin gerisinde kalmıştır. Siyasal yapı dediğimiz ideoloji, devletin örgütlenmesi ve siyasal aktörlerdir. Ne yazık ki her üçünde de problem var, çünkü bu süreci anlayamıyorlar. Anlaşılması gereken şudur; Siyaset, toplumsal krizleri çözen bir kurumdur. Bugün ülkemizde yaşanan tartışmalar ve krizlerin kaynağında bunun anlaşılmaması vardır. Geleneksel ideoloji, devleti merkeze almaktadır. Bu, tarımsal bir toplumda, bürokratik tahakkümün oluştuğu tek parti yönetimlerinde geçerlidir, ama artık dünya ile iletişimin böylesine geliştiği ya da dünya üniversiteleriyle aynı dersleri okuyan gençlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede geçerli değildir. Devletteki örgütlenme, bürokratik kadro mekanizması da tuhaf, kendilerini devletin sahibi sanıyorlar. Evet bin yıldan beri gelen kurallar var, ama 2000’li yıllardan sonra bu da geçerli ve doğru değildir. 1960’ların kadrosuna baktığımızda, bunların 1920’yi anlamadığını, onların gerisinde kaldığını görüyoruz. Onun için Menderes idam edildi. Siyaset, topluma yabancılaştı. Devlet kadrolarının, değişimden rahatsız olduğu görülüyor. Siyasal aktörlerle ilgili problemlere gelince; Daha çok devlete bakıyor, devletin taleplerini, toplumun talepleriyle uzlaştırmaya, hatta devletin istediklerini yapmaya çalışıyorlar. Siyasetçi, toplumun taleplerini devlete götüren, devlet adamı da sorunları çözen insandır. Siyasal aktörler, devlet paradigmasına mı, yoksa gelen yeni sivil paradigmaya mı bakacakları konusunda tereddüt içindeler. Tabii bu kolay değil, çünkü geride bin yıllık bir anlayış var. İşte bu sorunlar siyaset kurumunun çözüm üretemez hale getiriyor, krizi derinleştiriyor.”TÜRK-İSLAM DÜNYASINDA İLK DEFA BİZE FARKLI BAKIYORLARProf. Vedat Bilgin, siyasal krizlerin, toplumsal çatışmaya yol açacak olaylar meydana getirdiğini, ülkemizde ise bu travmaların çatışmaya dönmemesinin sebebinin, 20-25 yılda meydana gelen değişim ve dinamikler olduğuna dikkat çekip, toplumun, siyasetin çözemediği sorunları erteleme veya daha farklı şekilde çözme yoluna gittiğini kaydetti.Tüm bunlara ilave olarak devlet fonksiyonlarında ciddi problemlerin yaşandığı, kurumların görev alanını karıştırıp, kendisine siyasi misyon biçtiği bu süreçten geçtiğimizi hatırlatan Prof. Bilgin, “Bu süreçte, milliyetçilerin yeni bir görevi olduğunu düşünüyorum. Milliyetçilik, milli devletleri ortaya çıkaran bir ideolojidir. Milliyetçiler, milli devleti savunur, ama aynı zamanda milli kültürü de savunur. Bu ikisini birleştiren demokrasidir. Milliyetçiler, demokrasi misyonuna sahip çıkmazsa, devletçiliğe savrulur, bu da halktan, halkın değerlerinden uzaklaşmayı getirir. Halkın değerlerini, yaşadıklarını, milli kültürü, devlete taşıyacak güç milliyetçilerdir” şeklinde konuştu. Konuşmasının son bölümünde, bu topraklardaki varlığımızı tehdit eden bir süreç yaşadığımızı vurgulayan Prof. Bilgin, buna yol açan en önemli dış faktörün küreselleşme olduğunu, bununla birlikte küreselleşen Türkiye’de milliyetçilerin varlıklarını daha iyi fark ettiğini bildirdi. Türk-İslâm dünyasında olağanüstü bir değişim yaşandığının da altını çizen Bilgin, “İlk defa Türkiye’ye farklı gözle bakıyorlar. Bu bizim şansımız. Değişimin yarattığı sorunları aşacağımıza inanıyorum” dedi. 01.04.2010. www.2023istanbul.com