.

.








13 Mart 2009 Cuma

Dr.SÜLEYMAN GÜNGÖR


Türk Milliyetçiliği



Tartışmaları



Üzerine



...




Türk Milliyetçiliği ve onun aksiyoner teşkilatlı ve siyasal
doktrine eğilimli özel adı olarak ülkücülük, tanımlanmaya tanımlanmaya tanınmaz
ve herkesin kendine göre tarif ettiği bir bilin(e)mez halini almıştır.

Yürütülen polemik bu nedenle doğurgandır, bu nedenle de
zorludur.

Bu yazı boyunca ülkücülük ile Türk Milliyetçiliği eş anlamlı
kullanılacaktır. Aralarındaki farkın tarifi ayrı bir mevzu durumundadır.

Ülkücülük, ne değildir? Sorusunun cevabından başlamak benim
açımdan daha verimli olacaktır. Düzensiz bir düşünce notları olarak sıralayıp
gideceğim. Okuyan olursa, tembelliğimi affetsin.

Ülkücülük, sadece bir siyasi yaklaşımın adı değildir. Aynı
zamanda gündelik hayat pratikleri de içeren boyutu ile yaşam tarzıdır. Bu
meyanda ülkücülük bir şuur halidir.

İnsan-ı kamilin resmini de vermez, dolayısıyla erişilmez bir
figürün adı da değildir. (Bu söz, “estağfirullah ülkücü değilim, olmaya
çalışıyorum” tekerlemesine cevap niteliğindedir.)

Ülkücülük, temelini Türk milli kültürünün yüceltilmesi, yükseltilmesi
ve güncel Türk’ün bu kültür seviyesine terfi ettirilmesi yoluyla yeniden bir
Türk Medeniyeti ibdası, ihyası ve gerektiğinde inşası amacına yönelik bir
çabanın adıdır. Kısa söz: Aslında ülkü vardır. Kızıl Elma, bu anlamıyla cihan
hakimiyetidir. Bu nedenle Türk milliyetçileri, tarihin mefahirine gönderme
yaparak milli tarihlerinden taşıdıkları emperyal bir hafızayı diri tutma
gayretinde olmuşlardır.

Türk milliyetçiliğinin, kendisini bir siyasal hareket olarak
ortaya koyarken, belirgin bir tarih anlayışı ile izah etmeye yönelişinin
öncelikli saiklerinden birisi de bu hafızayı güncele çağırma kaygısıdır.

Ülkücülük, bir medeniyet tasavvuru iddiasına sahip olmak
bakımından insan, tanrı ve evren anlayışlarına başvurmak zorundadır. Ülkücü
fikir yapısının yeşerdiği Türk coğrafya parçasının Müslümanlığının ve tabii ki
inandığımız din-i mübinin kendisinden kaynaklı üstünlüklerinin de etkisi ile bu
felsefi dayanaklarını İslam anlayışından devşirmektedir. Bunda da bir beis
görülmemelidir. Kendinden önceki Türk milliyetçilerinin üretmiş olduğu fikri
birikimin üstüne yerleşen ideolojinin yeni bir kavramsallaştırmaya girmemesi
eksiklik sayılamaz. Ancak bu, ülkücülüğü bir din yorumlama biçimi (tarikat veya
cemaat) durumuna da getirmez. Her ne kadar bugün, cemaat yapılarının görece
önde duran sosyal ve siyasal etkisi karşısında kıskançlıkları tetiklenen ülkücü
camiada zaman zaman farklı değerlendirmeler dillendiriliyorsa da, ülkücülük bir
cemaat yapısı öngören bir düşünce değildir.

Ülkücülerin “devlet” kavramı ve kurumu ile ilişkisi başka
bir ikircik noktasını oluşturmaktadır. 12 Eylül öncesi yürütülen ve hareketin
geçmişinin güzide bir parçası olan mücadele adeta bir “devlet müdafaası” olarak
sunulmaktadır. Doğrusu ise, bir nefsi müdafaa olarak tanımlanmasıdır. Ancak
Türk milliyetçilerinin devleti kutsayan anlayışının sosyo-psikolojik ve
tarihsel temelleri kısaca belirtilmelidir. Bugün AB ve ABD yanlısı söz
canbazları tarafından sendrom olarak anılan SEVR ile tersim edilen ve Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluşu ile sonuçlanan dönem, devletini yitirme tehlikasini
açıkça yaşayan milliyetçileri etkilemiştir. Bu milliyetçilerin büyük bir
bölümünün devletsiz millet ve milliyetçilik olmayacağı tecrübesini yaşayarak
Türkiye’ye “sığınmış” “dış türk” unsurlardan gelmesi de ayrı bir gerekçedir.
Devlet, övgüleri ile gönendiğimiz tarih boyunca da Türk’ün varlık alanını
sağlayan birinci aygıt olarak işlev görmüştür. Fetret hali yerine ceberut bile
olsa bir devletin varlığı ülkücüler açısından önemsenmiştir. Onun için nefsini
koruyan, okula gitme hakkını arayan genç açısından kendi menfaati ile devletin
bir yabancı peyki olmasını engelleme gayesi özdeşleşmiştir. Kaldı ki, devleti
korumak daha kolay yüceltilebilecek bir çaba olarak ideoloji ve örgütler
açısından daha kullanışlı durmaktadır.

Ülkücülük bir hayat tarzı olarak müstakilen sürdürülebilir
bireysel bir duruş iken, içerdiği medeniyet tasarımı nüvesi ancak işlendikçe
parlayan bir cevher gibi kalakalmıştır. Bu madenin işlenmemesi onun
parlaklığını giderse de, hayallerdeki varlığını yok etmemiştir. Bu tartışmanın
bu kadar revaç bulması da bundandır.

Medeniyet iddiası, felsefesi, sanatı, gelecek hesapları ve
kurumsal yapıları ile birlikte görünürlük kazanabilecek bir cevherken yokluğu
hissedilen bir ihtiyaçtan öteye gidememiştir. Bunda 12 eylülün atlatılamayan
travması, kadrolarının dağı(tı)lması, devşirilmesi, fikri anlatının belli bir
tarih diliminden itibaren güncellenmemesi gibi etkenler sayılabilir. Bütün
bunlar aslında mazeret değil bahane ölçeğinde kıymetli gerekçelerdir. Asıl
gerekçe, fikir sahibi ülkücülerin ataletidir. Bunu meşrulaştıran, bu hali
destekleyen ve bu çoraklıkla kendisine meşruiyet sağlayan bir teşkilat yapısı
da üzerine tüy dikmiştir. Halbuki, bu
çoraklık ve bu çorak zeminde kendisini biricik kılan teşkilatın içsel
sorunlarının da tek tarifi TEMBELLİKtir.

Bu çorak iklim, kendisini 12 eylül öncesinin kahramanlık
destanları ve parti içi kısır çekişmeler ile besleyegelmiştir.

Ülkü Ocakları ülkücülerin gitmemeye gayret ettiği bir
mekanda asılı tabela, MHP de ülkücülerin varlığından rahatsız bir iktidar
heveslileri kalabalığı halini almıştır. İdeoloji, kendisini parti programında
var edebilmek için uğraşırken kimsenin aslında bu kısa metni bile okuduğu
yoktur. Sonra iş gele gele gündelik siyaset dedikodusunun ülkücülük olarak
takdimine inmiştir.

Partinin uzun yıllar yöneticiliğini yapsa bile, gençliği ülkü
ocaklarından gelse bile bazı partililer “ülkücü” payesine hasret kalmışlar. Bir
taraftan da ideolojik eğitimin kitabi boyutundan bile nasipsiz bazı partililer,
söz gelimi milletvekili/ belediye başkanı seçildikleri gün ülkücülere ülkücülük
anlatmaya zemin bulabilmişlerdir. Üstelik anlattıkları kendi mesleki ve özel
tecrübelerinden süzüp getirdikleri, kısmen kıymetli birikimler olsa bile,
ülkücülük değildir. Buna da bir ayrım getirilememiştir. Nerede siyaset vardır,
nereye kadardır? İdeoloji siyaseti nasıl şekillendirecektir? Bu belirsizlik
1960’ların başındaki milliyetçilerin partileşme tartışmasına geri döndüren tam
bir GERİCİLEŞTİRİCİ etki yaratmaktadır.

Ülkücülük tartışılırken, salt teorik bir zeminde bu iş
yürütülemez. Geçmişten çıkartılacak 40 yılı aşmış bir siyasi tecrübe, “Üç
Tarz-ı Siyaset”in yayımından başlatırsak bile asrı devirmiş bir modern dönem
fikri birikimi, bengü taşlara kazınmış bir cihan hakimiyeti gayretkeşliği, Ülkü
Ocakları ve diğer kuruluşlarımızın varlığı barındırdığı fırsatlar ve tehditler
eşliğinde değerlendirilmelidir.

İnternet sayfalarının köşelerinde kalmayacak ve kalmaması
gereken bu tartışma, ülkücülerin tartışabilme düzeylerini de göstereceği için
ayrıca önemlidir. Son gelinen noktada, bazı kalem erbabının karşılıklı şahsi
mülahazalar serdetmesi, işi esefle izlediğim bir çizgiye getirmiştir. İnşallah
yanılan ben olurum. Bu gözlemden dolayı, yazılanlara doğrudan değinmek yerine
kendimce bir dizi değerlendirmeyi paylaşmak istedim.

Umarım biz, hepimiz, birlikte kendi derdimize derman oluruz.
Başlı başına bu polemikte bile tahrik olan kaygılar, verimli bir düşünme,
yeniden okuma ve geleceği okuma çabalarını tetikleyecektir.

Susmaktan yorulan birisi olarak bu tartışmanın bütün
taraflarına şükranlarımı sunuyorum. Dr. SÜLEYMAN GÜNGÖR "MAKALE"