.

.








9 Mart 2009 Pazartesi

Türk Milliyetçileri, Birleşiniz!

TÜRK MİLLİYETÇİLERİ BİRLEŞİNİZ

Erdemin kökeninin nezaket; ilkesinin sadakat; şartının da basiret olduğu söylenir. Basiret, temel bir erdem olmasına karşın çoğu kez en fazla unutulan ya da göz ardı edilen meziyetler arasında yer alır. Aristo, basireti “aklı başındalıkla ilgili bir erdem” olarak açıklıyordu. O, basireti “insan için iyi ya da kötü olan şey hakkında düzgün karar verebilmeyi ve bunun sonucunda uygun şekilde davranmayı sağlayan huy” olarak tarif etmişti.
Sağduyu diye de adlandırılabilecek olan basiret, iyi bir amacın hizmetindeki ön görüştür. Bu nedenle basiret tüm diğer erdemlerin koşuludur. Basiret olmadan diğer erdemler bir işe yaramaz. Basiretsiz bir kimse ne yapması gerektiğini bilmez, hedeflediği amaca nasıl erişeceğinden de haberi olmaz.
Bugünkü Türkiye’de erdem, değer ve ideal sahibi insanın önünde iki yol vardır; ya imkanlarını birleştirerek güç haline gelmek (iktidar olmak) ya da birbirini yiyerek tüketmek. Gelinen şartlarda üçüncü bir yolun olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu bağlamda en kestirme yolu seçmek, en kötü yolu seçmek anlamına gelir. O da, aynı ideal sahiplerinin birbirlerini yok saymak ya da “hain” ilan etmeleridir. Güce güç katacakları hain ilan edip, yok sayarsanız; idealleri yok mertebesine indirgemiş olursunuz. Birleşmek ya da ayrışmak!Ayrılığın buyruk altına girmek, parçalanmanın da yutulmaya hazır hale gelmek olduğunu tarih kaydediyor. Şairlerin “Öz yurdunda garip öz vatanında parya” hali ya da öz yurdunda “hanümansız serseri” konumuna gelmek dediği hal yaşanmak istenmiyorsa, birlik olmak şarttır. Atalar bu yüzden yüzlerce yıldır hep şu ikazları yapmışlardır: Titreyiniz ve kendinize geliniz! Birbirinize düşmeyiniz! Davanızı terk etmeyiniz! Yabancıların armağan ve vaatlerine aldanmayınız! Oyuna gelmeyiniz!
Bilge Kağan’dan sekiz yüz yıl sonra ayrılığın, birbirine düşmenin ve tefrikanın nasıl bir tehdit olduğunu Yavuz Sultan Selim, bir mısraında şöyle anlatır.“Milletimde ihtilâfü tefrika endişesi/ Guşe-i-kabrimde hattâ bikarar eyler beni” der.
Ayır/buyur ve böl/yönet stratejisini izleyen düşmanların Türk milleti üzerinde nasıl bir tehlike yarattığını da Mehmet Akif şöyle ifade eder: “Tefrika girmezse bir millete düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”.
İstiklal Marşı’nın yazarı, birliğin, beraberliğin ve aynı amaç için yüreklerin çarpmasının sağlayacağı sonuçları da şöyle anlatır:“Değil mi cephemizin sinesinde iman birSevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan birDeğil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmazCihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!”İrfan sahibi Anadolu’nun aksakallı ihtiyarları “heybe dinli olmayın, torba dinli olun!” diye telkinde bulunmuşlardır.
Milli birlik ve beraberlik, tarihe, topluma ve geleceğe karşı çok daha fazla sorumluluk duygusu içinde hareket etmeyi gerektirmektedir. Düşünenlerimizin bedeli olarak binlerce kurban vermiş olan hareketlerin çeperlerini genişletmek gibi ağır bir sorumluluğu vardır.
Başarısızlığı, hatayı ya da yanlışı düşmanın sırtına yükleyerek zafer kazanmış bir orduya tarih henüz tanıklık etmemiştir. Zaferi, tarihi yeniden yazmaya değil yapmaya cüret edenler kazanmaktadır. Unutmamak gerekir ki, çağlar boyunca tarih, hep kendisini yapmaya cüret edenlerden taraf olmuştur. Başarmanın yolu birleşmekten, yenilginin ise ayrışmaktan geçmektedir. Türk milliyetçileri, birleşiniz!
.


MHP'nin Tam Zamanıdır!


Özcan YENİÇERİ
Sokakta daha çok “Fortis, Fox, HSBC, Vadafon, Ofer” gibi yabancı ad, Kıbrıs’ta Annan’a endeksli yabancı adım, Kerkük’te Peşmerge yönetimi ne anlama gelmektedir? Pekiyi, yabancıya sınırsız toprak, arazi ve liman satmak, “Ali Dibo” yolsuzluklarına yol vermek, dışarıda korkak ve ürkek; içeride cesur ve erkek görünmek ne demektir? Yine mi cevabını bulamadınız! O halde “Kandil’de 500, yurt içinde 5000 terörist” olduğunu söylemek, Türkiye’yi 36 etnik grup olarak kabul etmek, “Kürt sorunu benim sorunum” demek ne anlama gelmektedir? İsterseniz daha açık yazalım: Kıbrıs’ta vermek, Irak’ta çuval giymek, AB karşısında iç çekmek kimin yaptığı iştir? Daha da açığı; AB önünde kem küm etmek, ABD’ye “süpürmeyin bizi kullanın” diye yalvarmak neyin nesidir? Kandildeki canileri üzmemek için kırk dereden bahane toplamak; Türk’ün yerine “Türkiyelilik” önermesi koymak hangi amaca hizmet etmek demektir?Bütün bu soruların cevaplarını beş yıldır Türkiye’yi yöneten AKP iktidarının uygulamalarını takip edenler bilirler. Birileri iktidarı yalnızca kendi çocuklarına “gemi” sağlamak ya da “mısır ithal etmek” ten ibaret görebilirler. Onlara unuttuğunu milletin hatırlatmak gibi bir görevi vardır: Büyük kültür, tarih, millet ve ülkeler çok uzun yıllar; süfli ve küçük çıkarların aracı olarak kullanılamaz!İlkesizliği, iğretiliği, soygunu, yabancı uşaklığını ve milli duyarsızlığı hiç kimse hizmet olarak yutturamaz. Bir millet herhangi bir siyasi heyete kimliğini inkâr etsin, ülkeyi uşak haline getirsin ya da milli çıkarlarını satsın diye yetki ver(e)mez. Türkiye’de bugün AKP iktidarı “Türklük” ve “Müslümanlık” kavramlarını negatif değerler haline getirmiştir. AKP iktidarı, AB nezdinde meşruiyet kazanmak için neredeyse her caminin yanına birer kilise ve havra açtırmaya kadar işi vardırmıştır. Bu iktidar döneminde türdeşlik, ırkçılık ve baskı yaratıyor diye “milli devlet”, Atatürk ve milliyetçilik düşmanlığı kurumsallaştırılmıştır. Devlet ile millet ayrımcılığı resmen siyasetinin odağına yerleştirilmiştir. AKP iktidarı döneminde her türlü bölücülük, bölgecilik ve fitne koruma altına alınmıştır.Devlet örselenmiş, millet ötelenmiş, milli çıkarlar yerlerde sürünür duruma gelmiştir. Sonuçta orta yerde hasara uğratılmış bir milli kimlik, saldırıya açık tutulan bir devlet ve ayrıştırmaya tabi tutulmuş bir millet vardır. Bu devlet düşmanlığının, millet tahribatının ve kültür yıkımının acilen milli bir onarım ve inşaya ihtiyacı vardır. Daha doğrusu Türkiye’de acilen her anlamda milli bir onarım ve yeniden inşa için “milli devlet” temelinde “güçlü ve demokratik bir iktidara” ihtiyaç vardır. Daha doğrusu Türkiye’nin MHP’ye ihtiyacı vardır.Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiçbir döneminde, milli çıkarları savunacak, milli devleti koruyacak, milli bütünlüğü muhafaza edecek bir iktidara bugünkünden daha fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Bu ihtiyacı tarihin en büyük mitinglerini düzenleyen milyonlar sokaklardan haykırmışlardır. Kısacası MHP’ye ve milli siyasete ihtiyacın en fazla duyulduğu bir ortam kendiliğinden oluşmuştur. MHP bu duruma “ya teslimiyetçilik ya da milliyetçilik” sloganıyla cevap vermiştir. Bu yüzden Milliyetçi Hareketliler, “Türkiye’nin çaresiz ve sahipsiz olmadığını herkese göstermeye yeminli” olduğunu söylemek lüzumunu duymuşlardır. Yukarıda sayılan nedenlerden dolayı “önce millet” diyen milliyetçi bir anlayışın ülke yönetimine zaman geçirmeden hâkim olması gerekir. Zira yarının hem çok geç hem telafisi imkansız sonuçları hem de maliyetinin yüksek olacağı bilinmelidir.Bugün Kıbrıs’ta şehitleri, Kerkük’te Türkmenlerin hukukunu korumanın tam zamanıdır. Bölücüden, bozguncudan, yabancı uşaklarından hesap sormanın tam zamanıdır. Şuna buna el avuç açmadan ülkenin kendi kaynaklarını aktifleştirerek yeniden inşa edilmesinin tam zamanıdır. Türk aile yapısının, milletin bölünmez bütünlüğünün savunulmasının tam zamanıdır. Ülkeyi AB ve ABD’nin güdümüne sokan şımarık ve hovarda politikalara dur demenin tam zamanıdır. Apo’nun hayallerini, misyonerlerin faaliyetlerini, Barzani’nin sinsi oyunlarını bozmanın tam zamanıdır. Türkün, Türkçenin, Türklüğün ve üç hilalin öksüzlüğüne son vermenin tam zamanıdır. Şirketlere, şebekelere, ABD’nin şımarttıklarına ders vermenin zamanıdır. Türk milletinin onurunu eurolara, dolarlara, çarşaf çarşaf anketlere ezdirmemenin tam zamanıdır. Milliyetçiliğin tam zamanıdır. MHP’nin tam zamanıdır.


ALPARSLAN TÜRKEŞ


Özcan Yeniçeri..04.04.2006
Varlığını ideallerine adayan, ideallerini de kendi var eden çok az insan geçmiştir bu dünyadan: Bunlardan bazıları tek başına bir millet kadar zengin, bir devlet kadar da koruyucudurlar. Kuru kalabalıkları ideallerin peşine takar, onlara bir amaç ve anlam kazandırırlar. Sürüleri kahraman yapacak düşünce ve erdemi yayarlar etraflarına. Milletin milli ve manevi mimardırlar. Bu tür insanların milletini anlamak, anlamlandırmak ve anlatmak yetenekleri olağan üstüdür. Hevayı, hevesi, zevki ve şöhreti ayaklarının altına koyarak ezen, ezdikçe de yükselen bir kader onları çoğu zaman milletinin kalbine oturtturur. Erdem ile ekmek, onur ile konfor çelişkisi ile yüzyüze geldiğinde birincilerinden yana tavır koyar. Büyük davaların devasa boyutlardaki eziyetlerine talip olurlar. Eğilmeğe, bükülmeğe, yılgınlığa ve yorgunluğa lügatlerinde yer yoktur. Onlar reisül evveldirler. Emir almazlar, taklit etmezler, yozlaşmazlar ve yabancılaşmazlar. Makamları olmasa da, anlaşılmasalar da, iftiralara uğrasalar da inandıkları yoldan ayrılmazlar. Nesli tükenen türden kahramanlar arasında milletinin kendisine "Başbuğ" sıfatını yakıştırdığı Alparslan Türkeş'in çok özel bir yeri ve konumu vardır. Fikir ve inançlarıyla ördüğü fiziki yapısı artık aramızda değil. Aramızdan ayrılışının 9.yıldönümünde Onun özelliklerinden ve sıradan liderlerden ayırt edici hususlardan bir kaçını 3 gün sürecek bu yazımızda temas edeceğiz.
++++
Yüzde yüz yerliydi
Zihnini, zekasını, enerjisini, gayretini ve mesaisini içinden çıktığı toplumun, tarihin ve coğrafyanın emrine vermişti. Yüreği milletinin ve üzerinde yaşadığı coğrafyanın sorunlarıyla ağzına kadar doluydu. Kara sevda ölçüsünde milletine vurgundu.. Yüreği coşku dolu, sözleri heyecan yüklü olmasına rağmen akli olmayan hiç bir olayın içinde yer almamıştır. Hiç bir maceraya yüz vermemişti. En önemli yanı da yüzde yüz yerli olmasıydı. "Buluşma yerimiz ne doğudur, ne batıdır, ne kuzeydir, ne güneydir. Buluşma yerimiz Büyük Türkiye'dir. Buluşma noktamız Türk'ün kafası, Türk'ün kalbi, Türk'ün cevher'i aslisidir." Dünya fikir piyasasında düşünce, duygu, görüş, yaklaşım, analiz ve sentezleriyle "Made in Türkey" markasını ondan başka hak eden bir başka siyasi liderle Türkiye henüz tanışmamıştır. Herşeyi milleti için istemiş, onun şuna buna "el-avuç" açmasına büyük bir hırsla karşı çıkmıştır. Halkının içinde bulunduğu durumu aşağıdaki biçimde tasvir ettiğinde çok önemli bir mesaj da vermişti. "Dudaklar çatlak, mideler boş, köyler karanlık, dağlar tepeler çıplak, halk yoksul, millet düne küskün, gelecekten ümitsizdir." Bu satırlar adeta Atatürk'ün Nutuk'ta İstiklal Savaşını başlatmak için "Samsun'a çıktığım gün umumi durum ve manzara" adlı bölümünü çağrıştırmaktadır. O yenmek için yemin ettiği geriliği, yolsuzluğu, inançsızlığı, ülküsüzlüğü ve cehaleti bir seferberlik duygusu içinde adeta çarmıha vurmuştu. Yok etmek istediği bu hususları daha sonra eşsiz bir retorikle şöyle anlatacaktı: "En az iki yüz yıldan beri soysuzlaşma, milli benliğinden koparak başkalarına sığıntı olmak, yabancıları taklit etmek, Batının sefahat ve kaba dış görünüşüne özenmek, başka diyarların gerçeklerinden doğmuş sistemlerini kopya etmeğe kalkışmak gibi hareketler ezilip, bir daha hortlamamak üzere yok edilecektir." Taklitin yabancı hayranlığını; yabancı hayranlığının da yabancı uşaklığını doğuracağını zamanında kavramış; gerekli ilke ve tedbirleri koymuştu. "Türk milleti için her çeşit yabancı ideoloji ve kültür saldırısına karşı dayanılacak kuvvet, Türklük ülküsü ve Türk milliyetçiliği şuuru ile Türk milliyetçiliği ideolojisidir." Tamamı yerli, bütünü milli ve ağzına kadar vatanseverlikle dolu görüşleri büyük bir cesaretle fikir piyasasına sürmüştü.
++++
Yüzde yüz fikirdi:
Zehirin panzehirle; fikrin de ancak daha ileri bir fikirle yenilebileceği görüşündeydi. Kendi milli bünyemize uygun, ötekilerden daha yüksek ve daha ileri bir fikirle galip gelinebileceğine savunuyordu. Silahı fikirdi. Fikirler, ülküler ve inançlar silah kuvveti ile, polis gücü ile veya kaba kuvvetle hiç bir zaman ezilemez, önlenemez ve yenilemez diyordu. Fikirsiz hiç bir hareketin başarı kazanamayacağına dikkat çekmişti. "Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer menfi güçleri tarafından yok edilmeden önce manevi ve fikri güçleri tarafından esaret altına alınırlar. Böyle bir duruma düşen toplumun esir ve yok olması kesin bir hale gelir." Bu inanç, onu yabancıya karşı yerli, dışa karşı iç, kaba güce karşı fikri ön plana alan çalışmalar yapmaya sevk etmiştir. Yabancı doktrinler ve yönetim sistemleri taklit edilerek Türkiye'nin kalkınamayacağını bu anlamda da kapitalizm, komünizm ve liberalizmin ülkemizin gerçekleriyle bağdaşamayacağını ifade etmişti. Türkiye'yi kalkındıracak sistem ve görüş ancak Türk milletinin özelliklerine uygun, müslüman Türk milleti gerçeğini göz önünde bulunduran ve modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden milli bir görüş olduğunu savunmuştu. Ortaya koyduğu görüşler ve gösterdiği hedefler milletinin hislerine tercüman olacak nitelikteydi. Milli unsurları, yerli ilkelerle ve milletinin özünde var olduğuna inandığı potansiyel kaynaklarla harekete geçirmeyi amaç edinmişti. İşaret ettiği büyük hedef oldukça anlamlıydı. O diyordu ki; "Ben Türk milletini,Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,Rüşvet, hile, çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,Ahlaktan mahrum bir hürriyete,Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum.Tüklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, ALLAH yoluna çağırıyorum." Türkiye ona göre "aç hürler, tok esirler ülkesi" olmamalıydı. Onu anlayanlar anlamıştı. O Türk Milletinin üstüne kabus gibi çöken sefalet, ideolojik savaş ve ihanetlere karşı çağdaş bir çığlık gibi gençliğin yüreğinde yerini almıştı.

.


Özcan Yeniçeri
06.04.2006
Yüzde yüz milliydi:Ona göre Türk milletinin istiklal ve istikbalini korumak, yüceltmek ve ebedi olarak var etmek fikrinin üstünde hiç bir fikir olamazdı. "Biz her türlü emperyalizmi ve yabancı kültürleri reddediyoruz, merde de, namerde de muhtaç olmadan yaşayan bir Türkiye görmek istiyoruz." O tam bağımsız, anti emperyalist, demokratik ve insan haklarını esas alan bir milliyetçilik anlayışını milletinin önünü koymuştu: "Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre" biçiminde bir ilkeyi gönüllere nakşetmişti. Hataları bile ancak milletinin öz evlatlarının yapabileceğine dikkati çekiyor; her şeyde, yerde ve şartlarda milli bir politikanın ve bakış açısının geliştirilmesi gerektiğini ihtar ediyordu: "Bir ihtilal, hangi millet hesabına yapılırsa yapılsın; mutlaka onun öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır." Diyordu. Günümüz Türkiye'sine baktıkça onun o gün söylediklerinin anlamını bugün çok daha iyi anlaşılıyor. O şöyle yazmıştı "Devlet işlerinin başına, devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince, o devlet yıkılır. Yani millet istiklalini kaybeder."Yüzde yüz mücadeleciydi:"Ne yaptımsa, bilerek ve isteyerek yaptım. Türkiye ve Türk Milleti için yaptım. Milliyetçiliği suç kabul ediyorsanız, ölünceye kadar bu suçun faili olacağım" diyerek başladığı mücadelesine gerçekten ölünceye kadar sürdürdü. Hapishaneleri dahi vatan köşesi kabul etmiş ve dik başını hiç bir zaman eğmemiştir. Değme aydınların dahi bir pil kadar ışık saçamadığı zamanlarda o adeta bir güneş gibi Türk gençliğinin yolunu aydınlatmıştır."Tehlikelerin gözünün içine bakmak, zafer için şarttır" diyerek ülkesinin yüce geleceği için kendisini her türden tehlikeye atmakta hiç bir sakınca görmemiştir. Tehlikeler bizden korkup kaçacaklardır.... Millete ve memlekete hizmet yolunda bela arıyoruz.. Belaaa.." diyerek haykırırken Namık Kemal'in"Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsinDönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten."Mısralarındaki anlamı eyleme geçiriyordu. İftiralar, karalamalar, sürgünler, hapishaneler onu yıldırmamış, yormamış, yıpratmamış ve her türden zulümden sonra "nerede kalmıştık" diyerek, bıraktığı yerden yoluna devam etmiştir. Onun şanssızlığı ciğerleri, yüreği, zekası ve vicdanı kendisi kadar güçlü az sayıda insana rastlamasıdır. Halbuki liderleri kahraman yapan "kendisinden akıllı ve dirayetli" insanları etrafına toplayabilmesinde saklıydı. Talih ve tarih bu yönden ona pek cömert davranmamıştı. Bir konuşmasında "zaman zaman bitmiş, tükenmiş bir vaziyette bazı insanların kendisine gelerek umutsuzluk ve bezginlik sergilediklerini" acı acı hikaye etmiş ve ardından da "tükenmiş piller gibi bunların sürekli şarz edilmeleri gerektiğini" itiraf edivermişti. Güneşin doğuşuyla doğabilmek ve hergün mücadeleye adeta sıfırdan başlar gibi başlayabilmek ona has bir meziyetti. Yüzde yüz ülkücüydü:Alçak gönüllülük ile alçaklığı bir birine karıştırılmaması gerektiğini hatırlatmıştı. Vaat ettiği şeyin kolay olmadığını, kısa yoldan iktidar umanların yanına yaklaşmamasını istemişti. İnsanları ideallerini anlamaya ve onun için mücadeleye davet etmişti. Makamların, koltukların, zevk ve sefanın iştahıyla kervana katılmak arzusu içinde olanların başka kapılara başvurmaları gerektiğini anlatmıştı. Yiğit olanlar, cesur olanlar ve gerçekten inananları kafileye katılmaya davet etmişti. İnanmış kişilerin yenilemez olduğunu belki de en etkili biçimde o ifade etmişti.Ülkücülük anlayışını bir cümle ile şöyle formüle edivermişti: "Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür." İşte bu ülkü için asla almayı düşünmeden, daima vermeyi göze alan fazilet savaşçılarını göreve çağırmıştı. Şöhret, koltuk, ikbal ve şan duygusuna esir olmadan ve hiç bir şeyden korkmadan feragat ile mücadele edecek ahlak timsali kişileri göreve çağırmıştı. Ömrü boyunca fiyatı olmayan kişileri bir diyojen gibi elinde fenerle aramış durmuştu.O öyle demişti öyle oldu. Rüyasının kısmen de olsa hakikat olduğunu görmüş ender insanlardan birisiydi. Gözlerini kapadığında içinde ukdesini taşıdığı bir çok hayalin, inanılmazın ve idealin "gerçek" (reel) olduğunu görmüştü. "Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım." Türk ülkeleri kurultaylarını yaparken ki mutluluğu görülmeye değerdi. O bu anı görmenin Türkiye'de iktidar olmaktan da, devlet başkanı olmaktan da çok daha önemli olduğunu defalarca söylemişti.
Yüzde yüz akılcıydı: "Ülkücülük ve gerçekciliği birlikte yoğurarak yeni ufuklara doğru Türk milletinin kanatlanışını sağlamalıyız" diyordu. Hedefleri yüce olmasına karşın ayaklarını sıkı sıkıya bulunduğu zemine basıyordu. O "ütopya", "hayal", "macera" ve "romantizm" ile gerçeği çok iyi ayırmasını becerebilmişti. "Biz ırkçı değiliz. Fakat biz dünyanın değil, kainatın neresinde bir Türk varsa onunla ilgilenmeği, ona sevgi beslemeği bir görev sayıyoruz. Milyonlarca esir Türkün bulunduğu dünyanın bu haliyle huzura kavuşacağına inanmıyoruz. Bunun için bütün Türklerle ilgileniyoruz. Fakat burada bir prensip koyuyoruz. Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenirken, Türkiye'ye en ufak bir tehlike gelmemelidir. Herşey Birleşmiş Milletler Yasası'na göre yürütülmelidir diyoruz."Vatan, millet ve din düşmanları söylenmedik söz, atılmadık iftira bırakmadılar ona. Ancak o hiç bir zaman aklın ve gerçeğin dışında bir yol ve yönteme tevessül etmedi. İçi insanlık daha çok da doğal olarak Türklük sevgisiyle doluydu. Bu sevginin duygularını değil aklın hizmetinde olarak nesillerden nesillere ulaştırılması gerektiğini savunuyordu. Siyasi sınırlarımız dışında fakat kültür sınırlarımızını göbeğinde bulunan kardeşlerimizle ilişkilerimiz sıklaştırmalı, yoğunlaştırmalı ve geliştirmeliyiz diyordu. Bizim koyacağımız, tuğlalar zamanla kutlu dava Turan'ın temellerini oluştururlar. O göreceksiniz çok kısa süre sonra Sovyet zulüm imparatorluğu çökecektir demişti. Onu takip eden bir çokları bile bu öngörüyü çok iddialı bulmuştu.Yüzde yüz haklıydı:Paslanmış beyinleri, kirlenmiş damarları asli cevherine döndürme gayreti içindeydi. Bitmiş, tükenmiş, yürümeye ve düşünmeye mecali kalmamış bir çok insana aktivite kazandırmış ve onları yeniden harekete geçirtmiştir. Onun idealleri adeta, sefilleri kahraman yapacak bir aşı gibiydi. Onun kaybıyla daha önce deve dişi gibi görünen bir çok insanın sessizliğe, yokluğa ya da inzivaya çekilmesi bu yüzdendi. Işığını, su içtiği pınarı ve hergün kendisini motive eden unsurları bir anda kaybeden bir çok insan adeta vurgun yemiş gibi hala şoktan çıkamaması bundandı. Tarih Türkeş'i hem haklı çıkardı hem de beraat ettirdi. Tarihi milletler mücadelesi, olarak ortaya koyup o günkü milletlerarası mücadelenin esasını da, milli kültür ve ideolojiler teşkil ettiğini söylediğinde sokaklar onun aleyhine bir çok afişle doldurulmuştu. Tarihin sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu ifade eden "Marksist, Leninist ve Maoist" mihraklardı bu afişleri sokaklara asanlar. Onlara göre din, millet ve milliyetçilik gibi kavramlar burjuva dönemine aitti. O dönemde tarihin çöplüğünde kalmıştı. Tarihi materyalizme göre toplumlar "Avcı ve toplayıcı, tarım, feodal, kapitalist, sosyalist ve komünist" aşamalardan geçecektir. Bu tarihin amansız kanunudur. Onlar Türkeş'in, milliyetçiliği, milletler mücadelesini ve dini savunmakla tarihin akışını geri çevirmekle suçlamışlardı. Bu yüzden Türkeş'i dar ağacında idam edilen bir adam olarak resmettikleri afişin altına şunları yazmışlardı.Adı: Alparslan TürkeşSuçu: Tarihin akışını geri çevirmekCezası: İdam.Bu afişi yazanlar, bu fikri savunanlar ve bu sloganları seslendirenler tarihin komünist ülkelerdeki amansız takibini bugün bile yapabilmiş değiller. Daniel Bel'in "İdeolojinin Sonu" ya da Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan" isimli görüşlerinin tamamının onların maruf ideolojilerinin dramıyla ilgili olduğunu da anlamış değillerdir. Zira yabancıların menfaatlerinin azat kabul etmez kölesi niteliğinde olan yaratıkların tutuldukları hastalıktan kurtulmasına henüz tarih şahitlik etmemiştir. Bu bakımdan tarihin akışının bu ithal kafalı zevatın arzularının dışında olması onların ütopyalarına hiç bir etki yaptığını da sanmıyoruz. Ama bilinen bir şey varsa o da 1989 yılında Gorbacov dar ağacına sosyalizmin bilumum değerlerini asmıştı. Komünizmin kirli çamaşırlarını yıkama görevi de Türkiye'deki yerli uşaklarına kalmıştı. O şimdi rızasını kazanmak için hayatını ortaya koyduğu Allah'ının huzurunda. Adam gibi yaşadı ve öyle de öldü. Şiddetli bir kış gününde iki milyondan fazla insanın omuzları üzerinde dualarla defnedildiği ebedi istirahatgahında uyuyor. Maddi yönüyle ayrıldığı milletinin kalbinde manevi bir ışık olarak her zaman yaşayacaktır. Napolyon ünlü Alman düşünürü Goethe'yle ilk karşılaştığında "Ecce Homo" demişti. Bu söz "adam gibi adam" anlamında tarihin ilk dönemlerinden beri kullanılmıştır. Belki de bu kavramı Türkçe'ye "yüzde yüz adam" olarak çevirmek ve Başbuğ için de "yüzde yüz adamdı" demek daha doğru olur.!

.


Özcan YENİÇERİ
08.04.2006
Üç hilalin Türk milletin belleğinde özel bir yeri vardır. Nasıl olmasın ki, Türk tarihini resmeden her tabloda rengi ne olursa olsun mutlaka üç hilalli bayraklar görürülür. Mağrur mağrur kalyonların burcunda dalganan o kimi kırmızı kimi yeşil üç hilaller her Türk evladına mazinin hazin yanlanır hatırlatır ve duygulanmalara neden olur. Günümüzdeki mehter gösterilerindeki gibi etnografik bir malzeme olarak değil, geçmişte ecdat Barbaros'la Preveze'de, Merzifonlu Kara Mustafa'yla Viyana önlerinde hep üç hilalle yaşamış ve hep üç hilalle yaşlanmıştır. Tarih Türk milletine hüzün ve gururunu üç hilalle yaşatmıştır.
Osmanlı döneminde üç hilalin sükûtu yalnız Türk aleminin değil bütün İslam âleminin sükûtuna neden olmuştur. Tarih içinde hilallerin hem birbirleriyle hem de Türklük ve İslamiyet'in kaderiyle doğrusal bir ilişkisi olmuştur. Semalarda birlikte nazlı nazlı dalgalanan şanlı bayraklar bugünde hüzünleri ve zaferleri birlikte yaşamaktalar.
Son seçimlerde üç hilal, ülke yönetiminin semalarından inmesinden sonra ay yıldızlı bayrakta ülkenin semalarında yalnız kaldı. Gökyüzünde ay yıldız yalnız kalınca hainler daha cüretkâr ve saldırgan oldular. Üç hilal ay yıldızsız, ay yıldız da üç hilalsiz kendini hem mahzun hem de yalnız hissetmektedir.
Ay yıldız milli şerefi, bugün için üç hilal köklü tarihi ve milli bir iradeyi simgelemektedir. Şerefin muhafazasının başlı başına bir irade işi olduğunu yaşanan gerçekler öğretmektedir. Arkasından siyasi irade alınmış ise şeref yalnızca her türlü saldırıya açık hale gelmez içi boş bir kavrama da indirgenmiş olur.
Son zamanlarda ülkenin çok çeşitli yörelerinde ay yıldızlı şanlı bayrağın saldırıya ve hakarete uğraması yalnızlığının sonucudur. Ay yıldızlı hilal kent kent, bölge bölge yalnız ama bir o kadar da gururla her şeye rağmen dalgalanmaktadır.Şu Kastamonu'ya bakın adeta daha şehre girerken ay yıldızın kızıllığı ruhunuzu evliya ve enbiya ruhu ile sarıp sarmalamaktadır. Kastamonu'ya giriş anının verdiği ruh huzurunu hiç bir yerde duymanın mümkün olmaması belki de bu yüzdendir.
Hele geceleyin geçmeye görün Bozüyük ilçesinden Türklüğün aziz sembolleriyle çepe çevre sarılmış görürsünüz ay yıldızı. Türk büyüklerinin çepeçevre çevirdiği o mütevazi parkta hala Bozüyük'ün yüreği atmaktadır. Bozüyük, yaşanan onca yabancılaşma ve uşaklaşmaya karşı Osmanlı denen cihan devletinin kurulduğu yer benim der gibidir. Sözgelimi İsparta'da üç hilal inmişse gönderden bir de bakarsınız ki ne kadar Türklük hatırası varsa Türk Parkında onlar da hem manen mahzun hem de madden kaderine terk edilmiş görünür gözlerinize. Keçiören de bile Estergon Kalesine inat belediyenin hemen karşısındaki ay yıldızlı bayrağın üzerinde yükseldiği kaidenin fayansları kargalar tarafından gakalanmış gibi görünmesi tesadüf değildir. Üç hilalin TBMM'nin dışında kalması yalnızca ay yıldızlı bayrağı mahzun bırakmamış aynı zamanda bazı gafillere şehit, gazi, Türk, milli ve İstiklal Marşını da tartışma cüreti vermiştir. Bozuk maya uygulamalarıyla Türk olan her şeye, kelimeler de bile ne kadar karşı olduğunu bu ülkenin asalakları ve miras yedileri her davranışlarıyla ortaya koymaktadırlar.
Rengini şehitlerin al kanından alan ay yıldızlı bayrak şehitler tepesinde hüzünlüdür. Şehitler toprağın altında mahzundur ve Türklük Önasya coğrafyasında yaslıdır.Belki de şair onun için;"Şehitler tepesi boş değil,Biri var, bekliyor…Ve bir göğüs nefes almak içinRüzgâr bekliyor."Hilalin hüznünün bunca olan bitenden sonra küçük bir nefesle dineceğini beklemek doğru değildir. Bugünden sonra Şehitler Tepesindeki bayrak dalgalanmak için rüzgâr değil fırtına bekliyor! ÖZCAN YENİÇERİ