.

.








9 Mart 2009 Pazartesi

GELECEĞİ KAZANMAK



“ Stratejin derin ve uzağı gören cinsten ise daha savaşmadan sen kazanırsın. Stratejik düşüncen sığ ve kısa erimli ise, daha savaşmadan sen kaybedersin. Zengin strateji yoksul stratejiye üstün gelir- stratejisi olmayanlar yenilmeye mahkumdur. Bu yüzden, muzaffer savaşçıların önce kazanıp sonra savaştığı, mağlup savaşçıların ise önce savaşıp sonra kazanmaya çalıştıkları söylenir.” Zhang YU






“Akhaialılar’ın hükümdarı Philippoemenis hakkında
tarihçilerin yaptıkları övgülerden biri, onun barış zamanında,
savaş yönetme tekniklerinden başka bir işle uğraşmaması
üzerinedir. Dostları ile arazide gezerken sık sık durup onlara
sorular sorarmış: Düşman şu tepede olsa, biz de ordumuzla
burada bulunsak hangimiz daha avantajlı durumda olurduk?
Savaş düzenimizi bozmadan onlara nasıl yanaşırdık? Geri
çekilmek için ne yapardık? Onlar geri çekilseler biz nasıl
kovalardık? Bir savaşta ordunun başına gelebilecek bütün
durumları, yol boyunca dostları ile görüşür, onların
düşüncelerini alır, kendi düşüncelerini anlatır, gerekçelerini
gösterirmiş. Böylesine sürekli düşünmeleri sayesinde, ordularını
yönetirken hiç bir zaman çaresini bulamayacak bir güçlükle
karşılaşmamış.İşte akıllı hükümdar böyle davranır. Barış
zamanını boş yere harcamaz, kötü günlerinde yararlanmak için
hazırlanır. Öyle ki, bir gün talihi yaver gitmezse, onun
doğuracağı güçlüklere karşı hazırlıklı olur.”








Nicollo Machiavelli





















Siyaset,







hamle yapmak







ve







kazanmak







sanatıdır.








Satranç;







savaş, strateji, taktik ve tüm savaş alanının tamamını düşünerek







ve







bütün verileri göz önüne alarak







hamle yapmak ve kazanmak sanatıdır.







Siyaset de bir satranç oyunudur.







Siyasetin "hamle", "atak" gibi göndermeler yaptığı satranç oyunudur.







Satranç, yapılabilecek en iyi hamleyi bulabilmektir.







Siyaset, halkın tamamını düşünmek ve en iyi hamleyi yapmaktır.







Tahtaya bir bakışta analiz etmek







ve







sözgelimi at ile bir atak geliştirirken,







tüm taşların da atın hücumuna destek vermesi







ama







birbirini de kollaması gerekir.







Zincirde en ufak bir aksama olması,







savunmanın aniden çökmesine neden olabilir.







Sonuçta,







satrancın bir zekâ oyunundan çok







bir değerlendirme, sentez olayı olduğu,







yani







parçaların birbirine eklemlenmesiyle bütünün oluşması durumudur...







Bu durum







olaylara geniş açıdan bakmayı öğretir.
Bütünü görebilmeyi başardığında insan,







ayrıntıların bu bütün içerisindeki rolünü daha rahat anlayacaktır.
"Neden"







sorusu o zaman sorulmayacaktır.
Neden bilinmektedir çünkü.
Bunun sonrasında gelecek olan







"hamle"







dir.
sonuç
ŞAH ve MAT
dır.


GELECEĞİ KAZANMAK İÇİN...

















Hızla değişen dünyada bireylerin , organizasyonların ve hatta ülkelerin ayakta
kalabilmeleri için stratejik düşünmeye ve stratejik karar almaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğuna inanıyoruz. Romalı Şair Ovid’in güzel bir sözünü burada
hatırlatmakta yarar vardır: “Bugüne hazır olmayanın yarına hazır olması daha güç
olacaktır.” Bugün dünyada gelişmiş ülkeler belirledikleri “Ülke Stratejileri” ile bugüne
hazırlanmanın ötesinde geleceğe hazırlanmak için büyük çabalar içerisindedirler.

Büyük Hun Hükümdarı Attila’nın tarihte kazandığı zaferlerin gerisinde onun
stratejik düşünme yeteneği yatmaktadır. Attila’nın şu sözleri bizim ne yapmamız
gerektiğini çok açık olarak ortaya koymaktadır:
“Geçmişimizi incelemekten asla vazgeçmemeliyiz. Geçmişimizdeki
yanlışlar, disiplinsiz strateji ve taktikleri bir kenara bırakarak geleceğe
hazırlanırken, savaş meydanlarında kalan Hunların kemiklerini hatırdan
çıkarmamalıyız. İyi belirlenmiş bir hedef ile Hun birliğini kurarak, yeni ilke
ve politikalar belirlemeliyiz. Tüm düşmanlara ve engellere karşı mükemmel
olabilmek için bir kez daha ve sonsuza dek plan yapmalıyız.”





















Değişim, Devlet ve Şirket








Gelecekte ayakta kalmak ya da başarılı olmak, amaca göre rota tayin etmekle mümkündür. Fırtınalı, dalgalı ve kararsız ortamlar ancak kararlı mücadelelerle aşılır. Bu nedenle örgütlerin nereye gittiğini, neyi gerçekleştirdiğini ve ne yaptığını iyi bilmeleri gerekir. Çünkü kalıcılık daha az değişim daha çok da kimliğin eseridir.
Devlet ya da örgüt her şeyden önce kim olduğunun cevabını vermelidir. Bir şirketin kurucuları nereye gidildiğinden çok, kim olunduğunu bilmenin önemli olduğunu, çünkü çevre değiştikçe nereye gidildiğinin de değişeceğini bilirler. Şirketlerin çekirdek ideolojileri, devletlerin de anayasaları bu anlamda önem kazanır. Collins ve Porras, çekirdek ideolojiyi şöyle tanımlar: “Bir kuruluş gelişirken, merkezileşmeyi dağıtırken, farklılaşmaya giderken, küresel olarak genişlerken ve işyerinde çeşitliliği geliştirirken onu bir arada tutan zamktır. Bunu Musevileri bir yurtları yokken, Diaspora boyunca dağıldıklarında bile yüzyıllarca bir arada tutan Musevilik ilkelerine benzer olarak düşünebilirsiniz”.
Temel değerler korunmalıdır!Ancak zamana karşı meydan okuyan değerler örgütlerin temel değerleri olabilir. Örgütler ya da devletler temel değerlerle teçhiz edilmiş, saygın ve önder kişiler sayesinde ancak kimlik ya da başarılarını geleceğe taşırlar. Önüne çıkan her ufka yelken açan, yöntem değiştirirken kendini ve kimliğini de değiştiren yönetimlerin geleceği olmaz. Düşünürler son derece farklı kültürlerden gelen insanlardan oluşan küresel örgütlerin bile ortak temel değerler kümesi tanıması gerektiğine özel vurgu yaparlar. Burada da püf noktası, bireyden örgüte doğru çalışmaktır. Bu bağlamda; temel değerleri temsil edecek insanların birkaç kritik soruya yanıt vermesi gerektiğinden söz eder aynı düşünürler: -Hangi temel değerleri işinize kişisel olarak taşırsınız?-Çocuklarınıza, işte benimsediğiniz ve onların da çalışan yetişkinler olduklarında benimsemelerini istediğiniz temel değerler olarak neleri anlatırdınız?-Yarın elinize bundan sonraki yaşamınızı çalışmadan geçirebilecek düzeyde bir para geçerse, bu temel değerleri yaşatmayı sürdür müydünüz?-Bu temel değerleri, eğer bir noktada içlerinden biri ya da birkaçı rekabette dezavantaj haline gelse de korumak ister miydiniz?-Yarın farklı bir alanda yeni bir girişime başlayacak olsanız, sektör ne olursa olsun, hangi temel değerleri yeni örgütte de yerleşik kılmak isterdiniz? Son üç soru önemlidir; çünkü değişmemesi gereken, kalıcı temel değerler ile her zaman değişmesi gereken uygulama ve stratejiler arasında önemli bir ayrım yapmaktadır.


Nüfustaki Değişim







Siyasal Değişimi







Zorluyor










Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 31 Aralık 2009 tarihi itibarıyla Türkiye nüfusu 72.561.312 kişi.
Nüfusun % 50,3"ünü (36.462.470 kişi) erkekler, % 49,7"sini (36.098.842 kişi) ise kadınlar oluşturmaktadır. Ortanca yaş erkeklerde 28,2 iken, kadınlarda 29,3"tür.
Toplam nüfusun % 75,5"i (54.807.219 kişi) il ve ilçe merkezlerinde ikamet ederken, % 24,5"i (17.754.093 kişi) belde ve köylerde ikamet etmektedir. İl ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus oranının en yüksek olduğu il % 99 ile İstanbul"dur. Ve nüfusun % 17,8"i (12.915.158 kişi) İstanbul"da ikamet etmektedir.
15-64 yaş grubunda bulunan çalışma çağındaki nüfus, toplam nüfusun % 67"sini oluşturmaktadır. Ülkemiz nüfusunun % 26"sı 0-14 yaş grubunda, % 7"si ise 65 ve daha yukarı yaş grubunda bulunmaktadır.
Artan nüfus, yaşadığımız ekonomik ve sosyal değişmelerin kaynağıdır. Siyasal değişimler ise bu kaynağa göre yön bulmaktadır. AKP, CHP, MHP ve diğer partiler nüfustaki bu değişimi algılayabildikleri sürece iktidara gelebileceği bir döneme giriyoruz. Artık kalıplaşmış parti imajları ve babadan miras fanatik parti döneminin sonuna gelmiş bulunuyoruz. 2002 yılında tarihin görülmemiş taban ve oy kaymaları bunun en belirgin göstergesidir.
1980"lerden 2010"lara nüfustaki artış, bizleri çok önemli siyasal avantajlar ve sorunlarla karşı karşıya getirdi/getirmektedir. Şu anda 30 yıl öncesi halledilmesi gereken uluslaşma sürecinin Kürt-Alevi-Roman sorunlarıyla adete cebelleşiyoruz. Hal böyleyken, 30 yıl içerisinde meydana gelen nüfus profilindeki değişimde yeni sorunları ekledi.
Türkiye uzun süredir ekonomisinde yüksek büyüme gerçekleştirme başarısını gösterdi. Ülke nüfusu talebe bağlı yatırımların artması ile üretim yoluyla ekonomik gelişmeyi besledi. Köyden kente göç ve yabancı ülkelere göç bu süreci tetikledi. Bu bir taraftan bazı işgücü alanlarında yüksek kazanç elde eden ücretli bir kesimin oluşmasına neden olmaktadır. Bu kesimin etkilediği yüksek ve orta düzey ücretliler istikrarla birlikte sosyal refahlarının devam edeceği siyaset bilincinde hareket etmektedir.
Siyasal partileri gazete ve televizyonların basın yayın politikalarıyla tek boyutlu bakış açıları yerine, internet ve cep telefonu üzerinden anlık ve marjinal taraflarıyla sürekli takip etmektedirler.
Türkiye modernleşmesine öncülük eden maaşlı askeri ve sivil siyasal elitler yerine toplumun rekabetçi ücrete dayanan bir kesim almaktadır. Siyasal elitlerin sosyal alanda kültürel dönüşüm gayretlerini etkisizleştiren sanayileşmenin ortaya çıkardığı ücretliler ise ekonomik sorgulamalarla hareket etmektedir ve sosyal refahlarının devamı için siyasal tercihler geliştirmektedirler.
Tarımdan sanayiye geçişte geniş aile üzerine yürütülen siyasal söylem ve politikalar, sanayileşme ve sonrasında çekirdek aile üzerine yoğunlaşmak zorundadır. Üreten, vergisini ödeyen, yurttaşlığa endeksli çekirdek aile yapıları içinde kişilerin siyasal partilerden istedikleri kamusal hizmetler, önceki döneme göre taban tabana zıtlıklar içermektedir. Zira kişiler ekolojik, biyolojik taraflarını ön plana çıkaran yaklaşım sergilemektedir. Örneğin halk sağlığından daha ziyada kişi sağlığı, kişiye özel sağlık hizmetleri vd.
Türkiye, yaklaşık 25-30 yıl genç nüfus profiline sahip görünmektedir. Ancak bu aralıktan sonra yaşlanma eğilimine girmiş bir toplum yapısına sahip olacaktır. Böylece bize siyasal değişim için bir fırsat penceresi sunulmaktadır. Zira gençlerin değişim isteği ve hazmetme kapasitesi sayesinde demokratikleşme sağlanabilinir. Nüfus yaşlandığında ise değişime direnç artması muhtemeldir.
Mevcut partiler, gençlik kolları kurarak, bunları yönetimin tabana ulaşmak için kullanmakta. Halbuki gençler üretimdeki artan paylarına paralel olarak hem parti yönetimlerinde hem de politikalarında etkili olmak istemekteler. Bu katılımı sağlayamayan siyasal partilere gençlerin desteği kesilmektedir. Böylece siyasetten soyutlanmış sürekli arayış içerisinde olan bir genç nüfus türemekte. Aslında bahsettiğimiz gençler, kişi olarak siyasal iktidarı değişime zorlayan önemli bir lokomotif haline gelmektedir. Kadınlar Ülke nüfusunun yarısını oluşturmaktadır. Kente göçün olumsuz etkilerini üzerinden atmaya çalışan kadınlar, eğitim seviyelerindeki artış ve işgücü piyasasındaki yükselen değerleri hem aile içi rollerini değiştirmekte, hem de sivil toplum kuruluşlarında daha fazla kendilerini ifade eder hale gelmektedirler. Kadını yok sayar bir tarzın siyasette barınır bir tarafı kalmamıştır.
Çalışma çağındaki nüfus içerisinde genç ve kadın işsizliğine yönelik istihdam politikaları önümüzdeki dönemde siyaseti belirleyici etkiye sahip olacaktır.
Toplum, 30 yıl öncesi çözülmesi gereken sorunların çözümünü siyasetten beklemektedir. Bu sorunlara çözüm üretmesi gereken mekanizmalar yeterli gelmemektedir. Siyasal temsilin yapıtaşları kişilerin temel hak ve özgürlükler alanındaki beklentilerine, 1982 Anayasasıyla karşılama olanağı bulunmamaktadır. 1983 tarihli Siyasal Partiler Kanunu, 1982 Anayasasını ayakta tutan önemli bir dayanak. Bu yüzdendir ki Anayasa değişikliği konusunda samimi olmayan odaklar, Siyasal Partiler Kanununda yapılması gereken demokratik değişikliklere izin vermemektedir. Kişileri yadsıyan, lider sultasında, kadrocu, değişimi algılamakta geciken, geciktiği gibi engelleyen, nereye gittiği/gideceği belirli olmayan partiler kalabalığına dönüştüren bir Siyasal Partiler Kanununa sahibiz.





















ve







bir kitap





















Jacques Attali















“ Geleceğin Kısa Tarihi ”





















2006’da yayımlanan kitap 2007’de Turhan Ilgaz’ın arı duru diliyle Türkçe’ye kazandırıldı. İmge Kitapevince Türk okurlarına sunuldu. Bir yıl sonra da yeni baskısı yapıldı kitabın.
Sadece dünü yazmıyor Attali. Geleceği de kestirmeye çalışıyor.
Attali’ye göre, 2050’de yeryüzünün nasıl olacağı bugünden kararlaştırılıyor, 2100’de ne olacağı ise yine bugünden hazırlanıyor.
Ve soruyor: “Çocuklarımız ve torunlarımız yaşanabilir bir dünyada mı oturacaklar, yoksa bir cehennemin içinden geçerek bizleri tiksinerek mi anacaklar?”
Attali, “homo sapiens”in değil, “homo sapiens sapiens”in geçmişinin ve bugünün ışığında geleceğinin tarihini kestirmeye çabalıyor.
Ona göre piyasa güçleri gezegeni avuçlarının içine almıştır. Bu evrim aksamadan sürerse Amerikan imparatorluğunun egemenliği 2035’te bitecek, para her şeyin sonunu getirecek, üç dalga art arda yaşanacaktır.
Geleceğin ilk dalgası, “hiper-imparatorluk”tur. Bu dönemde aşırı yoksulluk, doğanın alabildiğine budanması, yabancılaşmanın keskinleşmesi, ordunun, polisin ve yargının özelleşmesi yaşanacaktır.
Önümüzdeki yarım yüzyıl içinde demografik çalkalanma ve alt üst oluş, yeryüzünün yazgısını belirleyecektir. Eğer büyük bir felaket yaşanmazsa, dünyanın nüfusu üç milyar artacak, dokuz buçuk milyar olacaktır.
Birey özgürlüğü, öteki değerlere oranla öncelik kazanacak ve birey, hukukun öznesi olarak gittikçe yükselecektir. Diktatörlükler yıkılacak, ancak “göçer-konarlık” ve “bağımsızlık” kurumlaşacaktır. Su ve enerji kıtlığı yaşanacak; eşitsizlikler ve yoksulluklar dayanılamaz boyutlara ulaşacak; iklimler tehlikeye girecek; çatışmalar artacaktır.
Hiper-imparatorluğa hiper-göçer-konarlar egemen olacaklardır.
İkinci gelecek dalgası işte bu koşullarda başlayacaktır.
Bu dalganın adı “hiper-çatışma”dır.
Hiper-çatışma aşamasının silahları da geçmişteki kurala uygun olarak ortaya çıkacaktır. Zira her dönemde her yeni silah, teknolojinin hem ürünü, hem de ebesidir: Mancınık kaldıraçla, ateşli silah mekanikle, tank otomobille birlikte doğmuştur. Bunun tersine bir olgu da şu: Ordu; telgrafı, radyoyu, mekanik ve nükleer enerjiyi geliştirmiştir. Sırada robotlar, akıllı giysiler vardır. Robotlar savaşçıların yerini alacaktır. E-bombaları iletişim şebekelerini yok edecek ve bir orduyu sağır, kör kılacak çaptadır.
“Geleceğin kısa tarihi” burada bitmiyor. Gerisi KİTAPTA.














Fransız düşünürüne göre, nasıl ki vaktiyle kömür ve demir için vuruşmalar yaşanmışsa, hiper-çatışma döneminde de petrol ve su başta olmak üzere bütün kıt maddeler için çarpışmalar yaşanacaktır. Son elli yıl içinde su için otuz yedi kez savaşılmıştır. Bugün yüz kırk beş ülkenin bir bölümü sınır aşırı su havzası içindedir. 263 havzanın yaklaşık üçte biri ikiden çok ülkece paylaşılmaktadır. 19 su havzası en az beş ülkeyi ilgilendirmektedir. Tuna havzası, on sekiz; Guarani tatlı suyu rezervi, dört devletçe paylaşılmaktadır. Hindistan kendi topraklarında doğan, Bangladeş’te denize dökülen üç büyük ırmağın yataklarını her an değiştirebilir. Fırat, Dicle, Nil’in durumları da öyle.
Bu döneme damgasının vuracak olan bir olgu da, para, inanç, yoksulluk yüklü “korsanlık”tır. Korsanlık, başını alıp gidecek, insan yaşamına saygısızca saldıracaktır.
Özetle hiper-çatışma döneminde dünyada para, inanç, toprak, su, enerji, besin, özgürlük için vuruşmalar; halklar, paralı askerler, korsanlar, teroristler, diktatörler, oymaklar, göçer-konar mafyaları, dinci gruplar çatışmalarının birbirini kırmaları sürüp gidecektir.
Elbette insanlık uzun süre buna katlanamaz.
Öyle de olacak. Hiper-çatışma döneminde birleşen ordular diktatörlükleri silip süpürecek, uyuşturucu kartellerine egemen olunacak, sonuçta adil, dingin, birleşik ve kardeş bir dünya yaratmak için akıl, sağduyu, hoşgörü egemen olmaya başlayacaktır.
Yeni değerlerle yeni uygarlıklar kurulacak, piyasanın gücünü sınırlayan gezegensel yeni bir demokrasiye ulaşılacaktır, ister istemez.
Son çözümlemede insanların çılgınlığına, iklimlerdeki düzensizliğe, ölümcül hastalıklara, sömürüye, yabancılaşmaya, yoksulluğa karşı savaş ve dolayısıyla üçüncü dalga başlayacaktır: “Hiper-demokrasi”.
Bu hiper-demokratik sarsıntı, herkes için yaşanabilir bir dünyayı kurma tasarımıdır. Dünyanın herkese yeten büyük bir köy olduğunu ayırt edecektir, herkes. İklimlerin düzenlenebilir; suyun, enerjinin çoğaltılabilir; aşırı şişmanlıkların ve yoksullukların üstesinden gelinebilir olduğu görülecektir.
Aşılamayan kıtlıklar, özellikle petrol, doğalgaz kıtlıkları, güneş ve rüzgâr enerjisi sayesinde geride bırakılacaktır. Ormanlar çoğaltılacak, üretim artacak, içme suyu kıtlığı çözülmeye çalışılacaktır.
Önemli bir uyarıyla karşı karşıyadır, insanlık. Bugüne dek on dört milyon tür olarak belirlenen canlı ve bitki türünden her yıl on bini yok olmaktadır. Özünde insan türünün gittikçe yok olmasıdır, bu.
Hiçbir canlı dünyanın sahipliğini tekeline alamaz. Almamalı da.
İnsan bilinci başkalıklara değer vermek zorundadır. Bilgi aktarmak, vereni o bilgiden yoksun kılmaz.
Hiper-demokrasinin kurumları bütün dünyaya dağılmalıdır, dağılacaktır da. Hiper-denetim teknikleri yeni demokratik denetim biçimlerini üretecektir. Avrupa’da başlayacak bir akımla anayasalar bütünleşecektir. Gezegensel bir yargı ve adalet yavaş yavaş yürürlüğe girecektir. Ortak bir merkez bankası, ortak bir para, ortak geleceğin habercisi olacaktır.
Kural değişmiyor: Otoriter devlet, piyasayı; piyasa da demokrasiyi yaratıyor.
Hiper-demokraside piyasa ve demokrasi gezegensel dengeye kavuşacaktır. Ortak/gezegensel akıl ve ortak/gezegensel varsıllık gelişecektir. Yaşamı olanaklı kılan bütün birleşenler korunacaktır. Temel varsıllıklar belli: Bilgi, konut, besin, bakım, iş, su, hava, güvenlik, özgürlük, hakkaniyet, adalet, saygınlık, iletişim, çocuğa ve kadına saygı, yalnızlığa çözüm, sevecenlik, yaşlılıkta sevenleriyle birliktelik...
Dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan ikisi, zamanın metalaşması ve kıtlığı. “Zaman yiyicilik” artıyor. Beslenmeye, çalışmaya, temizliğe ayrılan zamanın gittikçe azalıyor.
Attali’nin Türkiye’nin geleceği hakkındaki kestirimleri de var.
Yazara göre, on altıncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu en görkemli, ışıltılı dönemi yaşamıştı.
Daha sonra Osmanlılar, dolayısıyla Türkiye, çeşitli nedenlerle tecimsel düzenin odağı olamamıştır.
Her şeyden önce, sanayiyi, teknolojiyi, yeniliği, kâr etme anlayışını; toprağın, tarımın, besinin mülkiyetine, bunların getirilerine ve bürokratik yararları savunmaya kurban etmiştir. Deniz gücünün önemli kesimini ordunun oluşturulmasına feda etmiş, yenilikçileri, tacirleri, maliyecileri kendine çekmeyi başaramamıştır. İstanbul dünya ekonomisinin odağı olamamış; ama başka inançtakilere, sözgelimi Yahudilere kucak açılmıştır.
Cumhuriyet Türkiye’si ise, hep yüceltilen bir geçmişin özlemiyle avunmuş ve yarattığı “bürokratik kastlar”a saygıyla yetinmiştir.
Güçlü bir deniz ticaret filosu kuramamıştır.
Göçer-konarlığın geri dönüşüne Türkiye hiçbir zaman yeterince hazırlı olamamıştır.
Atatürk’ün devrimlerine karşın, temel hedefin yaratıcı bir sınıf oluşturmak olduğu bir türlü kavranamamıştır: Yeterli sayıda denizci, mühendis, araştırmacı, girişimci, tacir, sanayici, bilim insanı, işletmeci, maliyeci yetiştirmekte gecikmiş; bunları dış dünyadan da çekmeyi başaramamıştır. Bu yüzden de geleceğe hiçbir zaman hazırlıklı olamamıştır.
Ancak Türkiye’nin gelecekteki tarihi için umutlar çoktur. Su, petrol, göçler, İslâm’ın evrimi, Batı ve İslâm dünyası arasındaki ilişkiler, kadının konumu, azınlıkların durumu Türkiye’ye olanaklar sunmaktadır. Bunları iyi değerlendiren bir Türkiye, geleceğini güvence altına alacaktır.
Çağdaşımız Türkiye, diyor Yazar, dinamik ve 2025 yılında 90 milyonu bulacak nüfusu, ekonomik başarısı ve büyüme hızı, yapısal iyileştirmeler, dış girişimleri çekme gücü ile parlak bir gelecek vaat etmekte.
Yeter ki, gözlemlenen eksiklikleri giderebilsin. Demokrasisini geliştirebilsin. Yolsuzluklarla, eşitsizliklerle, yoksulluklarla, bürokratik yavaşlıkla başa çıkabilsin. İnsanca yaşanır bir çevre oluşturabilsin. Ortak yazgı yaratabilsin. Özgür yaratıcılığı destekleyen bir düzen kurabilsin. Büyük limanlara sahip olabilsin. Yeterli parasal odaklar geliştirebilsin. Geleceğin teknolojisini kullanmayı başarabilsin. Jeopolitik birliklere girebilsin.
Canlılığıyla, sanayicileri, maliyecileri, sanatçıları, girişimcileri ve bunları çekebilecek gücüyle Türkiye, gelecekte ekonomik ve siyasal açıdan ilk sıralara yükselebilecek görkemli bir ülke, başoyunculardan biri olmaya adaydır.
Evet, Attali’ye kulak vermenin zamanıdır, şimdi.
Sıçrayabiliriz.
Yeter ki bu zamanı, “zaman yiyiciler”e teslim olmadan kullanabilelim. sami selçuk







.










Değişimi Anlamak










Bugünün Türkiye’si büyük toplumsal yapı değişmelerinin sarsıcı etkilerinin ortaya çıktığı bir Türkiye’dir.Son zamanlarda Türkiye adeta dalga dalga gelen olayların şoklarıyla sarsılıyor. Alışıla gelmiş, süre giden ilişkileri altüst eden olayları tartışmak, arkası gelmeyen yeni tartışma konularının açılmasına vesile oluyor.İnsanlar olaylara takılı kaldığı zaman, tartışma konularının içindeki tarafların yanından veya meselenin içine gömülü bir yerden konuyu anlamaya çalıştığı zaman, koordinatlarını kaybetme tehlikesiyle karşılaşıyor. Doğaldır ki, nerede durduğunu bilmediği durumlarda veya belli bir yere bağlı olarak baktığında bütünü görmekte zorlanıyor. Böyle bir durumda olaylar ve ortaya atılan iddialar içinde neyin ne anlama geldiğini ya da neden olduğunu kavramakta zorlanıyor, anlamama tehlikesiyle yüz yüze geliyor.Tüm bu belirsizlikleri aşmanın yolu sanırım, Türkiye’nin neyi tartıştığını sormaktan geçiyor. Bu da yaşanılan olayların ve tartışmaların hangi tarihsel ve toplumsal zeminde yapıldığına bakmayı gerektirmektedir. Tartışmaların hangi tarihsel ve toplumsal bağlamda yaşandığı meselesi, bizi toplumsal yapının biçimlendirdiği ilişkilerde meydana gelen değişmeleri anlamaya götürecektir.Böyle baktığımızda bugün yaşanılan şokların ve onlarla ilgili tartışmaların, Türkiye’nin yaşadığı büyük bir değişmenin yansımaları olduğunu daha kolaylıkla görebileceğimizi düşünüyorum.Türkiye toplumunun yüzlerce yıllık tarımsal yapının oluşturduğu, devlet-toplum ilişkilerini biçimlendirdiği, siyaset kurumu hem zihniyet olarak, hem de davranışsal olarak tıkanmış ve bizatihi sorun kaynağı haline gelmiştir. Devlet-toplum ilişkilerinin geleneksel devletçi bürokratik anlayışa dayalı yapısının, toplumsal değişim karşısındaki direnci anlaşılabilir bir şeydir. Burada anlaşılamaz olan ve itiraz edilmesi gereken husus ise, bu durumu sürdürme çabalarının artık anlamsız ve Türkiye’ye zarar verecek bir noktaya ulaşmış olmasıyla ilgilidir.Değişimi anlamak gerekir…Türkiye’deki yönetim geleneğinin üzerinde durduğumuz meselenin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bürokratik-devletçi siyaset etme anlayışı, hem siyaset kurumunun çerçevesini, hem siyaset kurumunun düzenlediği ilişkileri etkilemektedir. Bu özellikleri dikkate aldığımız zaman siyaset kurumunun içerisindeki unsurları oluşturan devlet yapısı, siyaset etme kültürü, bu kültürün dayandığı dünya görüşü ve siyaset algısı gibi hususlardan oluşan ‘siyasal zihniyet’ önemli bir sorun haline gelmektedir.Türk yönetim geleneğinin dayandığı bu parametreler, siyasal davranışlarda devleti biricik ‘özne’, toplumun içerisinde yer alan sivil unsurları ve kurumları ise ‘tali unsurlar’ haline getirmektedir. Böyle bir anlayış içerisinde siyaset kurumunu oluşturan unsurların yani, zümrelerin, aktörlerin ve kurumsal yapının kolektif refleksleri, değişimi kavranması zor bir mesele haline getirmektedir. Bu yapının toplumu ve toplumsal aktörleri ‘gerçek özne’ olarak görmemesi, zihin algısı içerisinde böyle bir kategorinin oluşmaması, belki de sorunların büyümesinin, derinleşmesinin temel sebeplerini oluşturmaktadır.Değişimi anlamayan sorun çözemez…Eğer siyaset kurumu ve siyaset kurumunun en önemli unsuru olan devlet, üzerinde oturduğu tarihsel ve toplumsal zeminin gerekliliklerini kavrayacak bir akla sahip değilse, bir sorun çözme aracı olmaktan çıkarak kendisi bir soruna dönüşür.Bugünün Türkiye’si büyük toplumsal yapı değişmelerinin sarsıcı etkilerinin ortaya çıktığı bir Türkiye’dir. Burada, devlet ve toplum ilişkilerinin yenilenmesi gereği, artık yaşanılan olayların yarattığı şokların etkilerinde bile görülebilir. PROF.DR.Vedat Bigin










Türkiye'de işsizlik neden artıyor?







İş arayan İŞSİZ kim?







Son dönemlerin







en kapsamlı araştırması...








'Küçümsenen siyasi aktörlerin tercihleri... Eğitimli işsizlerin durumu ve iş bulma vasıtaları...
Türkiye'deki işsiz sayısı resmi rakamlara göre 3 milyon 400 bin. Ancak reel işsizlerin 6 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu durumun, işsizlerin seçmen davranışlarını da değiştirmesi bekleniyor. İşsizlik haritasını çıkaran A&G Araştırma Şirketi'nin sahibi Adil Gür'e göre seçimlerde belirleyici olan ekonomi. İşsizlik süresi arttıkça mutlaka parti tercihleri de değişecek.
A&G Araştırma Şirketi, Demokratik Sol Parti (DSP) için 20-30 Ocak tarihleri arasında 42 ilde 3 bin 216 işsizle gerçekleştirdiği görüşmelerde Türkiye'nin işsizlik haritasını çıkardı. Bugüne kadar işsizlik ve işsizlerin sorunları hakkında yapılan en kapsamlı araştırmalardan biri olan “İş arayan işsiz kim? Sosyo- Ekonomik Demografisi” başlıklı anket Türkiye'deki işsizlerin sorunlarına mercek tutacak.
Çarpıcı sonuçlar ortaya koyan araştırmaya göre, işsizlerin yüzde 74.7'sinin hiçbir sosyal güvencesi yok. Katılımcıların yüzde 22.3'ü, altı veya bir yıldır işsizken, yüzde 12.8'i beş yıldan daha uzun süredir iş bulamadığını söylüyor. Deneklerin yüzde 41.1'inin işini kaybetme nedeni ise son bir buçuk yılda yaşanan ekonomik kriz. Araştırmada öne çıkan bulgulardan bir diğeri de işsizlerin geçim kaynaklarına ilişkin.
Buna göre, her 100 işsizin 42'sinin evinde ikinci bir çalışan yok ve çevreden gelen yardımlarla hayatlarını sürdürüyorlar. Yine her 100 işsizden 40'ı kirada oturuyor. Deneklerin yaş ortalamalarının da sorgulandığı anket sonuçlarına göre, işsizlerin yüzde 26.9'u 25 ve 30 yaş arasındaki kişilerden oluşuyor. Bunu, yüzde 24.7 ile 20 ve 25 yaş arasındakiler izliyor. 30-40 yaş arasındaki işsizlerin oranı ise yüzde 24.4.
SEÇMEN TERCİHLERİ MUTLAKA DEĞİŞECEK
Araştırmayı yapan A&G Araştırma Şirketinin Sahibi Adil Gür, Türkiye'de iki tip işsiz olduğunu belirterek, bunları 'Acil iş bulmalıyım diyen gerçek mağdurlar' ve 'İyi bir iş fırsatı olursa çalışırım diyenler' şeklinde sıraladı. Gür, “O nedenle işsizlik rakamları dağın görünen yüzü. Gerçek işsiz sayısı öngörülen rakamların çok üzerinde” dedi. Ekonomik krizin gelecek seçimleri belirleyecek unsur olduğuna işaret eden Gür, seçmen davranışlarını kestirmenin zor olduğunu vurguladı.
Gür, “İşsizlik süresi arttıkça, işsizin parti tercihlerinde de önemli değişimler olacak. Ne krizi yönetmekle sorumlu iktidar ne de muhalefet sorunu aşmak için ortaya proje koyamıyor. Bu durum, işsizlerin ruh halini daha da bozuyor” diye konuştu.
İŞSİZLİK NEDENİ KRİZ
Araştırmada, katılımcılara 'Neden işsiz kaldıkları' da soruldu. Verilen yanıtlarda, son dönemde yaşanan ekonomik kriz ilk sırada yer aldı. Son altı ayda erkeklerin kadınlara oranla daha fazla işten çıkartıldıkları da araştırmanın bir başka sonucu. Kadın çalışanların işsiz kalmalarında ise maaş azlığı ve kişisel nedenlerin etkili olduğu belirlendi.
HİÇBİR SOSYAL GÜVENCELERİ YOK
Anketin en çarpıcı bölümlerinden biri de işsizlerin sosyal güvencesinin olup olmadığının sorgulanması oldu. Buna göre, işsizlerin yüzde 74.7'sinin herhangi bir sosyal güvencesi yok. 'Sigortam var diyenler' içerisinde ise eşi üzerinden sigortalı olan işsiz kadınlar ağırlıkta. Katılımcılara İşsizlik maaşı alıp almadıkları da soruldu. Deneklerin yüzde 93.3'lük bölümü “Hayır işsizlik maaşı almıyorum” yanıtını verirken, yüzde 6,7si “evet” dedi.
TÜİK RAKAMLARI İÇ AÇICI DEĞİL
TÜRKİYE'DE 2008'in ikinci yarısından sonra büyüyen işsizlik oranı 2009 yılı başlarında yüzde 16'yı aşarak Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırdı. Bu oranla Türkiye işsizliğin dünyada en yüksek olduğu 5 ülke arasına girdi. Son TÜİK anketinde ise bu rakam ancak yüzde 13.1'e geriledi. Asıl sorun ise genç nüfustaki işsizlik. Zira 18-25 yaş arası işsizlik oranı yüzde 25'in üzerinde. Yani dört gençten biri işsiz. Ülke genelinde hiçbir sosyal güvencesi olmayan yoksullara devlet tarafından verilen Yeşil Kart sayısı da 10 milyonu aştı.
Krizden dolayı işten çıkarıldı: Yüzde 18.3Daha önceki dönemde işten çıkarıldı: Yüzde 4.0Krizden dolayı işyeri iflas etti: Yüzde 11.4Krizden önce işyeri iflas etti: Yüzde 3.6Kriz döneminde sözleşme bitti: Yüzde 10.5
HER 100 İŞSİZDEN 75'İ VASIFLI
Araştırma, işsizlerin büyük bölümünün meslek sahibi kişilerden oluştuğunu ortaya koydu. Vasıflı işçi, zanaatkâr: Yüzde 50.2Kalifiye olmayan vasıfsız: Yüzde 24.9Üniversite mezunu vasıflı: Yüzde 24.9
YARDIMLARLA AYAKTALAR
İşsizlerin yüzde 41.7'si evde ikinci bir çalışan olmadığını belirtirken, “Evet var” diyenlerin oranı 58.3 olarak belirlendi. İşsizlerin geçim kaynakları ise şöyle: Aile desteği: Yüzde 50.1Eş dost yardımı: Yüzde 21.2Yan geliri var: Yüzde 19.3Belediye yardımı: Yüzde 7.9İşsizlik maaşı: Yüzde 4.3Emekli maaşı: Yüzde 3,0
BİR YILDA REKOR ARTIŞ
Deneklere ne kadar süredir işsiz oldukları da soruldu. Verilen yanıtlarda, son bir yılda işsiz kalanlar yüzde 22.3 ile ilk sırayı aldı. Bunu yüzde 20 ile son altı ay izledi. Beş yıldan fazla süredir işsiz kalanların oranı ise yüzde ise 12.8.akşam














.





















ORTA SINIF







.







TOPLUMSAL MERKEZ







.







YARATICI KAOS







.














Orta sınıf /

"Bizde tarihte Batı türü sınıfların teşekkül etmemiş olması, bundan sonra teşekkül etmeyeceği anlamına gelmez"

Sınıflar teşekkül edecek, yine Batı'dakilerin tıpkısı olmayacak ama belki daha yıkıcı, daha patolojik ve daha trajik olacaktır.
Buna yol açan önemli sebep, küreselleşmekte olan "vahşi kapitalizm"in kendini sözüm ona özgürlüklerin yegane adresi gibi takdim eden liberal politikaların arkasına gizlenerek önce devleti, sonra toplumsal hayatı esir almaya yönelmesidir. Bunun doğru bir muhasebesini yapmayacak olursak, önce Türkiye, arkasından liberal felsefenin ve tüketimin demokratizasyonu misyonuyla Türkiye'nin gireceği Ortadoğu/İslam toplumları hallaç pamuğu gibi atılacaktır. İşte küresel hegemonik güçlerin silahla elde edemedikleri sonucu bu sayede elde edeceklerini düşünebiliriz. Bu bir doktrindir, buna "yaratıcı kaos" adı verilmektedir ve iki yönteminden biri askerî işgal, diğeri yeryüzü küresinin serbest sular haline getirilip timsahlara açık hale getirilmesidir.
Batı'nın tarihsel geleneğinde köleci, feodal ve kapitalist dönemlerde sınıflar vardır; ama sınıflar efendi-köle, senyör-serf ve burjuvazi-işçi (proleterya) şeklinde teşekkül etmiştir. Ara toplumsal kademeler ya yoktur veya "sınıf" kategorisine girecek ölçekte ve güçte değildir. İslam dininin toplumsal ideallerinden beslenen ve İslam tarihindeki toplumsal tecrübenin hâlâ varlığını devam ettiren kodların etkisiyle bizde 'esaslı' bir orta sınıf söz konusudur. Orta sınıfın profilini çıkarmak üzere demografik, ekonomik, sosyal vb. ölçütler kullanabiliriz.
Kabaca gelir bölüşümü ve bunun dağılımının gözlendiği toplumsal katmanlara baktığımızda milli gelirin yaklaşık yüzde 46'sını alan ilk yüzde 20'lik dilim ile yüzde 5'ini alan son yüzde 20'lik dışında kalan yüzde 60'lık kitle orta sınıfı teşkil eder. Bu da yaklaşık 44 milyon eder. Orta sınıfı sadece özerk üretim yapan kesimler olarak düşünmek yanlış olur. Kamu sektöründe çalışanları da gelir düzeylerine göre bu kategoride ele alabiliriz. Bu sınıf kendi içinde homojen değildir, üç ana katmandan oluşur: Orta-üst, orta-orta ve orta-alt katmanlar. Üst sınıf da üst-üst, üst-orta ve üst-alt; alt sınıf da alt-üst, alt-orta ve alt-alt katmanlar şeklinde sıralanır.
Orta sınıfı asıl anlamamızı kolaylaştıran faktör sosyo-psikolojiktir. Bu sınıfın insanları "korku ile umut arasında" ara bir bantta yaşar. Bir yandan yoksulların kategorisine düşme korkusunu yaşarken diğer yandan zenginlerin kategorisine tırmanmak ister. Eğer hükümetler akıllı iktisadi ve sosyal politikalar takip edecek olursa, bu muazzam ve hayırlı bir enerjinin birikmesini sağlar.
Sosyo-psikolojik karakteri dolayısıyla toplumsal hayatın dinamizmini, değişim imkânını ve enerjisini oluşturan orta sınıf sadece ekonomik bir birim değil, kültürel bir olgudur da. Sanat, kültür, edebiyat, felsefe, estetik, mimari, yerleşik örfler, gelenekler, ilerletici görenek ve sosyal teamüller, hukukun kültürleşmesi vb. beşeri etkinliklerin neredeyse tümü muteber ve makbul formlarıyla orta sınıf sayesinde şekillenir, yaşanır ve sonraki nesillere aktarılır. Yardımlaşma, hayır, infak, tesanüd bu sınıfın belirgin özelliğidir. En zenginler genellikle gelenekten kopar, konformizme sürüklenir, bencilleşir ve dünyevi rehavet içinde zamanla iç enerjilerini kaybeder; böylelikle acımasızlaşır, katılaşırlar. Serveti tekelleştiren hiçbir zümre (mütref) ne insanı özgürleştiren kültür üretir, ne adaleti tesis eden bir hukuk devletinin tesisine yardım eder. Yoksullar ise sağlıklı düşünemez, sistem çarkının en sıkışık yerinde giderek bir organizmanın salt fizyolojik reflekslerini göstermeye başlarlar.ALİ BULAÇ15.02.2010


/ SINIF /


Bizde Batılı anlamda sınıf olmadığı bariz bir hakikattir. Marx'ın da doğru bir biçimde analizini yaptığı gibi sınıftan söz edebilmemiz için, kurumsallaşmış imtiyaz, süren bir gelenek ve akışkanlığı engelleyen sosyo-ekonomik yapısal mekanizmaların varlığı gerekir.

İslamiyet'ten önce Anadolu, İran, Bilad-ı Şam ve Mısır'da buna yakın bir sınıflaşmadan bahsedilebilirdi. İslamiyet, mülkiyetin meşruiyet çerçevesi olan Mülk'ü Allah'a tahsis edip, maddi kaynaklar, dolayısıyla üretim araçları ve servet üzerindeki mülkiyeti emanete dönüştürdü. Kölenin (kuru başlı Habeşlinin) de liyakatine göre komutan olabileceği hükmünü vaz'etti ve her türlü üstünlük ölçütünü "takva"ya (Allah'tan korkup sakınmaya, hak ve hukuka saygılı olmaya ve bütün dünyevi kaygıların iman karşısında anlamsız ve yersiz oluşuna) bağlayarak imtiyazların önüne geçmeye çalıştı.
Bunların tarihte ne kadar tahakkuk ettiği ayrı bir konu. Ancak köleciliğin ve birbirini ezmek için mücadele halindeki sınıfların olduğu yerlerde, İslami fetihlerle toprağa bağlı konumları dolayısıyla yerli derebeylerin şahsi malı addedilen köylü ve marabaların bu sayede özgürleştiği tarihen sabittir.
Kısaca diyeceğimiz şu ki, bizim tarihimizde Batılı anlamda sınıflar yoktur. Ekonomik olarak bugün "sınıfımsı zümre ve katmanlar"dan söz etmek mümkünse eğer, bunun yakın tarihle ilgili olduğunu, takip edilen modernleşme politikaları ve kalkınma programlarının sonucu olarak teşekkül etmeye başladığını söylemek gerekir. Modernleşme ve kalkınma programları doğaları gereği eşitsizliği ihtiva etmektedirler. Süreç içinde birtakım zümreler ve gruplar kaybederken, yeni zümreler ve gruplar kazanmaktadır. Bu olgu, bizim gibi Doğulu Müslüman toplumlar için özellikle geçerlidir. Batı toplumlarına baktığımızda dün efendinin Ortaçağ'da aristokrat veya senyör, yeni çağda da burjuvazi olarak karşımıza çıktığını görürsünüz.
Tarihimizde sınıfların olmaması, bundan sonra yeni tür bir sınıflaşmanın olmayacağı anlamına gelmez. Hiç kuşkusuz Batı'dakinin aynısı olmaz, olmasına da imkân yoktur. Nihayetinde toplumlar, tarihlerinde kazandıkları özel tecrübeler sonucunda farklı değişme ve gelişme dinamikleri ortaya çıkarırlar. Modernleşme, devletçe ve orduların baskın gücü tarafından emredilen politikalar mecmuası olmasına rağmen, hâlâ toplum tarafından yeterince içselleştirilmemişse bunun bir sebebi budur. Toplum kendi tabii mecrası içinde akmak, kendi değişme dinamiklerini harekete geçirerek değişmek ve gelişmek istemektedir. Devletler ve iktidar seçkinleri ise toplumun bu arzusunu engellemeye çalışıyorlar. Her şeyi Batı'dan kopya etmeye kalkıştığımızda ucube yapılar ortaya çıkıyor. Modernleşme politikaları ve kalkınma programları toplumumuzun dokusunu ciddi manada bozmuş bulunmaktadır. Söylemek gerekir ki, yakın tarihin iki ana modeli, yani II. Mahmut'un ve 20. yüzyıldaki devamı Mustafa Kemal'in takip edip yukarıdan empoze ettiği modernleşme ve kalkınma politikaları ile II. Abdülhamit'in ve 20. yüzyıldaki devamı Turgut Özal'ın takip ettiği politikalar arasında mahiyet farkı değil, form ve yöntem farkı vardır. Bugün de aynı yolun yolcuları olarak modernleşme ve kalkınma politikalarına devam ediyoruz. Formlar ve yöntemler değişiyor, ama temeldeki tercihler aynen kalıyor.
Bugün dilimize doladığımız ana ideolojik argüman "küreselleşme, küresel düzene ve ekonomiye uyum sağlamak, değişim, hızlı kalkınma" gibi aldatıcı kavramlardır. Bunlar öylesine efsunkâr kelimeler ki, bize eski bir hikâyeyi yeni yaldızlı laflarla dinletmeye ve
bizi ikna etmeye fazlasıyla yetmektedir. En çok da bu hikâyeyi dinlemeye yatkın siyasilerimiz, akademisyenlerimiz, büyük sermaye ideologları ve aydınlarımızdır. Eğer bu süreci gerektiği perspektiflerden ciddi bir eleştiriye tabi tutmayıp bize empoze edildiği gibi kabul edecek olursak, belki yine bizde Batı'dakine benzer sınıflar ve sınıf çatışmaları olmayacak, ama çok daha vahim, patolojik ve trajik çatışmalar baş gösterecektir.ALİ BULAÇ13.02.2010




/ Adil piyasa /

"Donkişotvari" tema ile "Kahraman bakkal süpermarkete karşı" şeklinde bir cümle kullanıyorsanız, sizin tercihiniz piyasanın düzenini manipüle eden vahşi kapitalizmden ve ulusal düzeydeki uzantısı "imtiyazlı büyük sermaye"den yana demektir. Bu elbette bir tercihtir.
Ancak bu tercih demokratik bir ülkede, üstelik orta sınıfı nüfusun yüzde 60'ı olan Türkiye'de oluyorsa, burada bir parça durup düşünmek lazım:
1) Demokratik bir ülkede tercih çoğunluğun -yani orta sınıfla beraber yüzde 20'lik yoksul sınıfın- hayatını iyileştirme esasına göre yapılmalı. Nüfusun yüzde 80'i piyasadan tasfiye olma, güç kaybetme veya ezilme tehdidi altında ise, iktisadi politikaların uluslararası tekellerden veya büyük sermayeden yana yapılması "haksız pozitif ayrımcılık" anlamına gelir. 2) Bir ülkede orta sınıfın zarar görmesi, hem toplumsal hayatın geleceği hem yoksulların daha da ezilmesi anlamına gelir.
Mesele elbette liberal ideologların vülgarize ettiği üzere "bakkal"dan ibaret değildir. Tarımda çalışanlardan küçük ve orta ölçekli sanayici ve tüccara, mahallenin nalburundan ayakkabı satıcısına kadar toplumsal kesimlerin neredeyse tümünü içine alır. Bu kesimlerin, hükümetlerin uluslararası baskılar altında veya benimsedikleri politikalar sonucu aleyhlerinde yaptıkları ayrımcılık dolayısıyla ne halde olduklarını anlayabilmek için gazetemiz Zaman'ın dünkü ekonomi haberlerine bakmak yeterli:
1) Sanayideki kârlar şöyle: Bir büyük şirket 2009 yılını 375,6 milyon lira kâr ile diğeri 271 milyon TL kâr ile kapatmış. Kârlarını 363,8 milyon, 166,9 milyon vs. açıklayanlar var. Beş bankanın net kârı ise 6 milyar 988 milyon TL.
2) Telekom devleri rakip bir firmayı 'yemek' için birleşme kararı almışlar. Vodafone, Nokia, Orange ve TeliaSonera'nın da aralarında bulunduğu 24 şirket mobil servisler hazırlayıp ortak satış yapacak.
3) İşsizlik yüzde 13,1 olarak açıklandı. 3 milyon 270 bin işsiz var. Asgari ücretle geçinmeye çalışanlar 3 milyon. Çalışabilecek durumda olan her dört gençten biri işsiz. Nüfusun yüzde 20'si, yani 15 milyon kişi yoksul.
Bu rakamlar ne anlama gelir? Eğer ekonomi iyiyse ilk iki kategoride rakamlar bizi mutlu etmeli. Hakikaten büyük şirketlerin ve bankaların kazançlarına baktığımızda tablo pembe. Demek ki dünya krizle boğuşurken bizim işimiz tıkırında.
Pekiyi, üçüncü kategorideki rakamları ne yapmalı? Besbelli birileri kazanıyor, diğerleri kaybediyor. Rakamlar, bize takip edilen iktisadi politikaların küçük bir zümrenin mi, yoksa toplumsal merkez dediğimiz orta sınıf ve yoksulların mı lehine düzenlenip uygulandığına ilişkin açık bir fikir veriyor.
Çok kazanan şirketler akıllı ve çalışkan olduklarından kazanıyor; ezilen orta sınıf ve yoksullar da akılsız ve tembel oldukları için kaybediyor değiller. Hayır, bu büyük bir yalandır. Uluslararası düzen ve hükümetlerin takip ettiği ulusal politikaları büyük
şirketlerin lehine iktisadi politikalar takip ettiği, piyasayı onların daha çok tekelleşmelerine ve diğerlerini tasfiye etmelerine yardım etme esasına göre şekillendirdikleri için kazançlarına kazanç katıyor, büyük kitleler ise adil piyasadan mahrum oldukları için sürekli kaybediyorlar.
Yapılması gereken şey, açgözlü vahşi timsahların önlerine çıkan her canlıyı rahatça yutabildikleri "liberal piyasa" değil; fikri, siyasi ve iktisadi teşebbüslerin serbestçe yapıldığı "adil piyasa"yı tesis etmektir. Adil piyasa için ekonomik süreçlerin ve mekanizmaların demokratizasyonu şarttır.
Süpermarketleri veya AVM'leri küçük ve orta ölçekli birimlere, imtiyazlı zümreleri orta sınıfa ve yoksullara karşı pozitif ayrımcılıklar yaparak besler ve desteklerseniz, bu sadece "tüketimin demokratizasyonu" olur ki, bunun sonucunda kitlesel yoksullaşma, toplumsal çalkantılar, ailenin çöküşü ve küresel vahşi kapitalizme yem olmak vardır. Devasa bir alışveriş merkezini (ve futbol stadyumunu), şehrin göbeğine diktiğiniz zaman sadece esnafı öldürmekle kalmıyorsunuz, ulaşımı ve trafiği felç edip milyarların havaya uçmasına da sebep oluyorsunuz.ALİ BULAÇ17.02.2010

/ Üretici güçler /


Toplumun moral ve maddi gelişmesinin (ahlaki kemal yönünde inkişaf) önündeki en büyük engel, devletin modernleşmeyi ve kalkınmayı üstlenecek bir "zenginler zümresi" oluşturmak üzere halktan topladığı kaynakları adaletsiz bir biçimde kendisine yakın duran çevrelere aktarmasından kaynaklanır.

Demokratikleşme her seferinde "bürokrasi-devlet zengini ve yargı-aydın" engeline takılıyor. Bu yüzden demokratikleşme olmuyor, çünkü siyaset "iktidar ilişkisini düzenleyen bir etkinlik" ise, bu etkinlik sürekli bir biçimde refahın tabana yayılmasını önleyen bir rol oynuyor.
Klasik Türk modernleşmesinin ideal zümresi, devlet zengini TÜSİAD'dır. 28 Şubat darbesi, sırtını devlete dayayarak halkın kaynaklarıyla zenginleşen büyük sermaye ile askerî-sivil bürokrasi ve onlardan beslenen aydınların, üniversite camiasının, Anadolu'nun sosyal ve iktisadi gücüne karşı önleyici bir hamlesiydi. 2002'de Anadolu tüccarı ve sanayicisi, sistem mağduru büyük şehir varoş kesimleri 1950, 1965, 1973, 1983 ve 1996 benzeri bir hamle yapıp AK Parti'yle 28 Şubat'a cevap verdi. Bugün ortaya çıkan darbe planları gerilimin hâlâ devam ettiğini gösteriyor.
Geldiğimiz noktanın pek parlak olduğu söylenemez, ama elbette eskisine kıyasla daha umut vericidir. Adına "toplumsal merkez" dediğimiz kalabalık sosyal güçler, 2002 ve 2007 seçimlerinde bürokratik merkezin tahakkümüne karşı kayda değer siyasi hamleler yaptılar. Ama bu hamleler iktisadi güç dağılımında adalet sağlanamadığı için bir ölçüde akim kaldı. Devlet mekanizmasının rol oynadığı kaynak dağılımında orta sınıflar, çalışanlar ve yoksullar hak ettikleri payı alamıyorlar. Hâlâ "en zenginlerle en yoksullar" milli gelirin yarısını, nüfusun yüzde 60'ı olan "orta sınıflar" da yaklaşık yarısını alıyor. Oysa asıl üretici güç bu sınıftır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik yetmiyormuş gibi, büyük ve orta ölçekli kentlerde mantar gibi biten büyük alışveriş merkezleri orta sınıfın küçük iktisadi-ticari birimlerini (bakkalı, küçük ve orta büyüklükteki marketi) dağıtıp yok ediyor. Artık bakkaldan tuz bile almıyoruz.
Buna paralel olarak her kim kafasına sokmuşsa, hükümet hiçbir şekilde iktidarına hayırhah bakmadığını bildiği büyük sermayeye karşı "kendi zenginler zümresi"ni var etme politikasını takip ediyor. Bunun da yolu tabii ki 1929'dan bu yana uygulanagelen devletin

halktan kaynak transferine dayanıyor. Bu sayede kişisel hayatında, aile geçmişinde ve geleneğinde üretici (tüccar, sanayici, imalatçı) olmayan birtakım kişiler, aileler ve zümreler iktidara olan yakınlıkları dolayısıyla kaynak aktarımından istifade ediyor, kısa zamanda zenginleşiyor, yaşama tarzları değişiyor. Açıkçası üretici olmadıkları için transfer yoluyla sahip oldukları kolay serveti kolayca tüketimde harcıyorlar; "haydan gelen huya gidiyor".
MÜSİAD çevreleri ise, doğrudan ticaret, sanayi ve hizmet sektörüyle ilgili olduklarından, geçmişte olduğu gibi kendi maddi ve sermaye kaynaklarını kendileri oluşturmaları, devlet bürokrasisine ve siyasi iktidara karşı bağımsızlaşmaları ve hükümetten sadece adil politikalar talep etmekle yetinip uluslararası rekabete açılarak güç kazanmaları gerekirken, kısmen onlar da TÜSİAD'a özenip "aktör değişimi"ni kabulleniyorlar.
Pazartesi günkü yazımda Türkiye sathına yayılan tüccar ve sanayici gerçek üretici güçlere işaret etmiştim. Türkiye halkı çalışkandır, üreticidir. Orta sınıfı nispeten güçlü olan tek Ortadoğu ülkesiyiz; tabii kaynaklarımız olmadığı halde büyüme hızı nüfus artış hızı önünde seyrediyoruz. Anadolu muazzam bir enerji biriktiriyor. Bu maddi ve iktisadi enerjinin sosyal sisteme yansıması ve sistemi demokratikleştirmesi gerekirken, devletin değişmeyen zihniyeti ve hükümetlerin izlemekte ısrar ettiği geleneksel politikalar, bir zenginler zümresine karşı diğer zenginler zümresi ikame etmeye devam ediyor; asıl üretici güçler ihmal edildiği için demokratikleşme, sivilleşme, özgürleşme ve zenginleşme bir türlü sağlanamıyor.ALİ BULAÇ27.01.2010

Batı'da siyasi partiler, şu veya bu sınıfı iktidara taşımak üzere kurulurlar. Biz tarihsel olarak sınıflı toplumlar değil isek bile, eşitsiz kalkınma ve devletçe empoze edilen modernizasyon politikaları sayesinde giderek katmanlar arasındaki iktisadi gelir farklılığı sınıflara dönüşüyor. Bizde de zengin zümreler, süreçlerin avantajlarını kullanarak servetlerine servet katıyorlar, yoksullar daha yoksul olurken, orta sınıf kar topu gibi
modernizasyon politikaları sayesinde giderek katmanlar arasındaki iktisadi gelir farklılığı sınıflara dönüşüyor. Bizde de zengin zümreler, süreçlerin avantajlarını kullanarak servetlerine servet katıyorlar, yoksullar daha yoksul olurken, orta sınıf kar topu gibi eriyor.

Türkiye'nin açıklanan en zengin 100 işadamının geçen yıla göre servetleri 31 milyar dolarlık ve yüzde 55 artışla, 87 milyar dolara çıkmış. Aslında sıralamayı ilk 500 zengine kadar yapmak lazım. Görülecek ki, rakam 500'de duracak. Ötesinde bu skalada zengin yok. Kısaca Türkiye'de ekonomisi iyi giden, 500 kişilik küçücük bir zenginler müfrezesidir.
Araştırma şirketlerine göre seçimlerde neticeyi belirleyen asıl faktör yüzde 90 ekonomidir. Ekonomik tabloya baktığımızda işsiz rakamı 3 milyon 47 bin. Aslında bu sayı 6 milyondur. 3 milyon çalışan da asgari ücretle geçiniyor. Adil Gür'ün araştırmasına göre, işsizlerin yüzde 26,9'u 25 ve 30 yaş arasındaki kişilerden oluşuyor. Bunu, yüzde 24,7 ile 20 ve 25 yaş arasındakiler izliyor. 30-40 yaş arasındaki işsizlerin oranı ise yüzde 24,4. (Akşam, 1 Mart)
Zenginlerin aile ve soyadlarına dikkatle bakın, servetin belli bir kabile içinde dönüp dolaştığını görürsünüz. Bu kabilenin SDK (sivil devlet kuruluşu) hükmünde örgütlendiği kuruluş TÜSİAD'dır. TÜSİAD, Ümit Boyner'in başa gelmesiyle ufak bir hareketlilik kazandı. TÜSİAD öteden beri risk almaz, devletin otoriter, antidemokratik diretmelerine açıktan ses çıkarmaz; şu veya bu tarafa kolayca çekilebilecek esnek demeçler verir.
Dünyayı ekonomik krizin sarstığı bir dönemde, büyük sermaye yüzde 55 büyürken, orta sınıf ve yoksullar ne alemde dersiniz? Süleyman Yaşar, rakamları veriyor (Taraf, 1 Mart): "Türkiye'nin en yoksul yüzde 5'inin ödediği tüketim vergisi yükü, en zengin yüzde 5'inin ödediğinin iki katı... OECD üyesi 30 ülke içinde Meksika'dan sonra gelirin en adaletsiz dağıtıldığı ikinci ülkeyiz." Toplanan vergilerin yüzde 70'e yakını tüketim üzerinden, yani halktan toplanıyor. Dahası, devlete ödedikleri vergileri bizden topluyorlar. Dünyanın en pahalı enerjisini tüketiyoruz, en pahalı suyunu içiyoruz. Kar ve yağmurdan barajlar taştı, hiç değilse 2 ay su bedava verilmedi veya ucuzlatılmadı.
Bu ülkenin yükünü orta sınıf ve yoksullar çekiyor. Bugün demokratikleşme yolunda, cuntacıların ve çetelerin tasfiyesi yönünde büyük bir mücadele veriliyor. Bu mücadeleye destek toplumun ana gövdesinden, orta sınıftan, muhafazakâr kesimlerinden geliyor. Riski onlar alıyorlar. TÜSİAD her zaman olduğu gibi aşırı ihtiyatlı, hem nalına hem mıhına bir tutum içinde. Yeni Başkan Boyner'in bir nebze dikkat çeken demecine Güler Sabancı hemen "balans ayarı" yaptı: "TÜSİAD'ın ana rotasında değişiklik olmaz. Yaklaşımlarda değişiklikler olabilir."
Küresel sermaye ve imtiyazlı zenginler; büyük alışveriş merkezleri ve bu sene sadece İstanbul'da sayıları 109'a çıkacağı söylenen AVM'ler üzerinden esnafı piyasadan siliyorlar. AVM'ler ve büyük marketler sadece mal satmıyor, bir kültür ve yaşama biçimini de empoze ediyorlar. Serbest sularda ördeklere karşı timsahların özgürlüğünü savunanlara göre, bu dev "alışveriş merkezlerini yasaklamaya kalkışmak sosyal hayata darbe indirmek anlamına gelecek. Çünkü hafta sonlarında zaman geçirecek mekân bulamayan vatandaşlar bunalıma giriyor."
Önümüzde seçim var. Ekonomi hâlâ belirleyici. Eğer seçim öncesinde piyasaya birkaç milyar dolar pompalayarak bu handikabın aşılacağı düşünülüyorsa bunun faydası olmayacaktır. Asıl yapılması gereken, temel iktisat politikalarının orta sınıfın güçlendirilmesi ve yoksulların korunması yönünde yeniden şekillendirilmesidir. Bizde ekonominin asıl sorunu "büyüme" değildir, adaletsiz bölüşümdür. Bu adalet sağlanamıyor.ali bulaç03.03.2010

















18.03.2010







Prof. Dr. Kemal H. Karpat







Osmanlıdan günümüze







orta sınıflar,







siyaset ve demokrasi












Halkın siyasileşmesi ve devlet





Divan Yolu ile Cağaloğlu caddelerinin birleştiği yerde on dokuzuncu yüzyıl sultanlarının kabristanlığı vardır. Bir süre evvel bölgeyi ziyaret ettiğimde Sultan Abdülaziz'in kabri yanında eskiden orada bulunmayan bir yazı gördüm.

Mithat Paşa'nın sultanı katil ettiğini iddia eden bu yazı Türkiye'de tarih görüşünün nasıl birçok safhadan geçerek bugünkü hale nasıl geldiğine işaret etmektedir. Elimizde olan inanılır kaynaklar Sultan Abdülaziz'in öldürülmediğini kendisinin banyoda intihar ettiğini yazmaktadırlar. Öldürülen kişi Abdülaziz'in tahttan indirilmesini hazırlayan ve 1876 Anayasası'nı Sultan Abdülhamit'e taht karşılığında kabul ettiren Mithat Paşa'dır. Arabistan'da Taif'te hapiste 1884'te öldürülen Mithat Paşa'nın demokrasi tarihimizde ve halkın devlet idaresine katılmasında can alıcı bir yeri vardır. Ama Mithat Paşa'yı ve onu destekleyen Genç Osmanlıları (Namık Kemal, Ziya Paşa, vs.) halkçı demokrat olarak görmek yanlıştır. Onlar da bir yerde Osmanlı siyasi elitin kültür ve tutumunu paylaşmakla beraber halk kavramını siyasileştirerek padişaha karşı yürüttükleri güç kavgalarını halk adına meşrulaştırmak yolunu bulmuşlardır. Böylece bürokrasi içinde başlayan siyasi güç ve etki mücadelesi bir yerde demokrasi şeklinde meyvelerini vermiştir. Olaylar kısaca şöyle olmuştur: Tanzimat bürokrasisinin güçlü isimleri olan Reşit Paşa ve onun yetiştirdiği Fuat ve Ali Paşalar 1869 ve 1871'de vefat edince reformlara karşı olan bürokratik kanat (Mahmut Nedim Paşa padişaha dayalı bir istibdad rejimini övmüş ve sonra başvekil olmuştur) devlet gücüne hâkim olmak için mücadeleye girmiştir. Sultan Abdülaziz bu çabaları desteklemekle kalmamış sahip olduğu ve eskiden pek önem verilmeyen halife sıfatını ön plana çıkarmıştır. Böylece sultan dini, yani İslam istibdadın bir çeşit temeli ve aracı haline getirilmiştir. Toplum ise akılcılık ve pazar ekonomisi nedeniyle kendi kültürüne uygun bir laikleşmeye doğru yol almış bulunmakta idi. Din ile hayatı, ilimle inancı birleştirecek olan bu laikleşme olağan iç baskılardan gelen bir değişme idi. Bu laikleşmenin bir ideoloji şeklini alması ve Fransa laikliğine benzeyen (laicite) din karşıtı gibi uygulanması ayrı bir konudur. Şurası bir gerçektir ki siyasi güç ve etkiye sahip kimseler tarihsel Osmanlı laikleşmesinin (dünyevileşmesinin) yerini ideolojik Fransız laikliğine vermişlerdir.
1876 Anayasası'na uygun olarak seçilen Mebusan Meclisi kanun yapma yetkisini halk-millet adına kendi eline almış görünüyordu. Böylece hâkimiyet millete devredilmiş görünmekte idi. O tarihte gerçekleşmeyen bu ilke cumhuriyet anayasalarında "hakimiyet bila kaydu şart milletindir" şeklinde temel bir prensip olarak ifade edilmiştir. İlk 1876 ve 1921 anayasalarında "laiklik" terimi yoktur. Fakat gerçekler göründüğünden çok farklı idi. Halkçılık yani hâkimiyet milletindir ilkesi sultanın elinde toplanan yetkileri padişahın şahsi hakkı olmaktan çıkararak halka (millete) vermeyi öngörüyordu. Birinci Mebusan Meclisi'nin zabıtları (tutanakları) mebusların kendilerini halkın temsilcisi sayarak hükümeti denetlemek hakkına sahip olduklarına inandıklarını çok açık göstermektedir. Hatta bazı mebuslar bürokrasiyi sert tenkit ettikleri gibi padişahı da yermekten çekinmemişlerdir. Mithat Paşa'nın bu yeni orta sınıfı ve onlar vasıtası ile halkı devletin amiri yapmak istediğini söylemek mümkündür. Fakat Mithat Paşa'nın halkçı demokrat ve modern görüşleri hem gelenekçileri hem muhafazakâr bürokratları hem de Rusya, Fransa ve İngiltere'yi rahatsız etmiştir. Gelenekçiler arasında her bakımdan değişmeyi, yeniliği ve Avrupa'yı kabul eden Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Cevdet Paşa bile Mithat Paşa'ya karşı çıkmışlardır, çünkü onun halkçılığının saltanatı tehlikeye soktuğuna inanıyorlardı. Evet, daha o dönemde yenileşmenin temel Osmanlı kurumlarını ve alışılmış hayat şeklini tehlikeye sokacağından ve ilim hayranlığının dinsizliğe dönüşeceğinden korkanlar çoktu. Bugün Türkiye'de görülen halkçı demokrasi ile güdümlü elitist demokrasi taraftarlarını o devrede de görmek mümkündür. Hatta bir adım daha ileri giderek kültür alanında da dönemin entelektüelleri arasında görüş farkları olduğunu söylemek mümkündür. Halkçı modernizmle elitist, halkı hiçe sayan görüşlere örnek olarak Ali Suavi ve Namık Kemal'in bazı yazılarını göstermek mümkün. Ali Suavi (ö. 1878) sağlam bir hükümetin eğitim görmüş bir halkla, kanun üstünlüğü ile devlet ve halkın kaynaşması ile, hürriyet ile mümkün olacağını savunmakta idi. Suavi, dinin, kişinin ve toplumun hayatında önemli rol oynadığına inandığı gibi Türkçenin ve modern ilimlerin önemini vurgulamış Latin Alfabesi'nin alınmasını savunmuştur. Namık Kemal parlak zekâya sahip, idealist ve ütopist olduğu kadar -onun İslam fütüvvetçileri hakkında romanları, tarih kitapları bunu gösterir- devletçi ve milliyetçi bir elitistti. Vatan piyesinin bir yerinde vatan sevgisinden söz ederken bu duygunun köylülerde de mevcut olduğuna işaret ederken elit gözü ile Türk köylüsünün portresini çizmektedir. N. Kemal'e göre o ağır yün elbise giymiş, yumuşak sözlü, tatlı yüzlü köylüler "bizim sapan öküzünden farksız olarak gördüğümüz" o köylüler vatanı kurtarmak söz konusu olunca aslana dönüşürler. Namık Kemal burada kendisinin değil mensup olduğu elitlerin görüşünü ifade etmektedir. Köylü insan olarak kendine göre bir hayatı olan, acı sevinç duyan bir varlık olarak değil, vatan için ölen veya vatanı beslemek için kırlarda bayırlarda çalışmak için yaratılmış yarı insan olarak görülmektedir. Köylüye devlet yönetimini teslim ise asla düşünülemezdi. Fakat işlerine geldiği sürece elitler bu halkçılık fikrini savunarak devlete hakim olma yollarını aramışlardır. Fakat halkı aşağı görmekten vazgeçmemişlerdir.
Namık Kemal ile Suavi aynı topluma ait olmaları hatta Londra'da gurbette (ikisi de Abdülaziz'in baskısından kaçmışlardır) beraber bulunmalarına rağmen halk ve devlet ilişkileri konusunda çok farklı fikirlere sahip oldukları için birbiriyle anlaşamamışlar hatta düşman kesilmişlerdi. Halk hakkında farklı görüşlere sahip kimseler bu şekilde birbirinden ayrılmışlardır. Bu ayrım Ziya Gökalp'ın medeniyet ve halk kültürü ikilimi kavramı sayesinde "ilmi" geçerlilik kazanmıştır. Onun entelektüelleri "güzideler" olarak görmesi ve halka "medeniyet" götürmekle vazifelendirmesi halk-elit ayrımını güçlendirmiştir. Moderniteyi bir din olarak görmesi -aslında o değişmeyi kastetmiştir- elitlerin üstünlüğünü sağlamlaştırmıştır. Türkiye bu karmaşık çelişkili durumlara son vermeye demokrasi sayesinde başlamıştır. Halka dayanan bir demokrasi ayakta kaldıkça halk-devlet, halk-elit ayrımının yerini zamanla milli, yani aynı topluma ait olmanın yarattığı kimlik, bütünleşme alacaktır. Böylece tarihin yarattığı zararlı bir ayrım son bulacaktır. Geçmişi çekinmeden incelemek ve yanlışları görmek bugünün sorunlarının çözümünü kolaylaştırır. Bir hastalığın iyileşmesi doğru teşhisle başlar.

Osmanlıdan günümüze orta sınıflar, siyaset ve demokrasi] Osmanlı son dönemi-arazi mülkiyeti ve yeni bir orta sınıfın doğuşu

İnsan toplulukları Aristo'nun üçlü modeline uygun olarak yüksek (idareci) (siyasi güç sahibi), orta (ticaret-sanatkâr) ve alt (üretici-köylü-esir vs.) üçe ayrılmıştır.

Bu modeli Müslüman siyasi düşünürleri (Farabi, Tusi, Dawani) kendi topluluklarına uygulamışlardır. Aynı modeli biraz genişleterek Osmanlı erkân-ı erbaa olarak toplumu kılıç erbabı (ordu), kalem erbabı (ulema yazarlar vs. fikir işçileri), üçüncü tüccar-sanatçılar ve nihayet dördüncüsü reaya olarak uygulamışlardır. Din farkı gözetmeksizin, (üretici, köylü yani tarım işçisi) hepsi o dönemde reaya sayılırdı. Böylece Osmanlı toplum sınıflarını dörde çıkarmış ve bir duvar yani devlet ile sınırlandırmıştır. Avrupa'da orta sınıfın siyasi bakımdan hâkim duruma geçmesi ve burjuva olarak isimlendirilmesi ekonomik değişmeler yani kapitalizm ve endüstrileşme sayesinde olmuştur. 1789 Fransız devrimi orta sınıfı devlete hâkim duruma getirdiği gibi eşit, vatandaşlık esasına dayanan halkçılık sayesinde bugünkü demokrasinin çığırını açmıştır. Fransız milli burjuva devleti böyle ortaya çıkmıştır. Aynı olay birkaç yıl daha evvel 1776 ABD orta sınıfı İngiliz hâkimiyetine son vererek kolonilerin hürriyetlerini ilan etmiş ve Amerikan milli devletini kurmuştur. ABD'nin, Fransa'da ve sonra 19'uncu yüzyılda Almanya ve İtalya'da olduğu gibi açık bir etnik kökeni yoktur. Fakat hukuk, dil ve kültür bakımından Anglo-Sakson kökenli bir etnik kültüre sahip olduğu açıktır. Ne olursa olsun Batı'da modern orta sınıfların doğumu ve güçlenmesi ekonomik faaliyet, yüksek üretim ve sermaye sahibi yani zenginlik sayesinde olmuştur. Sonra emperyalizmin emrine girmiştir.
Çok genel olarak bilinen bu tarihî bilgileri dile getirmenin ana amacı demokrasinin modern orta sınıfın siyasi rejimi olduğunu vurgulamaktır. Başka bir deyimle pazar ekonomisi ve kapitalizmin ve endüstrileşmenin on sekizinci yüzyılda meydana çıkardığı orta sınıfın hâkim olduğu bir yerde siyasi rejimin de demokrasiye dönüşmesini beklemek doğaldır. Nazizm ve faşizm, orta sınıfların hâkim olduğu Avrupa'da çıkmışsa da bunları geçici istisnalar saymak yerinde olur. Osmanlı'da orta sınıf durumunu çok genel olarak toplumun sosyal yapı değişmeleri açısından ele almak gerek. Osmanlı Devleti'nde arz ve talebe dayanan geleneksel bir ekonominin ve özel mülkiyetin hâkim olduğu bilinmektedir. Ticaret ve sanatlarda hatta fetihle alınmayan ve Müslümanların elinde bulunan topraklar ve bilhassa ikametgâh yani ev mülkiyeti özeldi. (Özel mülkiyet şeriat kurallarına tabi olmasına karşılık miri arazide devlet hâkim idi. 1858 Arazi Kanunnamesi girişinde belirtildiği gibi yalnız miri-devlet arazisini kapsıyordu.) Fakat pazar güçleri 19. yüzyılın ikinci yarısında araziyi özelleştirmeye mecbur etmiştir. Osmanlı ve Cumhuriyet ekonomilerinin pazar ekonomisine uyması aşağı yukarı iki yüzyıl sürmüştür. Devlet kendi amaçlarını gerçekleştirmek için ve topluma hâkim olmak için, ekonomiyi durmadan kontrol etmek için çabalamış fakat tam başaramamıştır. Daha evvel belirttiğimiz gibi Osmanlı, ticaret erbabının ve sanatkârların önemini kabul ederek, onları ayrı bir sınıf olarak görmüş ve varlıklarının toplum ve devlet için birinci derecede önem taşıdıklarını kabul etmiştir. Aynı tarihlerde yani 16. ve 17. yüzyılda Avrupa'nın Kalvinist adamları sıkı çalışarak, para kazanarak ve çok dindar kalarak yeni halka dayanan bir ekonominin ve demokrasinin temellerini atmışlardır. Aynı zamanda kültüre, sanata önem veriyorlardı.
devletin emrinde çalışan bir orta sınıf
Osmanlı'da ticaret ve sanat erbabı yani üretimi değerlendiren ve dağıtanların daima askerî sınıfın emrinde olmaları istenmiştir. Askerî sınıf, idareci sınıf olarak devlet idarecileri ve kalem erbabını, ulema, yazarlar vs. kapsamakta idi. Geri kalanlar reaya sayılırdı. Yani eninde sonunda ticaret erbabı ve sanatçılar da yani orta sınıfı oluşturanlar da reaya olarak görülmekte idi. Bu toplumsal felsefe yani ekonomik faaliyetin devlet emrinde olması günümüze kadar gelmiş, ancak 1950'den ve bilhassa 1983'ten sonra değişmeye başlamıştır. Bir yerde şunu da hemen belirtmek gerek; Türkiye'de orta sınıflar maddiyata önem verdikleri için koyu din temsilcileri tarafından da olumsuz görülmüşlerdir. Ancak zaruriyet nedeniyle yani yaşam için gereken maddeleri ürettikleri için kabul edilmekte idi. Bir yerde koyu dinciler ve devletçiler orta sınıflara karşı birincisi dinî-ahlaki nedenlerle, ikincisi siyasi güçle rekabeti önlemek için birleşmekte idiler. Modern orta sınıflar, yani gücünü ekonomik faaliyetten elde edenler hem devlet idarecilerine hem de dine köktenci şekilde yaklaşanlara ters düşmekte idi. Bu hem Müslümanlar hem gayrimüslimler için geçerlidir. Tekrar Osmanlı'ya dönelim; çünkü bugün Türkiye'nin karşılaştığı birçok sorunların kökeni Osmanlı'dadır.
On altıncı yüzyılda devletin savaşları finanse etmek amacıyla daha büyük gelir sağlamak için ekonomiyi kontrol etmesi geleneksel orta sınıfın serbest büyümesini engellemekle kalmamış, devletin emrinde çalışan bir grup haline getirmiştir. Değişen toplum birçok huzursuzluklara neden olunca, mesela Celali isyanları, devlet din yolu ile yani İslam'ı siyasi amaçlar uğruna kullanarak topluma hâkim olmuştur. 17'nci yüzyılda şeyhülislamlar devlet idaresinin ortağı haline gelmişlerdir. (Devlet 1980'lerde aşırı sol ve sağ akımlara karşı dinî eğitimi desteklemiştir.) Din, devlete itaati sağlamak için bir siyasi araç olmuştur. On sekizinci yüzyılda yeni gelişmekte olan bu sivil orta sınıf, devlet kontrolünden kurtulmak için çabalamış ve kısmen başarı sağlamıştır. Bu başarının nedeni, merkezî devletin Rus savaşları sonunda askerî ve siyasî gücünü kaybetmesidir. Merkezin zaafından istifade eden, tarım üreticileri olmuştur. Ayanlar dönemi olarak bilinen ve aşağı yukarı 1774-1815 yani Küçük Kaynarca'dan Sultan II. Mahmud'un ayanları yok etmesine kadar süren bu dönem, devletin resmi görüşüne uygun olarak devlete bağlı tarihçiler tarafından çok olumsuz gösterilmiştir. Ayanlar arasında şüphesiz ki köylüyü istismar eden, ona zulüm yapan ayanlar vardır. Fakat konuyu iyi olan (devlet) ve kötü olan (kişisel çıkarlarını ön plana koyan ayanlar) açısından değil de daha geniş dünya ekonomik ve sosyal koşulları açısından ele almak istersek durumun çok farklı olduğu görülecektir.
Osmanlı ekonomisi daha 18. yüzyılda dünya ekonomisine ayak uydurmak için çaba göstermiştir. Osmanlı tarım kesimi kendini devletin evvelden tayin ettiği biçimde değil, ağırlığını gittikçe artıran dünya pazar ekonomisine uymak istiyordu. Belirli bazı tarım ürünlerine gittikçe artan talep, bu ürünlerin fiyatını artırıyor ve çiftçi doğal olarak talebi yüksek olan ürünü yetiştirmek istiyordu. Buna karşılık devlet, şehirlerin yiyeceğini karşılamak için evvelden bazı ürünlerin ekilmesini emir ettiği gibi, satın aldığı ürünlerin fiyatlarını da kendisi genelde düşük olarak tespit etmekte idi. Şüphesiz ki devletin siyaseti fakir halkı beslemek, şehirlere bol gıda sağlamak gibi köklü sosyal ve ahlaki olduğu kadar yüzyıllar boyunca uygulanmış kurallara dayanmakta idi. Fakat bu gayeleri karşılamak için yönetilen ekonomi ne üretimi çoğaltıyor, ne halkı memnun ediyor ne de ahlakı güçlendiriyordu. Geleneksel kuralları muhafaza etmek için çabalayanlar sosyal demokratik olamazlar. Serbest pazar ekonomisi ile üretimi artırarak gıda fiyatlarını ucuzlatmak mümkündü. Zaten ayanlar da piyasaya uyarak üretimi artırmak ve zenginleşmek istiyorlardı. Örnek; Arnavutluk'ta Busatli ailesi kendi topraklarında piyasa talebine uyarak üretimi artırmış ve zenginleştiği gibi büyük siyasi ve sosyal güç kazanmıştır. Aynı şeyi gayrimüslimler yapmış ve zenginleşerek milli devletini kurmuşlar.
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın 1730 isyanı (Patrona Halil) ile yok edilen girişimleri serbest pazara geçişi amaçlıyordu. Patrona'nın isyanı bir halk hareketi olarak görülse de aslında yeni türeyen zenginlere karşı (yüzlerce yalı ateşe verilmişti) bir tertiptir. Devlet kendi geleneklerine uyarak kendisine rakip çıkacak ekonomik ve siyasi güç sahibi kimseleri öteden beri yaptığı gibi yaşatmak niyetinde değildi. Fakat on dokuzuncu yüzyılın başında devletin karşısında kolayca yok edebileceği ve malına el koyacağı bir paşa veya taşra zengini değil, ekonomik koşulların yarattığı sosyal bir sınıf vardı. Bu sosyal sınıf yeni doğmakta olan orta sınıftı. Onların başlarını veya en fazla göze çarpanları devlet, her zaman askerî gücü sayesinde yok edebilir ve otoritesini genişletebilirdi. Fakat devlet bu orta sınıfı doğuran köklü sosyal-ekonomik güçleri yok edemez, ancak geçici olarak güç kazanmalarını engelleyebilirdi. Nitekim öyle olmuştur. Dönemin başında II. Mahmud, onu tahta çıkaran Rumeli Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'yı baş vezir yapmakla kalmamış ayanların isteklerine uygun olarak Sened-i İttifak'ı (1808) ilan etmiştir. Sened'in ana hükümlerinden biri ayanların idare ettikleri, miri yani devlet arazisini onların özel mülkü olarak tanımaktı. Tarımda oluşan bu zorlu özelleştirme pazar ekonomisine geçişin ana koşulu idi. Ve süratle gerçekleşebilirdi. (Nitekim Doğu Avrupa'da 1991'de sözde sosyalist, devletçi rejimlerin yıkılışının hemen arkasından kolektif çiftliklerin (kolhoz) arazileri şeklen eski sahiplerine iade edilmiştir. Aslında arazileri kooperatife çeviren parti üyeleri az zaman içinde arazi sahibi olmuşlardır. Gıda depolarını ve giyecek mağazalarını idare edenler de dükkân sahibi olmuş yeni oluşan orta sınıfın bir parçası haline gelmişlerdir.) Osmanlı Devleti'nde tarım bölümünde oluşan orta sınıfın ekonomik ve siyasi bakımdan güçlenmesi özel mülkiyet hakkının devlet tarafından garantiye alınmasına ve yerel halkın da devlet idaresinde söz sahibi olmasına bağlı idi. 1839 Tanzimat Fermanı kısmen bunu yapmıştır. Fakat bu, kolay olmadı. Miri arazinin özelleşmesi Arazi Kanunnamesi'nin 1858'de ilanından sonra devletin araziyi kontrol gayretlerine rağmen yavaş yavaş genelleşti ve Sultan II. Abdülhamid döneminde miri araziyi işleyenlerle araziyi kendi mülkü olarak işleyenler arasında farklar hemen hemen yok oldu. II. Mahmud, isim yapmış ayanları amansız takip ederek yok etmesine rağmen toprak sahiplerinin yani kişilerin sayısı çok artmıştır. (Burada 1862-1900'da milyonlarca göçmene dağıtılan arazinin özel mülkiyet gibi kullanıldığını belirtmek yerinde olur.) Taşrada tarımın özelleşmesiyle oluşan büyük sosyal değişimi hızlandırıp ona siyasi bir yön veren Mithat Paşa olmuştur. Genç Osmanlıların, yani yeni oluşmaya başlayan orta sınıf entelektüellerinin Meşrutiyet (parlamento ile yönetim) fikrini kabul eden paşa, devlet kapısında yetişmesine rağmen orta sınıfın ekonomik ve siyasi önemini anladığı gibi bunun kaçınılmaz bir sosyal devrim olduğunu kabul etmişti.
I. meşrutiyet orta sınıfı siyasete dahil ediyor
Mithat Paşa, Avrupa'yı tanımış, Arapça, Farsça, Fransızca biliyordu. Vali olarak yönettiği Tuna vilayetinde 1864'te uyguladığı reformlar orta sınıfın gelişmesini sağlayacak nitelikte idi. Mithat Paşa, yerli eşrafın, milliyet ve din farkı gözetmeksizin yerli idarede söz sahibi olmalarını sağladığı gibi, bankaların kurulmasına, modern okulların açılmasına, yol yapımına ve buna benzer birçok pratik tedbirlere birinci derecede önem vermiştir. Mithat Paşa'nın ana amacı ekonomik gelişmeyi halkın ileri gelenlerinin idaresine katılması ile yani orta sınıf temsilcilerinin devletle işbirliği yapmasını sağlamaktı. Halkın idareye katılması, demokrasiye giden ana yoldu. Her ne kadar Tuna vilayeti reformları (bütçenin önemli bir kısmına mal olmuş) bir Bulgar orta sınıfının başta çorbacı olarak tanınan toprak sahiplerinin işine yaramış ve dolayısıyla da olsa Bulgar milliyetçiliğinin gelişmesini hızlandırmışsa da etkileri yaygın olmuştur. Kooperatiflerin, tasarruf sandıklarının ve Ziraat Bankası'nın kurulması Mithat Paşa'nın uyguladığı reformlar arasındadır. Bu kuruluşlar ekonomik bakımdan taşrada tarım kökenli orta sınıfın gelişmesini kolaylaştırmış, dünyeviliği, maddiyata önem veren felsefenin yayılmasına yol açmıştır. Bu sınıfa emekli yüksek memur, sipahi, ulema gibi geleneksel orta sınıf sayabileceğimiz kimseler katılmış ve böylece toplumun -Müslüman kesim başta olmak üzere- geçmişi ile bağlamıştır. Bu yeni orta sınıfların siyasi bakımdan bir dereceye kadar söz sahibi olmalarını Birinci Meşrutiyet sağlamıştır. Bu konuya geçmeden evvel Mithat Paşa'nın baş düşmanları yüksek devlet ve ulema mensubu ve koyu dinciler olmuştur; çünkü birincisi siyasi gücünü kaybetmekten, ikincisi ise dünyeviliğin dini yok edeceğinden korkmakta idiler. Hâlbuki Mithat Paşa'nın dine, İslam'a karşı derin saygısı vardı.


Birinci Meşrutiyet'ten İkinci Meşrutiyet'e kadar orta sınıflar

Mithat Paşa'nın Türkiye'de orta sınıfın gelişmesini ve siyasi güç sahibi olmasını sağlayan en köklü girişimi 1876 Anayasası ve Mebusan Meclisi'dir.
Toplumun ve devletin üst kademelerinde bulunan kimselerden oluşan ve Sultan tarafından seçilen bir Ayan Meclisi vardı. Fakat çok daha geniş yetkilere sahip olan Mebusan Meclisi üyelerinin büyük bölümü kendilerini halk-millet temsilcisi olarak görmekte idiler. Vilayet Meclisi tarafından seçilen ve çoğu taşra ileri gelenleri yani ayan ve eşraftan olan bu mebuslar, yeni gelişmekte olan orta sınıfın temsilcileri idi. Her ne kadar Mebusan Meclisi'nde gayrimüslimler yüksek sayıda bulunmuşlarsa da Meclis'te Müslüman mebuslar hâkim durumda idiler. Elimizde bulunan Mebuslar Meclisi zabıtları (tutanakları), mebusların çekinmeden hükümeti sert tenkit ettiklerini ve idareyi, ekonomiyi ve toplumu modernleştirecek tedbirler istediklerini göstermektedir. Sultan Abdülhamid'in anayasayı 1878'de askıya alması ve Meclis'in dağıtılması, modernleşme, meşrutiyet ve demokrasi isteklerini söndürmedi, tam tersine daha da güçleştirdi. Az zaman içinde "hürriyet" istekleri demokrasinin simgesi haline geldi. Diğer yandan Sultan piyasa ekonomisini güçlendirmeye devam etti. Avrupa'ya ticarette ve finansta öncülük tanıdı. II. Abdülhamid'in sert merkeziyetçiği ve siyasi istibdadına karşı gittikçe artan direniş "hürriyet" isteklerini yok edemedi. (Hükümet basının "hürriyet" kelimesinin kullanılmasını bile yasaklamıştı.) Hürriyet her yerde olduğu gibi Osmanlı'da da orta sınıfın ideolojisi haline gelmişti; fakat bu sınıfın büyük kısmı Sultan'a, dine karşı değildi. Osmanlı orta sınıfının Müslüman ve gayrimüslim olarak ikiye bölündüğünü, Avrupa'nın bu bölünmeyi desteklediğini, Osmanlı "millet" anlayışının bu bölünmeye elverişli olduğunu not etmekle yetineceğiz. Biz, Müslüman orta sınıf üzerinde duruyoruz. Osmanlı'nın son döneminde gelişmekte olan piyasa ekonomisi ve özel mülkiyetin yaygınlaşması eski geleneksel orta sınıfını ve temeli toprak mülkiyetinde olan yeni sınıfı kültür sayesinde birbirinden ayrılmaz şekilde birleştirdi ve dünyevileştirdi (laikleştirdi); yani dini, kültür kaynağına dönüştürdü ve kutsal inancı kendi başına bir kategori haline getirdi. Fakat bu sınıfın modernist siyasi bilince sahip olduğu iddia edilemez. Bu pasif durumun birçok nedenlerinden birkaçını dile getireceğim. Müslüman orta sınıfın (yabancı uyruklu kimselerin arazi sahibi olmaları 1867'ye kadar yasaktı) entelektüel kanadını geliştirmesi zaman almıştır. Fakat sayıları çok artan okullarda yetişen kuşaklar 1880'den sonra basında ve edebiyatta bu orta sınıfın seslerini duyurmaya başlamışlardı.
Ahmet Mithat Efendi'nin Sultan Abdülhamid'in yardımı ile çıkardığı Tercüman-i Hakikat Gazetesi saltanatı, hatta bir ara istibdadı (absolutism) savunmuşsa da az zaman içinde orta sınıfların sözcüsü olmuştur. Ahmet Mithat Efendi, kitapları da bu orta sınıfın kültürünü, isteklerini ve dünya görüşlerini ifade etmiştir. Bu ilk dönemlerde yeni doğmakta olan bu orta sınıf saltanata bağlı idi. Fakat bu bağlılık, meşrutiyet isteklerinin artması ile çok zayıflamıştır. Orta sınıfın 1880'lerden sonra ürettiği "intelligentsia"nın bir kısmı yalnız saltanat idaresine karşı çıkmakla kalmamış, zamanla kendi ideolojisini —milliyetçilik— üretmiştir. Milliyetçilik ideolojisinin gelişmesi Osmanlı Müslüman toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeler sayesinde dinî cemaatten siyasî millet şekline dönüşmesinin sonucu idi. Modern okulların yetiştirdiği "intelligenstia" az zaman içinde devlet gücünü ele geçirmek yollarını aramaya başlamıştır. Muasırlaşma (modernleşme) "intelligenstia"nın ana amacı olmakla beraber modernizmin içeriğini idare edenler ve idare edilenler çok farklı olarak görmekte idiler. Bir süre sonra milliyetçilik ve modernizm için ve nihayet 1930'larda laiklik devletçi intelligensianın iktidarını sağlayan devlet ideolojisi haline gelmişti.
'TÜRKLÜK' ORTA SINIFLA ORTAYA ÇIKTI
1880'lerde yerli Müslüman tarım kökenli orta sınıfın belki en büyük eksikliği ekonominin kumanda mevkiinde olan finans, bankacılık ve ticari şirketlere sahip olmaması idi. Diğer büyük eksiklik, görüşlerinin devlet seviyesinde etkili olmamasıdır. Aslında konu çok girifttir. Orta sınıf da rejimin değişmesini istiyor fakat isteklerinin geleneksel kurumlar tarafından gerçekleştirilmesini bekliyor. Orta sınıflar nerede olursa olsun, yetkili imparatorluk devlet şekliyle idare edilemezler. İngiltere'de olduğu gibi kraliyet şeklen muhafaza edilebilir fakat siyasi gücü parlamentoya yani orta sınıf temsilcilerine devir eder. Ayrıca orta sınıfların hâkim olduğu bir ülkede devlet "milli"dir. Öteden beri devlete hâkim olmuş grup kendi dil, gelenek ve kültüründen oluşan kimliğini devletinin kimliği "milliliği" yapmıştır. Osmanlı Devleti'nin "Türk"lüğü orta sınıfların ortaya çıkması ile başlamıştır ki bunların arasında saltanat taraftarı olan Ahmet Cevdet Paşa önde gelir. Bu "Türk"lüğün Osmanlı kimliğinden, kültüründen, tarihî tecrübesinden ve ortak siyasi sisteminden kaynaklandığını birçok yazıda belirttiğim için burada üzerinde durmayacağım. Yalnız Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı Devleti'nde birçok etnik gruplar yaşadığını yazmış fakat Türklerin "asli" olduğunu ileri sürmüştür. Daha evvel belirttiğimiz gibi Sultan II. Abdülhamid'in istibdad idaresi merkeziyetçiliğe yani devlete büyük güç kazandırmıştır. Bu gücü kendisinin anladığı manada kullanarak birçok "maddi" reformlar yapmış ve bunların sayesinde Müslüman Osmanlı orta sınıfın büyümesini ve hukuki güvenceye sahip olmasını sağlamıştır. Bu sınıfın yeni milli kimliği edebiyat ve okullar sayesinde "Türk" olarak şekil almıştır. Eğitimin üç kademeli olarak geliştirilmesi ve meslek yüksekokullarının kurulması yeni bir entelektüel grubun tabandan yükselmesine yol açmıştır. Halk adına fakat halkla bağlarını değişik şekilde yorumlayan bu entelektüeller, Ahmet Mithat Efendi'nin kuşağından çok farklı idi. 19. yüzyıl biterken türeyen bu grup yeni bir ideolojiye sahipti. Modernizm, milliyetçilik, halkçılık gibi yeni düşünceleri daha açık bir şekilde oluşturarak yaygınlaştırmış ve meşrutiyeti ön plana çıkarmıştır. Bu gelişmeler ve düşünceler okullarda kullanılan ders kitapları ve Türk edebiyatı ile beslenmiştir. Edebiyat, yeni toplumsal bilincinin baş kaynaklarından biri olmuştur. Tüm bunların sonucu 1908'de ilan edilen İkinci Meşrutiyet'tir. Bu devrimin sivil temelini Rumeli ve kısmen Anadolu'da oluşan ve hürriyet isteyen toplantılar oluşturmuştur.
Toplantıları yerli ayan-eşraf düzenlemiş ki bunların arasında yerli okumuşlar çoktu. İkinci Meşrutiyet'in devlet temelini ise ordu ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni kuran Abdülhamid'in okullarında yetişen halk arasından çıkan entelektüeller oluşturmuştur. Sivil ve asker birleşerek orta sınıfı iktidara getirmiş, anayasanın yürürlüğe konulmasını ve Mebusan Meclisi'nin toplanmasını sağlamıştır. 1909'da Sultan Abdülhamid'in yerini alan Sultan Reşat'ın (V. Mehmet) "milli"liğine rağmen (Osmanlı tarihini Türk tarihi olarak inceleyecek bugünkü TTK öncüsü Osmanlı Tarih Tetkik Cemiyeti'ni o kurdurmuştur) siyasi güçten mahrum eski sultanların sönük bir gölgesi olmuştur. Orta sınıfa dayalı gerçek anlamda demokratik, modern ve milli yani toplumun temel kültürü, tarihi tecrübesini yansıtacak bir idare kurmak dönemi açıkça başlamıştı. Tabandan gelen liderlerle devlet kapısında yetişen liderlerin birliği Milli Mücadele nihayetlenince sona erecektir.
Genç Türkler döneminde ilk kez olarak devlete, topluma ve rejime fikir alanında yol gösterecek ideolojiler ortaya çıkmıştır. Halen ciddi bir araştırmaya konu olmamış bu ideolojiler arasında milliyetçiliği, liberalizmi, İslamcılığı, korporatizmi hatta sosyalizmi saymak mümkündür. Bunların arasında milliyetçiliğin en fazla rağbet görmesi tesadüf değildir; çünkü milliyet yani siyasi kimlik orta sınıfların hâkim olduğu milli devlet için can alıcı önem taşır. Korporatizmi barışçı, toplumcu yönleriyle milliyetçiliği birbirine katan Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp'ın milliyetçiliği modernist demokratik olduğu kadar yeni rejimin ve devletin siyasi kimliğini tayin etmek gayesini gütmekte idi. Ümmet, millet, etnik kimlik gibi konuları da ele alan Gökalp, orta sınıfların devlet kimliğini yani milli devleti tarif eden bir ideolojinin ana hatlarını çizmek istiyordu. Acil ideolojik ihtiyaca cevap vermek ona düşmüştü. Gökalp'ın ideolojisinin eksikleri, yanlışlıkları vardır.
Tarihi bir yana koyarak yalnız sosyolojiye dayanan bir ideolojinin "milli"liği kendi başına tayin edemeyeceği aşikârdır. Ayrıca Gökalp, Osmanlı geçmişini Cumhuriyet'in ideolojik ihtiyaçlarına uygun yorumlarken büyük hatalar yapmıştır. Fakat ne olursa olsun, Gökalp imparatorluktan cumhuriyete —ve gerçek demokrasiye geçişi— Taha Parla'nın belirttiği gibi kolaylaştıracak bir yol aramış ve göstermiştir. Kanımca Gökalp, milletlerin nasıl oluştuğunu, sosyal sınıfların iktidarı nasıl elde ettiklerini dar bir çerçeve içinde düşündüğü için dört başı mamur bir milliyet teorisi ortaya koyamamıştır, acele hazırlanmış kavramlara dayanan bir ideoloji vermekle yetinmiştir. Kaldı ki 1920-1923 yıllarında imparatorluk devletinden milli devlete geçiş acil bir hal aldığı için geçişin teorik temelleri üzerinde durmaya vakit yoktu. Fakat temelde Gökalp, halkçı bir demokratik ruha sahipti. Esasen Gökalp'ın ölüm yılı olan 1924'ten sonra onun din ve kültürle ilgili görüşleri bir yana bırakılarak "milli"liği soy (ırk) esasına dayandırmak çabası artmıştır. Neticede tek parti rejimi ve pozitivist maddiyatçı bir laiklik anlayışı milli kimlik meselesini tarihî rotasından ayırmıştır. Şimdi tekrar 1908'den sonra orta sınıfların durumunu ele alalım.


İttihat ve Terakki dönemi

Osmanlı Devleti'nde yerli yani Müslüman bir orta sınıfın tarımdan ticaret alanına kayması ve millileşmesi yani ülke çapında etkili hale gelmesi İttihat ve Terakki döneminde oluşmuştur.
"Liberal" ekonomi ve "milli" ekonomi taraftarları arasındaki tartışmalar 1913'ten sonra yani İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin siyasi bir parti haline dönüşüp iktidarı tümü ile ele geçirmesinden sonra "milli" ekonomiyi savunanların başarısı ile sonuçlanmıştır. Devletin, Balkan Savaşı'nda (1912-3) yenilmesi, liberal ekonomiyi savunanları gözden düşürdüğü gibi liberalizmi destekleyen ve Avrupa'dan yakından etkilenen Balkanlar'ı, bu arada Selanik'i elden çıkarmıştır. Aynı zamanda Balkan Savaşı'nı kazananlar eskiden Osmanlı topraklarının bir parçası olan Balkan ülkelerinin özgür milli devletleri idi. Balkan Savaşı'nın kaybı "yerli," yani Müslüman milliyetçilerinin etkisini genişlettiği gibi gayrimüslim azınlıkların durumunu sarsmıştır. Balkanlar'dan göçler, gayrimüslimlerin sayısını ve gücünü daha da azaltmıştır. Hızla gelişen milliyetçi (Türkçü) olarak yayına başlayan Genç Kalemler, Türk Yurdu gibi kuruluşlar ve dergiler 1913'ten sonra gittikçe siyasi Türkçülük-milliyetçiliğe önem verdikleri gibi ekonomik milliyetçiliği de ön plana çıkarmışlardır. Yusuf Akçura açıkça bir "milli orta sınıfın" bir an evvel oluşması için gereken tedbirlerin alınmasını öne sürmüş, orta sınıfın siyasi-kültürel fonksiyonlarından söz etmiştir.
Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na Kasım 1914'te girmesi ekonomide devletçiliğin ve millileşmenin -bu iki terim birbirine bağlı, biri diğerini tamamlayan kavramlardır- hızla gelişmesini sağlamıştır. Kapitülasyonlar kaldırılmış, yabancı şirketler vergilendirilmiş, dış ticaret devlet kontrolüne girmiş ve yerli malların üretilmesi ve tüketilmesi hem finansman hem propaganda yolu ile desteklenmiştir. Hatta şirketlerin Türkçe yazışmalar yapmaları emir edildiği gibi, ticarî ve meslekî eğitim genişletilerek şirketlerde üst kumanda mevkiinde Türklerin (bu terim tüm Müslümanları kapsamaktadır) geçmesi sağlanmıştır. Bazı yabancı şirketler, demir ve denizyolları gibi yabancıların elinde bulunan işletmeler millileştirilmiştir. O zamana kadar adeta devletin bankası olarak çalışan fakat sermayesini Paris'te saklayan Osmanlı Bankası ile rekabet edecek Evkaf Bankası (1914), İtibari Milli Bankası (1917) ve taşrada örneğin Konya Milli İktisat Bankası gibi finans kurumları kurulmuştur. Bu konularda ilk çalışmaları yapan Prof. Zafer Toprak'ın kitap ve makalelerinde çok daha geniş bilgiler vardır. Prof. Carter Findley'in hazırlamakta olduğu ve bana verdiği bir ön çalışmada belirttiği gibi 1918 yılında Türk ve Müslüman tüccarlar ve üreticiler ekonomide önemli bir mevkiye geçmiş bulunuyorlardı. Örneğin 1908'de ancak 9 Osmanlı hisseli şirket bulunmasına karşılık 1918'de bu sayı 129'a yükselmişti ve Türkler ekonomik girişimciliğe karşı büyük ilgi göstermişlerdir.
HALK-SİYASİ ELİT AYRIMI
Aynı dönemde en küçük yerlerde bile binlerce üyesi olan kooperatiflerin çiftçi derneklerinin sayısı alabildiğine artırılmıştır. Birinci Dünya Savaşı, Zafer Toprak'ın söylediği gibi devlet için bir felaket olmuş fakat başında İttihat ve Terakki Partisi bulunan bir milli burjuvazinin gelişmesini sağlayacak bir durum yaratmıştır. Aynı zamanda bu gelişmeler devletin ekonomide ön plana çıkmasına yol açmış ve nihayet Cumhuriyet döneminde 1930'da kabul edilen devletçiliğin temelini oluşturmuştur. Cumhuriyet dönemi gelişmelerine kısaca temas etmeden evvel İttihat ve Terakki döneminde oluşan gelişmelerin çok önemli bir yönünü vurgulamak birinci derecede önemlidir. Başka yazılarda belirttiğimiz gibi bir milli (Türk-Müslüman) orta sınıf daha 18. yüzyılda pazar ekonomisi Osmanlı Devleti'ni etkisi altına almaya başladıktan sonra gelişmeye başlamıştır. Tarım alanında oluşan bu orta sınıf özel mülkiyet, piyasa talep ve fiyat güçleriyle oluşan ekonomik kökenli yeni bir sınıftı. Bu Müslüman orta sınıfın içinde geliştiği topluluk içinde kimlik, kültür, gelenek, sosyal kökenleri olduğu için gerçek manada "milli" bazı özelliklere sahipti. Bu sınıf hem bu "milli" özelliklere sahip olması hem de onu sömüren sermayenin yabancı ellerde olması nedeniyle Avrupalı tarihçiler ve sosyal ilimciler (ve bunlardan etkilenen yerli sosyologlar) tarafından önemsenmemiş ve böylece adeta yok sayılmışlardır. Bu sınıfın "yok" sayılmasının diğer bir nedeni ticari ve endüstriyel bir kanattan mahrum olmasıdır. Fakat bunun ötesinde bu Müslüman Türk orta sınıfın siyasi ve entelektüel alanlarda açıkça bir savunucusu olmadığı için sesini duyuramamış, siyasi etkisi dar kalmıştır. Böylece bu orta sınıfın sınıfsal bilincinin açık siyasi-milli şekil alması bir hayli gecikmiştir. Bu sınıfın dünya görüşlerini, felsefesini ve medeniyet özlemini bir dereceye kadar ifade eden İbrahim Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, vs. gibi yazar ve düşünürlerin bulunmasına rağmen tanınmamasının başka bir nedeni onların anladığı "millilik" ve "halkçılık" ile devlete hakim grupların aynı terimlere verdikleri anlamın farklı olmasıdır. Devlete, okullara ve basına kim sahip olursa onların görüşlerinin üstünlük kazanacağı aşikardır. Halk-siyasi elit ayrımı bu şekilde kökleşmiştir.
Daha evvel belirttiğimiz gibi İttihat ve Terakki'nin finans ve endüstride oluşturduğu "milli iktisat" politikası yerli Türk-Müslüman grupların üst seviyede ekonomik ve siyasi alanlara yayılmasına yol açtığı gibi onlara millilik adına meşruiyet vermiştir. Bu gelişmenin yanında basın ve hatta okullar yine 'millilik" uğruna ekonomik faaliyetlerinin, üreticiliğin mesleklerin önemini vurgulamışlar ve güçlü bir devletin sağlam ekonomik bir temele olan ihtiyacını ön plana çıkarmışlardır.


Cumhuriyet dönemi ve orta sınıflar

Cumhuriyet döneminin ilk yedi yılı yani 1930'a kadar olan zaman İttihat ve Terakki zamanında oluşan orta sınıfın (bunu 1923 İzmir Kongresi ortaya koymuştur) kendiliğinden büyüyerek ekonomik gelişme yaratacağı ümit edilmiştir fakat büyüme gerçekleşmemiştir.
Çünkü devletçilik ve CHP içindeki gelişmeler, halk kökenli orta sınıfın tabandan büyümesine yardım edecek tedbirler almasını önlemiştir. Devlet eski tarihî geleneksel felsefesini canlandırmak yolunu tutarak toplumun durum ve düşüncelerini bir yana bırakarak idare edenlerin, yani bürokrasinin üstünlüğünü ve refahını ön plana koymuştur. CHP ise toplumun sözcüsü ve iradesinin aracı olmak yerine devletin ve devlete hakim olmanın verdiği nemaları hakim bir çevrenin istifadesine sunmuştur. Diğer taraftan devlet, hukuki reformlar ile (Medeni Kanun) sosyal ve kültürel alanlarda gerçekleştirdiği değişimlerle Batı'nın orta sınıf kurum ve değerlerini topluma kabul ettirerek üstyapıda eğitim, kültür vs. gibi alanlarında Avrupai bir orta sınıfın kısmen liberal kültürünün gelişmesini kolaylaştırmıştır. Buradan doğacak çelişkileri anlatmaya lüzum yoktur. Devletçi bir rejimin topluma liberal demokratik değerler yayması onun temellerini zayıflatması kaçınılmazdı. (II. Abdülhamit bir yandan istibdat idaresini güçlendirirken diğer yandan siyaset dışında her yayına ve düşünceye serbestiyet tanıyarak kurduğu istibdadı temelinden yıkmıştır.) 1930-31'de CHP'nin 6 umdesi (oklar şeklinde) programa girdi. Ekonomik devletçilik hızla tüm toplumu etkiledi. Gerçi bu iktisadi devletçilik milli ekonominin gelişmesine yeni temeller atmışsa da orta sınıf konusunda yeni bir çıkmaz yaratmıştır. Devletçilik, devlet emrinde ve devletin çizdiği siyasi-sosyal yoldan yürüyecek bir orta sınıf yaratmak yolunu tutmuştur. Ekonomik devletçiliğin yaygınlaşmasında şüphesiz ki 1928-30 kapitalist dünyasının geçirdiği ekonomik bunalımın etkisi çok büyüktür. Kapitalizmin ve serbest pazar ekonomisinin artık iflas ettiğine kanaat getiren bir kısım bürokrat yeni modeller aramışlardır ve bu modeli Sovyetler Birliği'nde bulmuşlardır. İsmet Paşa'nın riyasetinde Sovyetler Birliği'ni 1932'de on beş gün ziyaret eden heyetin arasında parti ve devletin tanınmış isimleri vardır. Türkiye'nin siyasi-ekonomik tarihinde çok derin izler bırakan bu Moskova ziyaretinden birkaç ay sonra Türkiye'ye gelen Sovyet heyetin ilk beş yıllık ekonomik plana büyük katkıları olmuş, hatta buna Orlov (Sovyet Heyeti Başkanı) planı bile denmişti. Atatürk'ün, Amerikan ve Alman planlarının dikkate alınmasını emir etmesi, Celal Bayar'ın ekonomi bakanı olması gibi olaylar 1930'ların devletçiliğinin bilindiğinden çok farklı yönleri olduğunu göstermektedir. Şüphesiz ki birçok Türk bürokrat, Sovyetler'in "burjuva' yani orta sınıfa karşı olan tedirginliğini az da olsa paylaştığı gibi merkeziyetçiliği de çok çekici bulmakta idiler. Kısacası 1930'larda devlet işletmeleri ile işbirliği yapan, arkasını devlete vermiş yeni bir orta sınıf oluşmaya başladı.
Diğer yandan tarihi, geleneksel kökenleri olan ve İttihat ve Terakki devrinde güçlenen gerçek manada orta sınıf özel mülkiyet, kısmen girişimcilik hürriyeti ve bilhassa taşra toplumunda derin kökenleri sayesinde varlığını koruduğu gibi tarım üretiminde mevkii sayesinde gücünü biraz daha artırmıştır. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı koşulları bu serbest diyebileceğimiz orta sınıfın büyümesine yardım etmiştir.
ORTA SINIFI İKİYE AYIRAN TEMEL NEDEN NEDİR?
İttihat ve Terakki ve Milli Mücadele hatta Cumhuriyet'in ilk yıllarında birleşmiş gibi görünen orta sınıf tekrar ikiye bölünmüş bulunuyordu. Bir yanda devlete bağlı bürokrasiden destek gören ve devletin "modernite" modelini benimseyen "laik" milliyetçi ve bu "modernite"nin değerlerini paylaşan bir orta sınıf yetişmişti. Bu orta sınıfın ekonomik gücünü bankacılık devlet iktisadi teşebbüsleri gibi İttihat ve Terakki'nin "millilik" adına ele geçirdiği teşebbüslerle 1930'dan sonra kurulan fabrika ürünlerini dağıtmadaki payı oluşturmakta idi. Diğer yandan tarihî diyebileceğimiz, tarıma ve tarım ürünleri ticaretine bağlı moderniteyi ve laikliği kendi tarihî tecrübesine ve geleneksel kültürüne göre yorumlayan bir orta sınıf vardır. Onlar devlete karşı değil, fakat pazar ekonomisine uymayan ve yeni oluşan bu devletçi orta sınıftan bir hayli tedirgin oluyorlardı. Devletçi orta sınıfın daha fazla İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerde kümelenmiş olmasına karşı geleneksel orta sınıf Anadolu'nun her tarafına yayılmış bulunmakta idi. Bu sınıf ekonomide liberalizmi arzu etmesine karşılık liberal düşüncenin temeli olan ferdiyetçiliği pek kavramış sayılmaz. Devleti arkasına almış orta sınıf her şeyi eninde sonunda devlet gücüne dayanarak çözümlemeye hazır gözüküyordu. Bu iki grup orta sınıf yani bürokrat-devletçi ve taşra tarım kökenli orta sınıflar arasında mücadele 1945'te Meclis'e sunulan ve tarıma bağlı orta sınıfın "toprak reformu" adına ekonomik gücünü elinden almak isteyen Toprak Reformu Kanun Tasarısı ile patlak vermiştir. Demokrat Parti kurucuları kökenleri farklı olmasına rağmen demokrasi adına bir araya gelebilmişlerdir. Liberal devleti (Celal Bayar), tarihî geleneği (Mehmet Fuat Köprülü), yerel idareyi (Refik Koraltan) ve en önemlisi "liberal" ekonomiyi ve yerel orta sınıfı (Adnan Menderes) temsil eder gibi görünmekte idiler. Daha başlangıçta "laiklik" bu iki orta sınıfı birbirinden ayıran ana fark olarak görünmüşse de aslında onları birbirinden ayıran, kimin ekonomiye ve devlete hakim olması sorunu idi. Demokrasi arayışları bu yerel geleneksel halk kökenli orta sınıf ile bürokrasi ve devletli orta sınıfın bir mücadelesi haline dönüşmüştür. Bu arada Soğuk Savaş serbest teşebbüsü, pazar ekonomisini ve demokrasiyi destekleyen rejimleri ve dolayısıyla Türkiye'de Demokrat Parti'yi güçlendirmiş ve 1950'de halkoyu ile iktidar yapmıştır. Nihayet 1991'de Sovyet Birliği'nin Soğuk Savaş'ta mağlup olması ekonomik devletçiliği savunan rejimleri zayıflatmış, Türkiye'de geleneksel orta sınıfların durumunu bir kat daha güçlendirmiştir. Halk DP, AP ve başka isimlerle ortaya çıkan bu orta sınıf partilerini desteklemiştir. (Kasten sınıf savaşı demiyorum çünkü cemaat ruhuna sahip Türkiye gibi bir toplumda gerçek anlamda sınıf savaşı kolay oluşamaz.) Esasen Sovyetler'in temsil ettiği devletçilik daha 1984-5 Mihail Gorbaçov glasnost ve perestroikası ile sarsılmaya başlamıştı.
Rahmetli Turgut Özal'ın Anavatan Partisi'ni kurarak 1983'te iktidarı eline alması, bu çok kritik döneme tesadüf eder. Özal'ın bir yandan geleneksel bir ortamdan çıkması, dini dindarlıktan ayırarak Müslüman (hatta Nakşibendî) olduğunu açıkça söylemesi, derin anlayışlı bir ekonomist olması ve dünyanın en önemli finans kurumlarında hizmet görmesi ona çok büyük güç vermiştir. Ayrıca Özal, sağlam düşünceye sahip ve Türkiye'nin geleceğini düşünen "sağcı" ve "solcu"ların birbirinden o kadar farklı olmadıklarını görmüş, ikisi ile de işbirliği yapmıştır. Özal, bu gücü kullanarak orta sınıfı bir dereceye kadar birleştirmekle kalmamış, onun siyasi ekonomik ve kültürel hakimiyetini sağlamış ve seçim yolu ile meşrulaştırmıştır. Onun ölümünden sonra oluşan siyasi bocalamalar üzerinde uzun uzadıya durmak mümkündür. Fakat bunları tek cümleyle özetleyeceğim. Bunlar bir geçiş döneminin kaçınılmaz bunalımlarıdır ve halka kendisine en yakın olan partiyi seçmek imkânını vermiştir. 1995 seçimleri 1996'da Necmettin Erbakan'ı başbakanlığa çıkarmış, fakat onun İslamcılık maskesi altında devletçiliği diriltmek istemesi demokrasiyi ve moderniteyi çıkmaza itmiştir. Onun "Anadolu Kaplanları" yetiştirmek politikası bir bütünleşme süreci içine girmiş devletçi ve geleneksel orta sınıfları tekrar birbirinden ayırabilirdi. Ekonomi bir bütündür ve onu aşırı devletçilik kadar aşırı dincilik-gelenekselcilik çıkmaza sokar. Nihayet 2002 ve 2007 seçimlerinde orta sınıf halka dayanarak ve demokrasi yolundan yürüyerek gücünü ve siyasi bekleyişlerini açıkça ortaya koymuştur. Bu yolun dönüşü yoktur.
Bugün Türkiye, tabandan yükselen ve sayıları on-on beş milyon kadar tahmin edilen bir orta sınıfa sahip olduğu gibi bu sınıfın üst kademesi sayılabilecek büyük sermaye sahibi bir grup da yetiştirmiştir ki burada yüzlerce isim vermek mümkündür. Yaşama standartlarını daha da yükseltmek ve sosyal adaleti gerçekleştirmek yeni bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorunları çözmek için kişi hürriyetini ve refahını ana hedef alacak yeni bir devlet ve toplum anlayışına ihtiyaç aşikârdır. Zamanla demokratik bir ortamda serbest tartışma yolu ile devlet ve toplum gerçek moderniteye ulaşacaktır.
NOT: Bu yazıyı bitirdikten sonra, kısa bir süre önce yayımlanmış bir kitap elime geçti. Kitabın tam ismi Forces of Fortune: The Rise of the New Muslim Middle Class and What It Will Mean for our World. (Varlık, Zenginlik Güçleri: Yeni Müslüman Orta Sınıfın Yükselişi ve Bizim Dünyamız için Manası). Kitabın yazarı Vali Nasr, aslen İranlı, Tufts Üniversitesi'nde profesör, ünlü Dışişler Konseyi üyesi ve tanınmış gazetelerde yazısı çıkmış bir kimse. Vali Nasr'a göre Müslüman dünyasının geleceği, yükselen iş, üretim ve ticareti ön plana koyacak bir orta sınıfın büyümesine ve güçlenmesine bağlıdır. Girişimci, meslek sahipleri, yatırımcı ve tüketicilerden oluşan bu orta sınıf terörizme ve aşırı rejimlere karşı koyacak güçte olabilecektir. Yazar, bu orta sınıfı temsil eden en iyi örneğin Türkiye olduğuna işaret ettikten sonra kitabin bir bölümünde Türkiye'de orta sınıfın 1983'ten sonraki gelişmelerini özetlemektedir. 18.03.2010 Prof. Dr. Kemal H. Karpat
.









FİNANSAL



.



KRİZDEN



.



TOPLUMSAL



.



KRİZE









Kriz sonrasında birçok aile aşırı yoksulluk tehdidi altındaAşırı yoksulluk bireylerin ve ailelerin en temel ihityaçlarının dahi karşılanamadığı bir sefalet durumudur. Devletin yardım dağıtımları sırasında oluşan kuyruklar Türkiye’deki durumu çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.Aşırı yoksulluk 2000'li yıllarda yaşanan büyüme döneminde önemli ölçüde azalmış hatta bazı ölçümlere göre yüzde 1'in altına kadar inmişti. Oysa kriz sonrasında birçok hane aşırı yoksulluk durumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır.BAŞLARKENProf. Dr. Sencer Ayata ‘Finansal krizden toplumsal krize’ başlıklı bu uzun makelesinde ekonomik verilerden ziyade sosyolojik gözlem ve bulgulardan hareketle ekonomik krizin Türkiye’de yaşayanların günlük hayatlarına nasıl yansıdığını sergiliyor. Krizden en çok etkilenenler kimler? Ailelerin günlük yaşamlarında ne tür değişmeler oldu? Toplumsal bağlar ne âlemde? Giyimden, boğazdan, sağlıktan kısmanın sonuçları neler? Ayata bilimsel verilerin ışığında bu ve benzeri birçok soruya yanıt arıyor.Finans krizi ile başlayan ekonomik sarsıntı dünyanın önemli bir bölümünde sanayinin ve reel ekonominin ciddi bir durgunluk hatta gerileme sürecine girmesine yol açtı. Ekonomik çalkantılar dünyanın büyük bölümlerinde ülkeleri, devletleri, şirketleri, aileleri ve bireyleri derinden etkilemeye devam ediyor. Türkiye’de iç ve dış talep düşüşü ve sanayi üretimindeki gerileme sonucunda işsizlik ve yoksulluk büyük boyutlara ulaştı. Finans sektörünün sağlamlığı, son birkaç aydır üretimde görülen artış, ihracattaki kıpırdanma, 2010 yılında ekonominin yeniden büyümeye başladığını gösteriyor. Bununla birlikte başta TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verileri ve çeşitli araştırma kuruluşlarının değerlendirmeleri ekonominin büyüdüğünü ama işsizliğin yüzde 14.4, tarım dışı işsizliğin yüzde 16.7 ve gençler arasındaki işsizliğin yüzde 25.5 düzeyinde sürdüğünü göstermektedir. Bu yazının konusu işsizlik ve yoksulluğun günlük yaşam ve toplum üzerindeki etkileridir. Ekonominin geleceğine ilişkin iyimser tahminlerde bulunan iktisatçılar dahi işsizlik ve yoksulluğun yapısal sorun haline gelerek orta hatta uzun dönemde önemini koruyacağı konusunda hemfikirdir. Kaldı ki işsizlik istihdam sorunun yalnızca bir parçasıdır. Türkiye’de işgücüne katılım özellikle kadınların işgücüne katılımı zaten çok düşük düzeylerde gerçekleşmektedir. Kayıt dışı ve güvencesiz çalışma oranları çok yüksektir. Kriz ekonominin birçok kesiminde ücretleri aşağı doğru çekmiştir. İstihdamın önemli bir bölümü yarı-zamanlı, geçici, mevsimlik, yevmiyeli işlerden oluşmaktadır. Diğer bir deyişle yaygın bir toplum kesimi işsizlik ve işsiz kalma tehdidi kadar, yoksullaşma ve güvencesiz koşullarda çalışma tehlikeleri ile karşı karşıyadır. Kuşkusuz Türkiye’de bu sorunlarla sürekli olarak ilgilenen resmi kurumlar, özel kuruluşlar ve uzmanlar var. Fakat işsizlik ve yoksullaşma sorunları ne kadar donanımlı ve birikimli olursa olsunlar yalnızca bürokrat ve akademisyenlerin, yani uzmanların çalışmaları ile sınırlı tutulamaz. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde, Japonya’da ve Amerika’da toplumu ve gündelik yaşamı doğrudan ilgilendiren sosyal politika sorunları en az ekonomi politikaları, en az salt siyasi sorunlar kadar hatta onların da ötesinde, siyasi gündem ve tartışmaların merkezinde yer almaktadır. İşyerleri ve istihdamSon aylarda bir toparlanma süreci içine giren büyük firmalar krizden ilk etkilenenler arasında yer aldı. Küçük ve orta çaplı şirketlerin karşılaştığı darboğazlar ve güçlükler ise devam ediyor. 2009’un ikinci çeyreğinden itibaren Türkiye’nin tümü değilse de büyük bölümü krizden önemli ölçüde etkilenmeye başladı. Krizin yayılması istihdam sağlamada öncelikli konuma sahip olan tekstil, mobilya, yedek parça, inşaat otomobil vs üreten sektörleri etkiliyor. Diğer yandan marangozdan berbere, bakkaldan eletrikçiye, kasaptan şöfore, manavdan ayakkabı tamircisine esnaf ve sanatkârların çoğunluğu talep düşüşünden yakınıyor. Çoğunun işi küçülüyor ve kazancı azalıyor ya da iflas ederek veya iflas etmemek için işyerini kapatmak zorunda kalıyor. Küçük işyerleri ayakta kalabilmek için fiyat kırıyor ve ağırlaşan iç rekabet koşuları kârı ve kazancı en alt düzeylere çekiyor.İstihdam durumuna en genel hatları ile bakalım. Kriz sonrasında toplam işsiz sayısındaki artış 1 milyonun üzerinde olmuştur. Toplam işsiz sayısı küçük aylık değişimleri dikkate almazsak üç milyondan 3.5 milyona doğru ilerlemiştir. Yine biliyoruz ki yaklaşık 2 milyon kişi iş umudu kaybolduğu için iş aramamaktadır. Bu iki kesimi birlikte ele aldığımızda toplam 5.5 milyon kişinin diğer bir deyişle aktif nüfusun yaklaşık yüzde 20’sinin işsiz olduğu ya da iş bulamadığı sonucuna varabiliriz. Üçüncüsü, ülkemizde nüfusun büyük bir bölümü, yaklaşık 9 milyon kişi kayıt dışı olarak istihdam edilmektedir. Nihayet, Türkiye’de işgücüne katılım düzeyi çok düşüktür. Kadınların işgücüne katılımı bakımından Türkiye yalnızca gelişmekte olan ülkelerin değil birçok Müslüman ülkenin de gerisindedir. Bu tablo Türkiye’de işsizlik kadar işgücüne katılmama, iş istikrarsızlığı ve güvencesiz çalışmanın ne ölçüde yaygın olduğunu ortaya koymaktadır. Krizden etkilenenlerTürkiye’de yakın dönem ekonomik eğilimlere ilişkin bazı tahminler ne kadar iyimser olursa olsun, kriz çalışma dünyasında ve aile hayatında çok büyük sorunlara hatta ciddi bunalımlara yol açmış durumdadır. Örneğin BBC tarafından 29 ülkede yapılan bir anket ‘krizden ciddi olarak etkilendim’ diyenlerin en yüksek oranlara ulaştığı ülkelerin başında Kenya, Mısır, Filipinler’in arasında Türkiye’nin de yer aldığını göstermektedir. Araştırmalara göre Türkiye’de yurttaşların çok büyük bir bölümü (yüzde 75) krizin sosyal içerik kazandığını ve toplumsal maliyetlerinin görünür hale geldiğini düşünmektedir. Yetişkin nüfusun dörtte üçü Türkiye’nin giderek fakirleşeceğini tahmin etmektedir. Esfendiyar Korkmaz tarafından yapılan bir araştırmaya göre örneklem kapsamındaki kişilerin tam dörtte üçü bir tanıdığının işten çıkartıldığını söylemektedir. Ülkenin, toplumun ve ekonominin geleceğine ilişkin bakış giderek daha karamsar hale gelmektedir. Suçun yaygınlaştığı, toplumsal çözülmenin hızlandığı ve toplumsal sarsıntıların yoğunlaştığı görüşü toplumun büyük bir kesimi tarafından paylaşılmaktadır. Orta sınıfın erimesiBu yazıda işsizlik ve istihdam sorunlarının üç önemli sonucu üzerinde durulmaktadır: Aşırı yoksulların sayılarının artması, yoksullaşma ve orta sınıfın küçülmesi. Bu iki süreç makalenin sonuç bölümünde iddia edildiği gibi başta aile olmak üzere geleneksel toplumsal dayanışma mekanizmalarında aşınmaya yol açmakta ve sağlam, sıkı ve tutkun diye düşündüğümüz toplumsal bağları zayıflatmakta, gevşetmekte ve çözmektedir. Güçlü geleneksel bağların ve toplumsal denetim mekanizmalarının zayıflaması bir yanda olumlu bir gelişme olarak görülebilir. Çünkü böyle durumlarda bireyin ve ailenin her türlü çevre ve cemaat baskısı karşısındaki özerkliği artar. Diğer bir deyişle sülaleden mahalleye, etnik cemaatlerden dini cemaatlere birey ve aile üzerindeki toplumsal baskı ağırlığını ve yoğunluğunu kaybeder. Ama yanı anda toplumsal düzeni ve istikarı tehdit eden savrulmayı, dağılmayı ve çözülmeyi hızlandıran değişmeleri de beraberinde getirir. Aile bağlarının kopması, bireyin yanlızlaşması, şuçun artması, şiddet ve çtışmanın yaygınlaşması gibi. Aşırı yoksulluk tehlikesiGıda, yakıt, sağlık, eğitim ve yaşam koşullarının tümü açısından büyük bir mahrumiyete neden olduğu ve büyük insan dramlarına yol açabildiği için oranlara bakmaksızın aşırı yoksulluk üzerinde önemle durmamız gerekmektedir. Aşırı yoksulluk öncelikle gıda yoksulluğudur. Aşırı yoksullar sebze, meyve, protein içeren yiyecekler ve hatta baklagiller gibi besin maddelerini çok düşük oranlarda tüketebilmektedir. Beslenmelerini büyük ölçüde tahıl diğer bir deyişle un türevleri (ekmek, un çorbası, bulgur, makarna) ve pirinç ile sınırlı tutmak zorunda kalmaktadırlar. Öğünleri genellikle kahvaltıda çay ve ekmek, akşam yemeğinde ise un çorbası, bulgur, makarna, pirinç pilavı ve haşlanmış patates gibi yemeklerden birinden oluşmaktadır. Aşırı yoksulların giyim ihtiyaçlarının büyük bölümü kendilerine yardım olarak ulaşmaktadır ve bunların önemli bir bölümü zaten kullanılmış giysilerdir. Aşırı yoksullar eşya yoksuludur yani evlerinde toplumun temel gereksinim gördüğü eşyalardan en az ikisi üçü yoktur. Eldeki araçlar eski ve elden düşmedir ve bazıları bozuk olduğundan kullanım dışıdır. Aşırı yoksullar telefon, elektrik ve su faturalarını muntazam olarak ödemede büyük zorluklarla karşılaşan kimselerdir. Kömür yardımı almakla birlikte yakıt ihtiyaçlarını karşılamakta ve biten gaz tüpünün yerine yenisini almakta zorlanmaktadırlar. Aşırı yoksullar ev kirasını zamanında ödeyememekte hatta hiç ödememektedir. Evde kadın erkek, her yaştan aile üyeleri çoğu zaman aynı odada birlikte yaşamakta, oturmakta ve uyumaktadır. Evlerin damı akmakta apartman katlarında ise rutubet ve küf büyük rahatsızlık konusu olmaktadır. Aşırı yoksulların evlerinde genellikle bir kişi kronik hastadır veya sakatlıktan dolayı iş tutamayan kimseler bulunmaktadır. Nihayet aşırı yoksullar uzun süre işsiz kalan ve sosyal dayanışma ağları önemli ölçüde aşınmış hatta yok olmuş kimselerdir. Aşırı yoksulluk 2000’li yıllarda yaşanan büyüme döneminde önemli ölçüde azalmış hatta bazı ölçümlere göre yüzde 1’in altına kadar inmişti. Oysa kriz sonrasında birçok hane aşırı yoksulluk durumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Aşırı yoksulluk bireylerin ve ailelerin en temel ihityaçlarının dahi karşılanamadığı bir yarı açlık ve sefalet durumudur. Aşırı yoksul oranı yüzde bir düzeyinde kalsa bile bu çok endişe verici bir durumdur. Çünkü yüzde bir gibi bir oran dahi Türkiye’de bir milyona yakın kimsenin açlık ve sefalet içinde yaşıyor olması anlamına gelir. O nedenle aşırı yoksulluk sorunu kendi başına ele alınması gereken temel bir insanlık sorunudur.YARIN: Yoksullaşmaİşsizliğin en önemli sonuçlarından biri sağlık sorunlarının artmasıArtık işsizlerin çoğu en az üç aydır, hatta önemli bir bölümü altı aydan fazla bir süredir işsiz... İşsizlik ve yoksulluğun yol açtığı belkide en önemli sorun, tedavinin ve sağlık önlemlerinin ertelenmesi ve bunun sonucunda sağlık sorunlarının artmasıdırİş arama çok zor, zahmetli ve bıktırıcı bir uğraş. Bazen başvuru yapabilmek için bile saatlerce beklemek gerekiyor. Çoğu durumdaysa başvurulan kuruluş bir cevap, olumsuz da olsa yazılı veya sözlü bir geri bildirimde bile bulunmuyor.YoksullaşmaÇoğunluğu asgari ücret seviyesinin biraz üzerinde bir gelire sahip olan yaygın bir kesim kriz öncesinde iyi kötü geçiniyor, ihtiyaçlarını karşılayabiliyor, hatta daha çok giyim eşyası satın alabiliyor ve borçlanarak dayanıklı tüketim malları sahibi olabiliyordu. Krizin sonuçları arasında yer alan işsizlik ve yoksullaşma öncelikle bu kesimi etkilemektedir. İş aramaKrizin ilk önemli etkisi işsizliğin artması oldu. Küçük ve orta çaplı birçok kuruluş kapandı. Özellikle sanayi kesiminde ve başta tekstil, gıda, otomativ, inşaat, ulaşım gibi sektörlerde çalışan yüz binlerce işçi işsiz kaldı. O nedenle genellikle işsizlik oranı ve işsiz sayıları üzerinde duruyoruz. Oysa toplumsal sonuçları bakımından can alıcı bir başka eğilimi göz ardı etmememiz gerekiyor. Artık işsizlerin çoğu en az üç aydır hatta önemli bir bölümü altı aydan fazla bir süredir işsiz. İşsizlik konusunu ve işsizliğin toplumsal sonuçlarını incelerken öncelikle işsizlik ve işsizlik süresinin uzaması üzerinde durmalıyız. Çünkü aile dayanışmasından da yararlanılarak birkaç ay süren bir işsizlik ile baş etmek mümkün olabilir ama işsizliğin aylarca sürmesi birey ve aile için birçok sorunu hatta yıkım tehlikesini beraberinde getirebilir. Önce sabah akşam durmadan iş peşinde koşuyor. Anlaşılır bir refleks ve umutlu bir bekleyişin sonucu olarak önce bildikleri ve çalıştıkları sektörde iş arıyorlar. Yani ayrıldıkları işyerlerine benzer işler yapan işyerlerine başvuruyorlar. Şayet buralarda iş bulamazlarsa canları sıkılıyor ama statü ve kazanç olarak emsal gördükleri başka işleri de kollamaya başlıyorlar. Ne zaman ki eskisi ayarında iş bulmanın kolay olmadığını anlıyorlar o zaman vasıflı vasıfsız demeden her gördükleri işe başvurmaya başlıyorlar. İş arama çok zor, zahmetli ve bıktırıcı bir uğraş. Gitme gelme masraf, formalitelerle boğuşmak gerekiyor. Çoğu durumda başvurulan kuruluş bir cevap olumsuz da olsa yazılı veya sözlü bir geri bildirimde bulunmuyor. İşyerleri, işgücü arzı giderek büyüdüğü için daha seçici olmaya başlıyor ve daha yüksek eğitimli ve daha genç kimseleri işe almayı tercih ediyor. Bu tercihlerden görece daha düşük eğitimli ve daha yaşlı kimseler zarar görüyor. İşverenler güçlü kuvvetli gençleri, eğitimli olanı tercih etme olanağına sahip olduklarından özellikle de eğitimsizler ve orta yaşta oranlar iş bulmakta daha fazla zorlanıyor. Düşük vasıflı işlerde ise bunun tersi de olabiliyor. Kendisi de mali sıkıntı içinde kıvranan işveren daha az ücret karşılığı çalıştırabileceği ve gerektiğinde işine daha kolay son verebileceği kadınları bazı durumlarda çocukları tercih edebiliyor. İşsiz kimse sonunda iş bulmayı başarsa da genellikle eskisine oranla daha düşük ücrete razı oluyor. Güvencesiz çalışmaya razı oluyor. Sonuçta kayıt dışı istihdam artıyor. Ama işsizlerin önemli bir bölümü düşük ücrete ve güvencesiz çalışmaya razı olsa dahi yine de iş bulamıyor. İş arayan kadınlarToplam erkek istihdamı azalırken kadın istihdamında sınırlı bir artış görülmektedir. Yeni istihdam daha çok düşük ücretli hizmet sektöründe ortaya çıkmaktadır (temizlik, bakıcılık, pazarlama). Gerçekten de kriz daha önce çalışmayan bir kadın kesimini iş aramaya ve iş bulursa çalışmaya sevk etmeye başladı. Yoksul ailelerden gelen kadınlar ev işleri ve çocuk bakımı başta olmak üzere emek yoğun alanlarda iş arama faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Özellikle büyük şehirlerde birçok kadın aracılar koyarak hatta kapı kapı gezerek evlerde iş arıyor ve her ücrete razı olduğunu söylüyor. Aşağıdaki örnek Ankara Keçiören’den:“Komşum oğlunun okul masraflarını yapmak için hamur işleri- yufka ekmek, tarhana, erişte- yapıp sokakta satıyor. Bir diğeri elli yaşında, kocasını üç ay önce işten çıkarmışlar, önceki maaşlarını da alamamışlar zaten. Kaynanasının emekli maaşına bakıyorlardı, o da üç ayda bir maaş alıyor. Şimdi kadın evlerde iş bulunca adama harçlık, sigara parası veriyor.”GençlerGenç işsizliği her dört gençten birisini etkiliyor. Özellikle işsiz gençler karamsar ve geleceğe olumsuz bakıyorlar. Gençler aile içi ilişkilerden örneğin anne ile baba arasındaki ilişkilerde yaşanılan gerilimlerden rahatsız. Gençler geleceğe ilişkin beklentilerinin tükendiğini belirtiyor. Ev, araba, aile, okuyan çocuklar. Bazı gençler hayal kurup gelecek düşünmek yerine tükenmişliği hatta ölmeyi düşündüklerini söylüyorlar: “Komşunun çoluğu çocuğu olduğu gibi işsiz kaldı. Sabah parkta yürüyüşe gidiyosun... Bir sürü hikâye, gencecik insanlar. Bizim Çorumlu Kezban Hanım’ın oğlu güvenlik şirketinde çalışıyodu, iki ay önce çıkardılar. Geçen yolda gördüm, nasıl kilo vermiş, bir deri bir kemik kalmış, ayakta zor duruyor bitmiş, çökmüş, dokunsan yıkılacak...”Ücret azalmasıİşsizlik kadar ciddi ama daha çok göz ardı edilen bir konu ise ücretlerin azalması. Yani yokullaşma işsizlik kadar ücretlerin azalmasından kaynaklanıyor. İşyerini kapatmamak için mücadele veren işveren ücretleri düşürmek zorunda kalıyor. İşçisine eski ücretinin altında bir miktar teklif ediyor veya yeni işçiyi daha düşük ücretle işe alıyor. Bazı durumlarda eski ücretin dörtte üçü hatta üçte biri ödeniyor. Bunun da ötesinde zaten azalmış olan ücretler zamanında ödenmiyor. Oldukça sık karşılaşılan bir başka durum ücret ödemesinin ertelenmesidir. Veya ücretin sadece bir kısmının ödenmesi... Ek mesai ödemeleri kaldırılırken çalışma saatleri dokuz on saate kadar uzayabiliyor. Bir işyerinde eskiden beş kişinin yaptığı işi üç kişi daha düşük bir ücret karşılığı yerine getirmeye başlıyor. Kısacası istihdam altında bulunanlar için çalışma koşulları giderek ağırlaşıyor. İşlerin bir bölümü kısa süreli ve düşük ücretli hale geliyor. Veya hâlihazırda istihdam altında olanlar daha uzun sürelerle ama daha düşük ücretler karşılığı çalıştırılıyor. Tasarruf önlemleriEsfendiyar Korkmaz tarafından yapılan araştırma geçim sıkıntısı çeken ailelerin harcamalarını nasıl ve nelerden kıstığını ortaya koyuyor. En çok kısılan harcamalar şöyle sıralanmakta: kıyafet (yüzde 24.4); gıda (yüzde 23.1); ısınma, elektrik ve su (yüzde 9.6); yeni mobilya ve ev aletleri (yüzde 7.4); içki ve sigara (yüzde 6.9); eğlence (yüzde 6.1); ev cep telefonları ve internet masrafları (yüzde 5.2 ). Kira, sağlık harcamaları, ulaşım ve en az olmak üzere eğitim daha az kısıtlanıyor.İşsizlik ve gelir kaybı önce giyimden ve boğazdan kısmaya yol açmaktadır. Gıdada öncelikle sebze, meyve, beyaz et, süt, yumurta, baklagiller tüketimi en aza indirilmektedir. Yoksullaşan aileler giyim, yani üst baş alımının neredeyse tamamen durduğunu belirtmektedir. Aileler eskiden aynı anda aldıkları üç dört gıda maddesini artık sıraya bindirerek alabildiklerini söylemektedir. Alışveriş eskisine oranla daha küçük partiler halinde ve sonuçta daha yüksek fiyatla satın alınmaktadır. Yiyecek kısıntısını anlatmak için çoğu kimse ‘gel bak evde buzdolabı bom boş’ demektedir. Nitekim birçok aile hiç değilse elektrik faturasını düşürmek için geceleri buzdolabının fişini çekmektedir. Özellikle mutfakta tasarruf işi büyük ölçüde kadına düşüyor. Kadınlar bir yandan miktarı kısarken diğer yandan devamlı ucuz alternatifler arıyorlar. Yine kadınlar kendi aralarında, hangi satıcının hangi mal hangi fiyatla sattığını, kimin ne zaman ne indirim yaptığını yakından izleyip birbirlerini haberdar ederek alışveriş masraflarını en aza indirmek için çabalıyorlar.Yoksullaşma özellikle kirada oturanları zor durumda bıraktmaktadır. Birikimlerinden yararlanarak kirayı zamanında ödeyen işsiz ve yoksullaşan aileler artık birikimlerin tükendiğini ve ileride kirayı nasıl ödeyeceklerini bilemediklerini belirtmişlerdir. Su, elektrik, gaz faturalarını ödemek krizden olumsuz etkilendiğini söyleyen ailelerin en çok yakındıkları konudur. Aileler su, elektrik ve yakıt harcamalarında ciddi kısıntılara gittiklerini buna rağmen fatura kâbusunun bitmediğini vurgulamaktadır. Faturaları ödemeyip elektriği, suyu ve daha çok telefonu kesilenlerin sayıları artmaktadır. Çocukları okuldan alma sık rastlanılan bir durum değildir. Bununla birlikte aileler katkı payı ödemekte, kurs ücretini karşılamakta hatta çocuğun üstünü başını, yol parasını ve harçlığını vermekte ciddi olarak zorlanmaktadır. Çocuk okulda yeterince başarılı görünmüyorsa veya alternatif bir çalışma olanağı varsa çocuklar özellikle ortaokul çağında okulu terk etmektedir. Genç bir anne bu konudaki çaresizliğini şöyle ifade etmektedir: “Umudumuz evlatlarımız okur da adam olurlar diye. Mutfağı yetişeremezken ‘LGS sınavları için dershane şart’ diyor hocalar. Bin liradan başlıyor kim gönderecek? Bizim çocuklar da bizim gibi olacak...” Yakıt masraflarını karşılayamayan aileler geçen kıştan bu yana sobaya geçmektedir. Tek odayı ısıtma, ocak ateşi ile yetinip sürekli mutfakta oturma, zamanı battaniyenin altında geçirme yakıt tasarrufu sağlamak için en çok başvurulan yöntemler. Aileler yapılan yakacak yardımı yetmeyince dışarıdan yakacak toplanmakta veya meyve ağaçları gibi ucuz alternatifler aramaktadır. Diğer yandan ulaşım masraflarını azaltmak için çocuklar dâhil herkes koşullar elverdiği ölçüde okula, işe ve çarşı pazara yürüyerek gitmektedir. Bazı aileler telefonunu tamamen kapattırırken, bazıları telefon yerine mesaj kullanmaktadır. Varsa internet bağlantısı kestirme bir başka tasarruf önlemidir. Sigortası bitip Yeşil Kart alamayan kronik hastalar tedavilerini yaptırmakta ve ilaç almakta zorlanmaktadır. Özellikle katkı paylarının artması sağlık hizmetlerine erişimde giderek daha önemli bir engel haline gelmektedir. İşsizlik ve yoksulluğun yol açtığı belkide en önemli sorun tedavinin ve sağlık önlemlerinin ertelenmesi ve bunun sonucunda sağlığın bozulması ve sağlık sorunlarının artmasıdır. Kirayı ödemekte zorlanan aileler ciddi bir statü kaybına uğramanın getirdiği üzüntü ve mahrumiyet duygusunu yaşamakla birlikte daha ucuz evlere ve daha ucuz semtlere taşınmaya başlamaktadır. Kiracıların bir başka tercihi varsa anne ve babalarının yanına taşınmak. Tabii bu durumda daha kalabalık geniş aileye dönülmüş oluyor ve geniş ailelerin ilişkilerinde görülen uyuşmazlıklar hatta gerginlikler yeniden ortaya çıkıyor. Yuvalarını küçük çekirdek aile olarak kurmuş genç kuşaklar için geniş aile yaşamı alışılması pek de kolay olmayan yeni bir deneyim. YARIN: Orta sınıfİşsizlik dayanışma ve karşılıklı güven duygusunu yok ediyorKrizin etkisini çocuklar yakıcı şekilde hissediyor. Kimi çalışmak zorunda kalıyor kimiyse pazar artıklarını toplayarak ailesine yardımcı oluyor.Uzun süre işsiz kalan kimselerin aile hayatı bozulmakta ve sosyal ilişkileri sarsılmaktadır. Konu komşu, yakın akrabalar ve hatta iş arkadaşları arasındaki dayanışma ve karşılıklı güven duygusu aşınıp kaybolmaktadır...Krizle baş etmeKüçük tasarruflarından yararlanarak geçimlerini sağlayan dar gelirli aileler artık yolun sonuna geldiklerini ve birikimlerinin eridiğini söylemektedir. Örneğin birçok ailede yastık altı diye anılan nakit kaynaklar tüketilmiş, kadınlar zihnet eşyalarını satmak zorunda kalmıştır. İşsizlik sigortasından yararlananların prim ödenmediği için sigorta süreleri dolmaktadır. Kıdem tazminatından yararlananların kaynakları büyük ölçüde erimiş durumdadır. Borçlanma bir başka önemli geçinme stratejisi. Yukarıda değinilen araştırma görüşülen kimselerin yüzde 35’inin geçinebilmek için borçlandığını, yüzde 11.3’ünün geçmişteki tasarruflarını kullandığını belirtiyor. Yaygın bir kesim kredi kartını temel ihtiyaçların karşılanması için kullanılıyor. Çoğu kimse imkânları ölçüsünde anne ve babalarından veya çocuklarından yardım istiyor. Bazı durumlarda birden çok yetişkin hatta evli çocuk gözlerini baba veya annelerinin aldığı emekli maaşına dikiyor. Kimileri evdeki eşyaları satışa çıkarmayı düşündüğünü söylerken özellikle borcunu ödeyemeyen kredi kartı borçluları icra korkusu ile büyük kâbus yaşıyor. Günlük yaşama etkilerGiderek zorlaşan yaşam ve geçim mücadelesinde ailenin bireyler için en büyük destek olduğu iddiası büyük ölçüde doğru. Fakat sorun şurada ki ailenin kaynakları kuruyor ve bireylerin birbirini destekleme kapasitesi sınırlanıyor. Erkek işsiz kalınca kendisinden beklenen gıda, ulaşım, kira ve çocukların yemesi içmesi ve üstü başı dâhil en temel ihtiyaçları karşılaması çok büyük sorun haline geliyor. Erkekler evde devamlı bir şey istenmesinden, kimsenin yoktan anlamamasından ve iş bulamamanın kişisel beceriksizlik olarak görülmesinden şikâyetçi. Kadınlar eve getiren olmayınca kendilerinden istenenleri yoktan var edemediklerini söylüyorlar. İki yakayı bir araya getirememe önce eşlerin arasını açıyor. İşsiz ve gidecek yeri olmayan erkeğin evde durması, asabileşmesi, her işe karışması aile içi gerilimi ve kavgayı artırıyor. Kadınlar aile içi şiddetin arttığını iddia ediyor. Komşular evlerderden yükselen kavga seslerinin nasıl arttığını anlatıyor. Evde huzur kalmadığı tüm aile üyelerin tarafından dile getirilen bir konu. Boşanmayı düşündğünü söyleyenlerin sayısı hızla artıyor. Çocukların hiç değilse bazı temel ihtiyaçlarını, harçlıklarını çıkartmak için çalışmak zorunda kalmaları başarısızlık ve okulu terke etme eğilimini artırıyor. Çalışma okula rakip hale geldikçe çocuğun okula bağlılığı ve eğitim performansı düşüyor. Okulda başarısız olan yoksul çocuk sayısı artıyor.BireyYoğun endişe bireyin psikolojik sağlığının bozulmasına yol açan önemli bir etken. Endişenin artması ise birçok nedene bağlı. Bir önemli neden çocukların ihtiyaçlarını karşılayamamanın verdiği üzüntü ve ızdırap duygusu. Banka ve kredi kartı, esnaf ve tanıdıklara olan borçların ve özellikle fatura borçlarının ödenenememesi yarın ne olacak endişesini sürekli kamçılıyor. Evi geçindirme beklentisini yerine getiremeyen erkeğin aile içinde ve yakın çevrede değeri azalıyor. Kadınlar ise bezginlikten, yorgunluktan ve erken yaşlanmadan yakınmaktadır. Genç kızlar ve erkekler ev geçindirmenin mümkün olmadığını, içinde bulunulan koşullarda çocuk yetiştirilemeyeceğini düşünüyor ve evliliği erteliyor. Gelecek endişesi aile dokusunu sarsıyor, aile içi kıskançlıklar ve gerginlikler artıyor.Psikolojik etkilerUzmanlar krizin çeşitli psikolojik sonuçlarının önemine dikkat çekmektedir. İşsizlik veya işsiz kalma korkusu kişinin sürekli endişe içinde yaşamasına neden olmaktadır. Bu durumda olan bir kimse kendine sürekli olarak ‘işten çıkartılacak mıyım’ diye sormakta ve bundan başka bir şey düşünemez hale gelmektedir. Psikologlar yoğun endişenin, bireylerin iki farklı uçta tepki göstermesine yol açabileceğini belirtmektedir. Birinci eğilim kaçma, içine kapanma ve kendine çekilme yani giderek toplumdan, yakın çevreden hatta aileden kopma yönündedir. Özellikle uzun süre işsiz kalan kimselerin aile hayatı bozulmakta ve sosyal ilişkileri sarsılmaktadır. Örneğin konu komşu, yakın akrabalar ve hatta iş arkadaşları arasındaki dayanışma ve karşılıklı güven duygusu aşınıp kaybolmaktadır. Maddi kısıntılar kadar önemli bir önlem ev dışı yaşamdan eve çekilmedir. Örneğin erkeklerin kahveye gitmeyi veya ev dışında erkek arkadaşlarla buluşmayı azaltması hatta terketmesi gibi. Kendini eve kapatan işsiz erkeğin hem kendine verdiği hem de toplumun kendisine verdiği değer azalmaktadır. Birey tüm ilişkilerinde ciddi bir uyum bozukluğu çekmektedir. Arkadaşlıklar zayıflamaktadır. Erkek, aile içinde ve toplumsal çevrede evi geçindirmekle yükümlü tutulmakta ve kendisinden bekleneni yerine getiremeyince adeta isyan duygusu içine girmektedir. Ailesi ile ilişkisi bozulan ve toplumdan kopan bireyin intihar isteği artmaktadır. İşsizler arasında iki kat fazla depresyon üç kat fazla intihar vakaları görünmektedir. Anti-depresan ilaç satışları artmıştır.Psikologların değindiği ikinci eğilim ise dışa dönük saldırgan tutum ve davranışlardır. Yoğun endişe nedeniyle dayanma gücü azalan birey sabrını ve tahammülünü kaybetmektedir. Böyle durumlarda yanlış giden işlerin sorumlusu yani suçlanacak günah keçileri aranır. Karşıt olarak görülenlere karşı düşmanca hatta saldırganca bir tutum içine girme eğilimi güçlenir. Ve tepki aile üyelerinden ve birinci derecede yakınlardan tanınmayan kimselere yabancılara yönelik bir saldırganlığa dönüşür. Kim olursa olsun karşı tarafa yönelik bir şiddet kullanma eğilimi belirir. Sonuç olarak altını çizelim ki psikologlar türü ne olursa olsun işsizlik ve yoksullaşmadan kaynaklanan kişisel bunalımların ve bunların zarar verici sonuçlarının arttığını belirtmektedir.Toplumsal çevreye etkileriÇoğu durumda yakın toplumsal ilişki ve toplumsal bağlar deyince akla ilk olarak komşu ve komşuluk geliyor. Oysa günümüzün yaşam koşullarında komşuluk veya yakın çevremizdeki kimselerle bir arkadaşlık ilişkisini sürdürmenin de bir ekonomik maliyeti olabileceğini pek düşünmüyoruz. Ekonomik kaynakları tükenmiş bir kimse veya aile için bir çay ısmarlamak veya eve gelen komşuya bir çayla bisküvi ikram etmek gereksiz bir masraf olarak görülüyor. Diğer yandan, acaba benden bir şey mi ister, dahası acaba borç para mı ister diye komşuların biribirleri karşılaşmaktan çekindiği ve yollarını değiştirdiği birçok kimse tarafından dile getiriliyor; yolunu değiştiriyor. Uzaklaşma ve mesafe koyma bir yana komşuluk ilişkilerinde kıskançlıklar ve buna bağlı olarak uyuşmazlık ve gerilimler artıyor. Kadınların gözlerini kendilerinde olmayıp başkasında olanlara dikip daha çok haset ettikleri söyleniyor. Önceden güzellikle halledilen uyuşmazlıklar, örneğin çocuklar arasındaki basit bir çekişme, anlaşmazlıkların büyütülmesine ve aileler arasında kavgalara yol açabiliyor. Eskiden hoş görülen küçük yanlışlar artık hoş görülmüyor. Komşunun en küçük bir hatasının üzerine gidiliyor. Küslükler artıyor. Herkes patlamaya hazır bir vaziyette burnundan soluyor. Özellikle büyük kentlerde ATM hırsızlığından, dükkân soygununa, uyuşturucu ticaretinden fuhuşa, dolandırıcılıktan kapkaççılığa adi suçlarda gözle görülür artışlarla karşılaşılıyor. Büyük kentlerde uyuşturucu kullanımının büyük bir hızla artması en önde gelen endişe kaynaklarından birisi haline geliyor. Mahallede hırsızlık yaygınlaşıyor. Sokak kavgaları, saldırı, parkların ve hava karardıktan sonra çarşının yol kesip para isteyenler ve kapkaççılardan dolayı giderek daha fazla güvensiz hale gelmesi yine çoğu kimse tarafından dile getirilen önemli bir rahatsızlık konusu. Aileler özellikle çocuklarının hava karardıktan sonra sokağa çıkmasından büyük endişe duyuyor. Çocukların oyun oynadıkları ve spor yaptıkları yerler güvenli yerler olmaktan çıkıyor. Yine büyük kentlerin çevre semtlerinde oturanlar her köşede bir tinerci, kapkaççı ve dilenciye rastlamaktan korktuklarını belirtmektedir. Kayıp çocuklar, çocuk satma, organ satışı, çocuk pornosu, çocuğa yönelik şiddet gazete ve televizyon haberlerinde en sık rastlanan konuları haline geliyor. Emniyet kayıtları kayıp çocuk sayısının 2009 yılında bir önceki yıla göre iki katına çıktığını göstermektedir. Organize suçlar çoğalmaktadır. Antalya Emniyet Müdürlüğü altı ilde yaptığı baskın sonucu dokuz kişilik organ çetesini yakalamış ve çetenin organları 20-30 bin lira karşılığı borçlarını kapatmak isteyen köylülerden alındığı saptanmıştır. En çarpıcısı ise çoğu kimsenin gözle görülür biçimde arttığını düşündüğü fuhuştur. Örneğin gazetelerde alışılagelmiş olanların dışında eşini pazarlayan kocalara ilişkin haberler sık sık yer almaktadır. Orta sınıfOrta sınıf toplumu olmayı başarmış ülkelerde refah düzeyi, insan sermayesi ve yaşam kalitesi görece yüksektir. Orta sınıf yalnız mobilya, araba, cep telefonu almakla kalmaz. Daha fazla eğitim ve daha iyi sağlık hizmetleri, kamusal altyapı hizmetleri talep eder. Seyahat etmek ister. Orta sınıf mensupları yeni ve başka fikirlere daha açıktır. Teknolojik gelişmeye daha fazla önem verirler. En önemli değeri insan sermayesi olarak gördüklerinden yaşamı eğitim merkezli düşünürler. Sürekli olarak çocuklarını en iyi şekilde okutma uğraşı içindedirler. Gelecek kuşağa daha fazla yatırım yaparlar. Küresel ısınmanın ve çevre tahribatının olumsuz sonuçlarının daha fazla farkındadırlar. Hukuk devleti ve kurallar konusunda daha dikkatlidirler. Kendi ülkelerini ve kendi ülkeleri dışındaki dünyayı daha yakından tanırlar. Orta sınıf tanımıBu özelliklere sahip orta sınıfta kimler yer alıyor? Bir bakıma şöyle diyebiliriz; en alttaki yüzde 20 ile en üstteki yüzde 20’lik gelir diliminin arasında kalan her biri yüzde 20’lik üç gelir diliminde yer alanlar. İki, üç ve dördüncü basamaklar. Dünya Bankası bu grubu yıllık kişi başına 4 bin-17 bin dolar geliri olanlar şeklinde geniş marj içinde tanımlıyor. Yine Dünya Bankası yıllık geliri 4 bin 268 dolar (6 bin 575 lira) olan bir kesim üzerinde duruyor. Türkiye’de bu hesapları ayda kişi başına net 500 lira ve dört kişilik bir aile düşünüldüğünde ise ayda en az 2 bin liranın üzerinde geliri olanlar diye düşünebiliriz. Bu hesaplamalar orta sınıfı yoksullardan ayıran bir tüketim ve harcama özelliğini açığa çıkarması bakımından önemli. Orta sınıf, yiyecek ve konut gibi temel masrafları karşıladıktan sonra gelirinin en az üçte birini farklı biçimlerde harcama kapasitesine sahip kişi veya ailelerden oluşuyor. Örneğin dört kişilik bir orta sınıf aile aylık 3 bin lira olan gelirinin 2 bin lirasını konut, giyecek ve temel ihtiyaçlar için harcadıkatan sonra kalan kısmını giyimden ev eşyasına, dışarıda yemek yemekten çocukların eğitim masrafına ayırabiliyor. Kriz öncesinde yapılan değerlendirmeler, hızlı büyüyen ekonomilerde nüfusun yarıya yakınının bu kapsamda orta sınıf konumuna gelmiş bulunduğunu gösteriyordu. YARIN: Kriz ve orta sınıfOrta sınıf yoksulluğa yuvarlanma tehlikesiyle karşı karşıyaİflas edenler ve işyerini kapatanlar sayıca çok ama esnaf ve sanatkârların karşılaştıkları esas önemli sorun piyasada işin azalmasıdır.Orta sınıf borçlandı, kredi kartı borçlanmasından zarar görüyorlar ve önemli bir bölümünün tasarrufu eridi. Orta sınıfa son dönemde katılan kesim tekrar yoksulluğa yuvarlanma tehlikesi ile karşı karşıyaOrta sınıf özellikleriYoksul bir kimsenin günlük yaşamına geçinme, iki yakayı bir araya getirme uğraşı damgasını vurur. Yoksulun yaşamına hâkim olan boğaz tokluğu mücadelesidir. Ama temel ihtiyaçlarını karşılayıp başka alanlarda harcama yapabilen orta sınıf yaşadığı günün biraz olsun ötesine uzanarak geleceği düşünebilir, gelecek planları yapabilir. İşte bu nedenle orta sınıfların değer ve tutumları ekonomileri ve toplumları değiştirme ve daha mutlu, daha iyimser ve geleceğe dönük toplum yaratmada temel bir rol oynar. Kriz ve orta sınıfAma kriz orta sınıflaşma yönündeki bu tarihi gelişimi yavaşlatabilir hatta geçici olarak da olsa durdurabilir. Türkiye’yi göz önünde bulunduracak olursak kriz ortamında birçok kimsenin işsiz kaldığını ya da işsiz kalmasa bile öenmli oranda gelir kaybına uğradığını görebiliriz. Aynı zamanda orta sınıf aileler borçlandı, kredi kartı borçlanmasından zarar görüyorlar ve yine önemli bir bölümünün tasarrrufları eridi. Orta sınıfa son dönemde katılan ve yoksulluk seviyesini ancak aşmayı başarmış kesim günümüzde tekrar yoksulluğa yuvarlanma tehlikesi ile karşı karşıya. Beklentileri hayal kırıklığına dönüşüyor. Şayet durgunluk bir iki yıl hatta daha fazla sürerse bu kesimin beklentileri ve davranışları önemli ölçüde değişebilir. Bazı örneklerKriz öncesinde refah ve konfor standartlarını yoksulluk düzeyinin üzerine çıkarmayı başarmış birçok kimse ekonomik büyüme döneminde elde ettikleri konumlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır:“Kızlarına gözlük parası bulamamışlar. Göremiyor yavrucak, ama para yok ki gözlük alsın... 14 yaşındaki çocuğa dededen kalma çerçeveye cam taktırıp, gözlük yapmışlar. Kız çocuğu... Okula gitmek istemiyomuş, ‘herkes dalga geçiyor benimle’ diye... Evlerini görsen, hâlâ lüks içinde, temiz, düzenli. Ama bellerini kırdı kriz zavallıların... Satıp savmaktan başka çareleri kalmadı.”Ailede bazı kimselerin işsiz kalması sonucu toplam gelirin düşmesi gelir ve statü kaybının en önemli nedeni olmaktadır: “İstenen katkı payı parasını üç kişiden ikisi ödeyemiyor. Ben sınıf annesiyim hergün kaç tane veli ağlayıp eşinin işsiz olduğunu, daha önceki maaşlarını bile alamadıklarını anlatıyor. Öğretmen de anlıyor, o da sıkıntıda. Üç çocuğu var, ikisi üniversite mezunu, işinde gücündeydiler. Bahar sonu işten çıkarmışlar birini, karısını da çıkarmışlar. Yeni evli çift bunalıma girmişler, boşanma noktasına gelmişler. Onların yanına taşınmışlar.”“Yan komşunun kızları, okumuş kızlar, ikisi de çalışıyodu... İkisini de çıkardılar... Ne sigorta, ne bişey... Kalan maaşları bile alamamışlar.. Annesi her gün beddua ediyor onları ortada bırakana ‘Allah yedirmesin’ diye... ”Orta sınıfın bir başka önemli olan kesimi esnaf ve sanatkârlar arasında işyeri kapatma oldukça yaygındır. İflası önlemek için işine son verip başka geçim yolları arayanlar çoğu durumda umduklarını bulamamaktadır: “Amcamın taksisi vardı. Sattılar geçen sene 200 milyara. Bankaya yatırdılar. Faiziyle geçiniriz dediler. Geçen sene bu zamanlar alıyorlardı 3 milyar faiz, şimdi 1 milyara düştü. Gezerlerdi alışveriş merkezleri, rahat rahat alışveriş yaparlardı.. Kızları Mango’dan, Zara’dan, bakmazlardı LCW’nin yüzüne. Üzerlerinde yeni bir şey göremezsin artık.”İflas edenler ve işyerini kapatanlar sayıca çok ama esnaf ve sanatkârların, küçük ve orta işletmelerin karşılaştıkları esas önemli sorun piyasada işin azalması, ciro ve kazancın düşmesidir: “Ayakkabı mağazası var. Çok güzel kazancı oluyordu. Allah muhtaç etmesin, bugünümüze de bin şükür. Ama dükkândan gün oluyor 15, bilemedin 20 milyon ile dönüyor. N’apacan? Borç içindeyiz. Elektriği, suyu, işçisi... Yetişmiyor... Yok; kimse alışveriş yapmıyor. 30 milyona ayakkabı bulabilir misin alışveriş merkezinde? O kadara satıyor bizimki, ama yine iş yok yine yok. Bizim oğlan Kırkkale’de okuyor, parasını nasıl yetiştireceğiz? Gel de bir sor... Yeni palto alayım dedi, okulları soğuk... Alamadık, evdeki iplerle iki tane kalın hırka ördüm.”Orta sınıf için statü çok önemlidir ve orta sınıf kimliğinin belirleyicisi giyim kuşam, ev arabadan çok yaşanılan semt ve toplumsal muhittir. Çevre statütü sembolü olduğu kadar, beraber olunan kimseler ve daha önemlisi çocuğun kimlerle birlikte büyüdüğü ve hangi okula gittiği ile ilgili bir konudur: “Binada bir aile kirayı ödeyemedi gittiler kenar mahallelere... Gecekonduya çıkanlar var, kirasını ödeyemeyip. İşinden olan adam, ekmek götüremiyor, çocuğun dişini çektirmeye para yok... Ne yapsın? Daha ucuz kiraya çıkıyor. İyi komşu, iyi mahalle diye düşünmüyor artık.”“Ahh, ahh! Kriz nasıl vurdu bilemezsin, kolumuzu kanadımızı kırdı. Gerçi herkes biliyor ama kimseden ses çıkmıyor. Burası iyi insanların yeri, insanlar evlerini kimseye açmazlar, kim ne yer ne içer nasıl sıkıntı çeker bilmezsin. En yakın komşun saklar, bilinsin istemez. Utanır sıkılırlar, hep iyi göstermek isterler kendilerini... Bazen anlatırken utanıyorum ben de; acaba ayıplıyorlar mı bu kadar anlatıyorum diye... Aman Allah’ın bildiğini kuldan mı salkıyacaksın?”Orta sınıf tüketim ve yaşam standardı hatta yiyecek, giyecek ve ulaşım gibi temel ihtiyaçları karşılama bakımından ciddi bir yoksullaşma süreci içine girmiş tıpkı yoksullar gibi boğaz tokluğu mücadelesi vermeye başlamıştır:“Gücümüz çok azaldı, ben mutfağı yetiştirirken bir değil bin kez düşünüyorum. Gelinler de öyle... Hani bir de onlar genç kılığa kıyafete özeniyolar, geziyorlar her haftasonu. Ankamall, FTZ, oralara gidiyorlar. Çıkıyorlar parka, özeniyor öbür kızların kılığına özeniyor. Yazık benim oğlanlar da yetiştiremiyolar eskisi gibi. Geçen senelerde alıyorlardı bilmem kaç taksitle pardesü, etek ceket... Yok artık; kredi kartı olduğu gibi mutfak alışverişine gidiyor. Herkes borç içinde, valla korkuyorum geçen yan binadaki yeni evlilere haciz gelmiş. Duvardaki plazma TV’yi götürmüşler.” Toplumsal olarak yükselmiş, zaman içerisinde durumunu iyileştirerek orta sınıf yaşam standardına erişmiş birçok aile aşağı doğru yuvarlanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Geçmişte elde edilen birikim, refah ve statü ile yaşanmakta olan yoksullaşma ve statü kaybı çelişik konumlar yaratmaktadır:“Dün yan komşuya geçtim öğle saatinde. Çay içiyolarmış bana da verdiler bir bardak. Bayat, içilecek gibi değil. Uğraştım içeyim diye ama mümkün değil gitmedi boğazımdan. Sonra kızları kusura bakmayın dedi. Dün akşamdan kalan çayı tekrar ısıtmışlar! Bir kuru çay, sen düşün artık. Evlerini bir görsen nasıl lüks, nasıl bakımlı... Cimriliklerinden değil yavrum, inan cimrilikten değil... Bildiğim insanlar... Yokluktan! Adam emekli.. İki kızı var okuyor, başka gelir yok. Liseye giden kızının bir ay oldu, kıyafetini alamadılar. Yokluk işte böyle içini eziyor, canını yakıyor insanların...”Orta sınıf: Toplum için önemiOrta sınıf ekonomik büyüme döneminde yaşamı ve geleceği bir ölçüde de olsa başarılı olma ve ilerleme olarak görmeye başlamıştı. Büyümenin getirdiği iyimserlik sınırlı da olsa yaygın bir toplum kesimi tarafından paylaşılmaya başlanmıştı. Büyümenin durması veya yavaşlaması bu ruh halini hızla karamsarlığa dönüştürebilir. Altı özellikle çizilmesi gereken nokta, krizden en çok etkilenlerin sayıca büyük bir kesimi oluşturan yoksulluk sınırına yakın orta sınıf aileler olmasıdır. Ekonomik büyüme sonucu çok sayıda kişi ve aile bir ölçüde de olsa yoksulluk sınırını aşmayı başarmıştı. Şimdi tekrar yoksulluk çemberinin içine düşme tehlikesi ile karşı karşıya olan yoksulluk sınırına yakın olan bu kesimdir.Orta sınıfın zayıflaması tehlikesi toplumdaki sadece bir sosyal grubun değil tüm toplumun geleceği ile ilgilidir. Çünkü orta sınıfın yoksulluk seviyesine yuvarlanması boğaz tokluğu için didinen ve yaşamını sürdürebilmek eşe dosta, konu komşuya, manava kasaba, tarikata cemaate bağımlı hale gelen bir toplum haline gelme demektir. Sürekli olarak yoksulluk ve bağımlılıktan kaynaklanan toplumsal ve siyasi sorunlar yumağı ile boğuşan bir toplum haline gelme demektir. İnternet masraflarını karşılayamama, çocukların eğitiminden kısma, kitap gazete masraflarının azaltılması, sinemaya son verme, seyahat planlarından vazgeçme. İşte geleceğin toplumu olmanın önündeki önemsiz gibi görünen ama esas engellerden bazıları... Türkiye bir yoksul ve bağımlı insanlar toplumu olmaktan hızla çıkabilecek mi? Gelecek için plan ve yatırım yapan dünyaya açık bir orta sınıf toplumu olabilecek mi? Kriz ve krizin sonuçlarını düşünürken öncelikle bu sorulardan başlamamız gerekir? Önceki ekonomik krizle karşılaştırmaYoksullar arasında yaygın olarak paylaşılan bir görüş bir önceki krizin özellikle tasarruf sahiplerini etkilediği yönünde. Son krizi diğerinden farklı kılan özellik, işyerlerinin kapanması, üretimin daralması, işsizliğin süresinin uzaması, ücretlerin ve kazancın düşmesi ve sosyal güvenlik sistemlerinin aşınması. Çoğu kimse orta sınıfın ve yoksulların bir önceki krizde bu ölçüde bir ücret ve düşüşü yaşamamış olduğu görüşündedir. Aynı şekilde işsizliğin bu kadar uzun sürmediği ve sigortasızlaşmanın bu ölçüde yaygınlaşmadığı düşünülmektedir. Bu kriz insanları ‘beş kuruşsuz’ bıraktı düşüncesi oldukça yaygındır. Özet olarak belirtmek gerekirse çoğunluk geçmiş krizde bu kadar çok kimsenin, bu kadar çok ve bu kadar uzun süre eziyet çekmediği görüşünü paylaşmaktadır. Son kriz: Yeni bağlamEkonomik krizin sonuçları bir önceki krize göre birçok yönden farklı bir ortamda yaşanmaktadır. Bu farklılıkları birkaç ana başlık altında özetleyebiliriz. Kamudan özele2001 krizi sonrasında yoğunlaşan özelleştirme sürecinin de bir sonucu olarak Türkiye’de kamu iktisadi teşebbüslerinde çalışanların sayısı azalmıştır. İkincisi, eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerinin sunumunda özel sektör eskisine göre çok daha ağırlıklı bir konuma gelmiştir. Kısacası Türkiye önemli ölçüde kamuya bağımlı bir toplumdan piyasa koşullarına bağımlılığı artmış bir topluma dönüşmüştür. Devletten işçi çıkarma kolay değildir, kamu kuruluşları ücret ödemelerinde uzun süreli gecikmeler yapamazlar, siyasi kanalların da devreye girmesiyle kamuya olan borçların ertelenmesi sıkça karşılaşılan bir uygulama olmuştur. Bu noktada dile getrimek istediğimiz özelleştirmenin ekonomik etkinlik bakımından sonuçları değil. Sorun şu: Geli-ri azalan veya işsiz kalan ve önemli ölçüde güvenceden yoksun dar gelirli ve orta sınıf aileler için piyasaya eskisine oranla daha fazla bağımlı olma bazı ek zorlukları da beraberinde getirmektedir. YARIN: Toplumsal sonuçlarİşsizlik ve yoksulluk geleneksel bağların kopmasına ve ailede geçimsizliğe neden oluyorSon yıllarda özel kesimin tarım sektörüne verdiği krediler, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri’nin verdiği kredilerle boy ölçüşecek düzeye ulaşmıştır. Kredi kartı borcunun yanı sıra konut kredisi borcu ve tarımda koyun, traktör ve girdiler için çiftçi borçları çok sayıda ailenin başlıca sorunu haline gelmiştir. Türkiye çok daha yaygın anlamda formal kredi mekanizmalarına bağımlı bir toplum haline gelmiştir.Yoksulluk arttıkça aile fertleri geleneğin yüklediği rolleri yerine getirmekte daha fazla zorlanıyor. Sokakta çocuk bırakma, yaşlıyı terk, boşanmaların artması ve kadına karşı şiddet kullanılması olasılıkları artırıyor * Birçok karı koca işsizlik ve parasızlık sonucu geçimsizliğin başladığını ve ailenin kopma noktasına geldiğini belirtmektedir. Karşılanmayan beklentiler, ödenmeyen borçlar, hayal kırıklıkları eski yakınlıkları bitiriyorE-devlet ve sağlık sistemiBenzer bir durum sağlık sistemine ilişkindir. Sağlık sisteminde bilgisayar ortamına geçilmesi yönetimin rasyonelleşmesi bakımından önemli bir adım teşkil etmiştir. Ne var ki bu olumlu gelişme kriz ortamında birçok aileyi zor durumda bırakan sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü sigortalı ve sigortasız dar gelirli aileler için önceden kullanılan stratejileri devreye sokarak sağlık sisteminden yararlanma olanağı pek kalmamıştır. Örneğin Bağ-Kur primini ödeyemeyen bir kimsenin hizmeti artık hemen kesiliyor. SSK primini ödemeyenler sistemden en çok iki ay yararlanabiliyorlar. Çünkü eskisinden farklı olarak prim ödemeyince sistem hemen görüyor. İşsizliğin ve kapanan işyeri sayısının hızla arttığı ve daha önemlisi çok sayıda çalışanın kayıt dışı istihdama geçmek durumunda kaldığı bir ortamda sağlık sisteminden yararlanmakta zorlanan kimselerin sayısı artmaktadır. Diğer yandan yine eski uygulamada tek bir sigortalı geniş ailenin hatta başka yakınlarının kendi karnesi üzerinden tedavisini sağlayabiliyordu. Yasal sınırları zorlayan ve sistem için çok büyük bir mali külfet getiren eski uygulama ekonomiye yükü ve sistem düzeyinde yarattığı adaletsizlik ne kadar önemli olursa olsun birçok yoksul kimse için dolaylı da olsa sağlık sisteminden yararlanma fırsatını sunuyordu. Kaldı ki yeni uygulamada bu kolaylığı yapacak doktor bulmak da zorlaştı çünkü kendi maaşı performansa bağlanan doktor artık sisteme girmeyen hasta istememekte. Bir başka önemli gelişme birinci basamak sağlık hizmetlerinin ödeme az da olsa paralı hale gelmesi ve daha önemlisi diş ve cerrahi müdahaleler dahil olmak üzere tüm tedavilerde katkı payının artırılması. Bu değişikliklerin getirdiği en önemli sonuç masrafları karşılamakta zorlananların sağlık hizmetleri talebini ertelemesidir. Tedavinin ertelenmesi sağlığın daha çok bozulmasına ve özellikle kronik hastalara ilişkin risklerin artmasına yol açmaktadır. Banka kartıGünlük yaşamın ve temel ihtiyaçların temininde en önemli araç olan perakende alışverişte ödemeler giderek artan ölçüde kredi kartı ile yapılmaya başlandı. Bir genç kadın kredi kartı bağımlılığını şöyle anlatıyor:“Her şey borç zaten; içinde yüzüyoruz. Önceden bakkala yazdırırdın, kasap’a öylesine... Artık o da kalmadı, marketlerde kim kime dum duma... Bakıyorum 60 yaşında kadın, kocası memur emeklisi kadın çıkartıp kredi kartı uzatıyor aldığı 3 ekmek, 1 margarin... Komik geliyor. Mutfak da borça girersen, gerisi çok kötü...”.Nüfüsun yüzde 35’i finans kredisi sıkıntısı konut veya diğer borçlanmalardan olumsuz etkilendiğini söylüyor. 2008 sonu itibarıyla bir buçuk milyon kredi kartı mağduru var, bunların bir bölümü için ihbar çekilyor hatta bazıları icraya veriliyor. Borcunu hiç ödemeyenler ise yüzde 10 dolayında. Kredi kartı borcu ile ilgili şu tür haberler hemen her gün gazetelerde yer alıyor: “..... ortağı olduğu ......’da temizlik görevlisi olarak çalışan A. G. (31) kredi kartı borcu yüzünden intihar etti. İntihar notunda ‘5 bin TL kredi kartı borcum var, ödeyemiyorum, çocuklarım ortada kalacak, emanet edecek kimsem yok’ diye yazdı.”Büyük mağazalar ve AVM’lerTürkiye’nin son 10 yılda yaşadığı en radikal değişikliklerden birisi perakende ticarette küçük dükkân sahipliğinden büyük çaplı perakende zincirlerine ve kent içi ve sokak arası çarşılardan mağazaların toplandığı AVM (alışveriş merkezi) ve ‘outlet’lere geçmek oldu. Küçük yerleşim birimlerinde ve semt ortamında çarşı yüz yüze ve kişisel ilişkilere dayalı, süreklilik arzeden ve karşılıklı güvenin önemli rol oynadığı sosyal içerikli bir alışveriş ortamıdır. Büyük mağaza ise ilişkilerin gayri şahsi olduğu, ödemenin inisiyatif sahibi olmayan bir kasiyere yapıldığı, ancak formal kredi araçlarının kullanılabildiği bir alışveriş ilişkisi üzerine kuruludur. Son dönemde milyonlarca aile kentlerin çeperinde yer alan ve çoğunlukla apartman bloklarından oluşan semtlerde yaşamaya başlamıştır. Bu semtlerde alışveriş büyük ölçüde market zincirlerinden yapılmaktadır. Yeni yaşam çevrelerinde kişisel ilişkilere dayalı alışverişin yerini kişisel olmayan işletmelerden alışveriş yapma almıştır. Ve bu mağazalarda kişisel kredi ve güven ilişkisine dayanarak borçlanma mümkün değildir.Kredi ve borçlanmaSon yıllarda özel kesimin tarım sektörüne verdiği krediler, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri’nin verdiği kredilerle boy ölçüşecek düzeye ulaşmıştır. Kredi kartı borcunun yanısıra TOKİ (Başbakanlık Toplu Konut İdaresi) başta olmak üzere konut kredisi borcu ve tarımda koyun, traktör ve girdiler için çiftçi borçları çok sayıda ailenin başlıca sorunu haline gelmiştir. Türkiye çok daha yaygın anlamda formal kredi mekanizmalarına bağımlı bir toplum haline gelmiştir. Bu kredilerin geri ödemelerinde önemli güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Gazetelerde borçlanma ve iflaslar sonucu yaşanan intihar olayları sıkça yer almaktadır: “Bucak ilçesinde Murat Gezmez adlı işadamı evinin bodrum katında tavana iple asılı bulundu. Uzun süredir otomobil yağı satarken mermer işine de giren Gezmez, fabrikasını 10 ay önce kapatmak zorunda kaldı. Bankalara ve piyasaya 200 bin lira borcu olan Gezmez’in bir süredir bunalımda olduğu belirlendi.” Toplumsal sonuçlarİstihdam ve yoksullaşma sorunlarına ilişkin üç önemli toplumsal sonucun altını çizebiliriz. Aile ve toplumsal dayanışmaBirinci konu aile: Türkiye’de hükümetler, formal kurumlar ve geleneksel yaklaşımlar aileye büyük ekonomik sorumluluklar yüklemektedir. Çocuğa bakmaktan yaşlıya bakmaya, sağlık ihtiyaçlarını karşılamaktan eğitime destek olmaya, evi çekip çevirmekten hanehalkının mutluluğunu ve esenliğini sağlamaya kadar uzanan bu beklentiler listesi çoğu zaman ailenin somut ekonomik durumunun, sahip olduğu kaynakların ve elindeki fırsatların gerçekçi bir değerlendirmesini yapmaksızın ortaya atılmaktadır. Birden çok etkili çevrenin eğilimi, bizde aile sağlamdır, tüm zorlukların üstesinden gelir, ne yük koyarsan kaldırır anlayışından hareket etme yönündedir. Bu anlayış çerçevesinde, aile bireyleri her çırpınan hayırlı evlat, saçını süpürge yapan ana, ölümü göze alıp çoluğun çocuğun rızkını önüne koyan baba gibi her işin üstesinden gelme yeteneğine sahip kahramanlar olarak karakterize edilmektedir. Aile fertlerinin geleneksel rol tanımlarına yapılan güçlü kültürel ve ideolojik vurgular üstlenilmesi gereken yükümlülüklere ilişkin beklentileri büsbütün artırmaktadır. Oysa özellikle ekonomik kriz dönemlerinde aile fertlerinin bu beklentileri yerine getirme kapasitesi düşmektedir. Yoksulluk arttıkça aile fertleri geleneğin yüklediği rolleri yerine getirmekte daha fazla zorlanıyor. Ailenin zorlanması sokakta çocuk bırakma, yaşlıyı terk etme, boşanmaların artması ve kadına karşı şiddet kullanılması olasılıklarını artırıyor. Nitekim gazetlerde artık sık sık bu haberlere rastlıyoruz. Üzerlerine büyük sorumluluklar yüklenen aile fertleri katlandıkları maddi eziyetlerin yanısıra görevini yapamamış kimseler olmanın getirdiği moral ve manevi çöküntü altında ezilmektedir. Anne ve baba başta olmak üzere aile fertlerinin beklentileri karşılayamaması, kendilerinden beklenen rol ve işlevleri yerine getirememeleri aile içi ilişkilerde itaat, sorumluluk ve uyum açısından büyük sorunlar yaratmakta, aile içi gerilimlerin artmasına ve ailenin huzurunun bozulmasına yol açmaktadır. Evin geçimini sağlayamayan, öfke içinde gezen ve içinde bulunduğu duruma isyan eden erkekler kadınlardan farklı olarak kendi içlerine kapanamayı tercih etmektedir. Elde avuçta kalmayınca akşam sofraya neyin konulacağını, okula giden çocuğun karnının nasıl doyurulacağını, hasta annenin yattığı kırık yatağın nasıl tamir ettirileceğini, misafire ikram edilecek bir bardak çayın neyle alınacağını bilemeyen ‘deliye dönmüş’ kadınlar yorgunluk, yılgınlık, hastalık kadar suçlanmaktan, günah keçisi haline getirilmekten ve en önemlisi daha fazla şiddete maruz kalmaktan yakınmaktadır. Evde, okulda, sokakta hep mahrum kalan çocuklar ve gelecek hayalleri yıkılan gençler anne-babanın en önemli üzüntü kaynağı olmaktadır. Birçok karı-koca önceden çok iyi geçinirken işsizlik ve parasızlık sonucu geçimsizliğin başladığını ve ailenin kopma noktasına geldiğini belirtmektedir. Bunun da ötesinde bazı aile fertleri gazetelerde ve televizyonda aile fertlerinin biribirlerini öldürmelerine ilişkin haberleri izleyen aile fertleri aynısı bizim evde olur mu diyerek korku duyduklarını söylemektedir. Toplumsal bağlar ve toplumsal güvenlikİşszilik ve yoksulluk büyük şehirlerin ve metropollerin çevre semtlerinde görmeye alıştığımız güçlü akrabalık, hemşerilik ve komşuluk bağlarını zayıflatıyor. Yakınlar arasındaki karşılıklı destek sistemleri zayıflıyor ve geleneksel dayanışma aşınıyor. Kendi kaynakları giderek daralan, bu nedenle kendi kendilerine yetmez hale gelen aileler yakınlarına kol kanat germede giderek daha yetersiz kalıyor. Akraba, hemşeri ve yakınlar arasındaki dayanışmanın yerini karşılıklı güven eksikliği alıyor ve çoğu durumda ilişkiler kopma noktasına kadar gidebiliyor. Yoksulluk kişilerin biribirine değil yardım etmesi küçük bir ikram yapabilmesi, örneğin bir bardak çay ısmarlamasını dahi zora sokuyor. Sonuçta özellikle erkekler eşden dosttan kopup kendi kabuğuna çekiliyor. Karşılanmayan beklentiler, ödenmeyen borçlar, hayal kırıklıkları, kırıcı sözler ve hatta bazı durumlarda dövüş kavga eski yakınlıkları sona erdiriyor. Dayanışma zayıflayıp, ilişkiler gevşeyince akrabaların, hemşerilerin ve mahallenin üyelerine söz geçirmesi ve onların davranışlarını topluluk değer ve normlarına uygun kalıplara sokabilmesi giderek güçleşiyor. Kısacası geleneksel toplumsal kontrol etkinliğini kaybediyor. Bireyler ve aileler parçası oldukları topluluklara karşı (mahalle, sülale, cemaat vs) kendilerini daha serbest ve bağımsız hissediyor. Topluluk geleneklerini ve değerlerini daha az dikkate alıyor. Bu eğilim bir yanda bireyin ve ailenin daha fazla özgürleşmesi veya özerkleşmesi olarak görülebilir. Diğer taraftan özellikle büyük kentlerde uyum bozukluğu, depresyon, psikosomatik beden hastalıkları, madde kullanımı, mala tecavüz olayları, fuhuş, saldırganlık ve şiddet kullanımında görülen artışların arkasında da önemli ölçüde akraba, hemşeri ve mahalle kontrolünün zayıflaması görülüyor. YARIN: Orta sınıf toplumuAşırı yoksulluk bir insanlık sorunudurÖzellikle varoşlarda aşırı yoksullaşmaya bağlı suçun artması, cemaatlerin insanlar üzerindeki kontrol gücünün zayıflaması ekonomik krizin önemli sonuçlarından bazıları.Aşırı yoksulluk sosyal ve ekonomik boyutların çok ötesinde düşünülmesi ve hızla ortadan kaldırılması gereken bir insanlık sorunudur. Kriz koşullarına rağmen Türkiye'nin olanakları aşırı yoksulluğu en az düzeye indirmek için yeterlidir * Toplumsal kriz ekonomik krizden kaynaklanmış olsa da artık kendi dinamikleri ile işleyen farklı bir toplumsal olgu olarak karşımızdadır. Ekonomik kriz denetim altına alınmış olsa da toplumsal kriz devam etmekte hatta genişleyip derinleşmektedirPsikolojik bunalımların ve toplumsal aykırılığın artması kentlerin çevre mekânlarında yaşayan yoksul kimselerin öncelikle dile getirdiği bir konu haline geldi. Yoksul mahallelerde yaşayan yerel nüfusun en az üçte ikisi yaşadıkları çevrede gerilimlerin, şiddetin ve suçun arttığı görüşünde. Onların gözünde bu mahalleler mala ve cana yönelik tehdit ve tehlikelerin arttığı, asayişin kalmadığı yerler haline gelmiş durumda. Örneğin her on aileden birisi evlerinin ya da çalıştıkları işyerlerinin en az bir kere soyulduğunu söylüyor. Toplumsal aykırılığın arttığını gösteren hırsızlık, yankesicilik, şiddet içeren kavga, yaralama ve öldürme, uyuşturucu kullanımı, cinsel taciz, fuhuş gibi eylemlerin ve bu eylemleri gerçekleştirenlerin sayısında resmi istatistiklerin de açıkça ortaya koyduğu bir sayısal ve oransal artış var. Toplumsal aykırılığın özellikle genç nüfus arasında yaygınlaşan işsizlikten kaynaklandığını her zaman söylüyoruz. İşsizlik ve yoksulluk aile ve yakınlar arasındaki sosyal dayanışmayı ve sosyal denetimi zayıflatıyor. Tırmanan aykırı davranışlar ve eylemler mahallenin ve dini cemaatlerin bireyin davranışlarını denetleme konusundaki yetersizliğine işaret ediyor. Aksi halde yani güçlü ve etkin toplumsal çevre baskısı ve denetimi sürdürebilse aç susuz da kalsa bireyler grup normlarına uymaya ve aşırı davranışlardan kaçınmaya dikkat ederler.Yoksul mahallelerde yaşayan yaygın bir kesim toplumsal çözülme sürecinden doğrudan etkilenmektedir. Toplumsal krizin merkezinde bu kesim bulunmaktadır. Bu kesimin aile yaşamında huzursuzluk ve gerilim sürekli bir durum halini almıştır. Yakınlarıyla ilişkileri önemli ölçüde bozulmuştur. İlişikilerde kıskançlık, çekişme, sürtüşme hatta kavga döğüş ön plandadır. Kadınlar arkadaşlık ilişki ağlarını sürdürmede erkeklere göre daha başarılı olurken erkekler arasında kabuğuna çekilme, başkalarını suçlama ve çatacak kimse arama eğilimi çok daha belirgindir. Aykırı davranışlara ve suça yönelen gençlerin ve kadınların çoğunluğu bu tür hanelerden gelmektedir. Manevi değerlerini ve dini inançlarını yitirmemiş olmakla birlikte bu ailelerin özellikle gençleri hızla dini cemaatler dâhil toplumsal çevre denetiminin dışına çıkmaktadır. Bu kesim artık dini cemaatlerin altyapısnı oluşturan geleneksel muhafazakâr değerlerin ve ilişkilerini kalesi ve taşıyıcısı olma konum ve işlevlerini hızla yitirmektedir. Kırdan kente göç etmiş ve kentlerin çevresindeki mahalle ve semtlerde yaşayan ve Türkiye’nin siyasi coğrafyasında muhafazakârlığın altyapısnı oluşturan bu aileler artık be değerleri ön plana çıkartan toplumsal hareketler ve siyasi partilerin sağlam ve güvenilir kaleleri olmaktan çıkmaktadır. Çoğu zaman varoş olarak anılan kentsel mekânların toplumsal dokusu hızla değişmekte ve bu mekânların birincil özelliği mufahazakar dini cemaat çevreleri olmaktan çıkıp toplumsal istikrarsızlık, düzensizlik ve çözülme ortamlarına dönüşmektedir. Tekil bireyler üzerinde etkinliklerini sürdürseler bile dini cemaatler tüm aile ve mahalle bazında belirleyici ağırlıklarını hızla yitirmektedirler. Üçüncü grupta kriz koşullarında tasarruf yaparak da olsa temel ihtiyaçlarını karşılayabilen, aile bunlalımları ve krizlerinden uzak durmayı başarabilen ve üyeleri üzerindeki denetimlerini sürdürebilen aileler yer almaktadır. Bunların bir bölümü etraflarında gördükleri manevi ve ahlaki çöküntüye karşı daha dini ve muhafazakâr bir yaşamı benimseyerek kendilerini ve çocuklarını etraflarında gördükleri çöküntüden kourmaya çalışmaktadır. Diğer grup ise yoğun bir dindar hayata yönelmeksizin aile merkezli yaşamlarını sürdürmeye ve krizin yanısıra sosyal disorganizasyonun yarattığı sonuçlarlala başetmeye çalışmaktadır. Çevrede artan asayişsizlik, şiddet, soygunlar, kavgalar, mala ve cana yöenlik tehditler, güvensizlik ahlaki bozulmadan en çok bu kesim şikâyet etmektedir. Ne vark ki bu kesimde yer alanlar giderek toplumsal çözülme ve aykırılığa savrulan ailelerle aynı kentsel mekânları paylaşmak zorunda kalmaktadır. Varoş diye isimlendirilen bu kentsel mekanlar (periferi) yalnızca sosyo-ekonomik değil sosyal ve kültürel bakımdan da farklılaşmakta, parçalanmakta ve ayrışmaktadır. Mahallelerin tesanüdü büyük ölçüde bazulmaktadır. Bazı semtlerde düzensilik, asayişsizlik ve çözülme o semti karakterize eden hâkim unusur haline gelmektedir. Bu semt ve mahallelerde aileler ya iyice kendi içine kapanmakta ya da maddi güçleri elveriyorsa başka semtlere taşınmaktadır. Yakın zamana kadar dini topluluklar geleneksel bağlardan da (hemşerilik, akrabalık, komşuluk) güç alarak birey ve aile üzerinde ciddi bir toplumsal denetim sağlayabiliyorlardı. Ama geleneksel bağların zayıflaması sonucu dini topluluklar tutkal rolü oynamakta ve birey üzerindeki enformal denetim mekanizmalarını sürdürmekte giderek artan ölçüde zorlanmaktadır. Yerel ortamlarda biribirine zıt gibi duran iki eğilim göze çarpmaktadır. Bir yandan diğer destek ve dayanışma sistemlerinin zayıflaması dini cemaatlerin ve din temelli dayanışmanın tek seçenek haline gelmesine yol açmaktadır. Diğer yandan, işsizlik ve yoksulluğun etkisiyle toplumsal dayanışma ve toplumsal denetimin zayıflaması din temelli bağlar dâhil tüm karşılıklı destek sistemlerini ve enformal ilişki ağlarını da gevşetmekte, zayıflamakta ve çözmektedir. Dini ilişki ağları sosyal refaha yönelik yardımlaşma, manevi alanı güçlendirme ve din temelli ahlaki standartları sürdürme rolünü yerine getirmekte daha büyük güçlüklerle karşılaşmaktadır. Diğer bir deyişle artan yabancılaşma, yalnızlaşma ve sosyal bağlardan kopma sonucu bireyin toplumsal aykırılığa sürüklenmesi dini cemaatler tarafından da frenlenememektedir. Birey üzerinde aile ve geleneksel topluluk denetiminin azaldığı bir ortamda din de önemli bir güç kaybına uğramaktadır. Dini bağları ayakta tutan, bu bağların üzerine oturmakta olduğu muhafazakâr toplum zemini kaymaktadır. Bazı bireyler ve toplum kesimleri üzerindeki ağırlıklı konumunu sürdürmekle birlikte din şimdiye kadar kendisine büyük güç katan kültürel örtüşmeyi yani geleneksel denetim mekanizmalarının birey üzerinde oynadığı hizaya getirici desteği kaybetmektedir. Dini bağlılık ile toplumsal çözülme arasındaki ilişkinin ne gibi sonuçlara yol açacağı toplumsal olduğu kadar siyasi bakımdan da önemlidir. Orta sınıf toplumuİşsizlik ve yoksullaşma daha uzun sürer ve derinleşirse, bireylerin ve ailelerin alım gücü yükselmezse, orta sınıfın büyük kesimi için yaşam tamamen bir boğaz tokluğu mücadelesi haline gelebilir. Güçlü gelecek beklentisi olan ve geleceği konusunda iyimser olan bir toplum olabilmek ancak güçlü bir orta sınıfa sahip olmakla mümkün olur. Orta sınıf toplumu çocuklarının geleceğinin kendilerininkinden daha iyi olacağını ümit edebilen insanların toplumdur. Orta sınıf toplumunun temel değerleri imtiyaz değil liyakat, miras değil rekabet, rant değil çalışma ve başarıyı ön plana çıkartır. Orta sınıf toplumu yarınları düşünme ve planlama yeteneğine sahip bir toplumdur. Internet, gazete, sinema, yaz tatili, çocuğun müzik kursu, bu değerler ve düşünceleri ayakta tutabilmek için önemlidir. Türkiye orta sınıf toplumu olma yönünde atmış olduğu adımları koruyabilecek mi? İşsizlik ve yoksullaşmanın devam etmesi orta sınıf toplumu olma ideal, beklenti ve hayallerini giderek zayıflatmaktadır. Son sözİşsizlik ve yoksulluk günlük konuşma ve tartışmlaramızda dile getirdiklerimizin ötesinde büyük, derin ve sonuçlarını kolay kestiremediğimiz toplumsal sorunlar çıkartmaya devam etmektedir.Bu tartışmada ekonomik krizin üç önemli sonucunun altını çizdik; aşırı yoksulluk tehlikesi, kitlesel işsizlik ve yoksullaşma ve orta sınıfın küçülmesi sonucu orta sınıf ideallerinin zayıflaması.Oransal olarak az sayıda kimseyi ilgilendirse de aşırı yoksulluk sosyal ve ekonomik boyutların çok ötesinde düşünülmesi ve hızla ortadan kaldırılması gereken bir insanlık sorunudur. Kriz koşullarına rağmen Türkiye’nin ekonomik olanakları gerekli siyasi irade bulunduğu takdirde aşırı yoksulluğu mümkün olan en az düzeye indirmek için yeterlidir.İkincisi kitlesel işsizlik ve yoksullaşma milyonlarca insan için günlük yaşamı acı, eziyet ve huzursuzlıkla dolu bitmeyen bir dram haline getirmektedir. Köy, mahalle ve işyeri çevresi gibi küçük topluluklarda ve kentlerin günlük yaşamında toplumu bir arada tutan temel bağlar zayıflamakta hatta çözülmektedir. Sonuçların bireysel ve toplumsal olacağı kadar siyasal olacağı da kuşkusuzdur.Orta sınıfın küçülmesi ve zayıflaması geleceğe bakabilen ve geleceği planlayabilen vizyoner bir ortas sınıf toplumu olma hedefini ertlemekte hatta sarsmaktadır. Toplumsal kriz başlangıçta ekonomik krizden kaynaklanmış olsa da artık kendi dinamikleri ile işleyen farklı bir toplumsal olgu olarak karşımızda durmaktadır. Ekonomik kriz denetim altına alınmış ve bir ekonomik büyüme süreci başlamış olsa da toplumsal kriz devam etmekte hatta genişleyip derinleşmektedir. İşsizlik ve yoksulluğun ve özellikle işsizlik süresinin uzamasının sebep olduğu toplumsal krizi kendi başına ve öncelikli bir sorun olarak ele almak gerekmektedir. Ekonomi peşpeşe birkaç çeyrek dönemde büyümeye devam etse de ekonomi kendi başına toplumsal krizin üstesinden gelmek için yeterli olmayacaktır. İşsizlik, ve yoksullaşma süreçlerinin yarattığı toplum krizi görmemezlikten gelmek, ekonomi sayfalarında yer alan kuru istatistikler ve gazetelerin magazin sayfalarındaki sansasyonel haberlerle sınırlı tutmak toplumsal krizin yol açtığı sorunları çözme kapasitemizi artırmaz. Yakın gelecekte şayet daha demokratik, daha dinamik ve yarına bakan bir Türkiye görmek istiyorsak, sosyal sorunları günlük siyasi tartışma ve çekişmelerin dışında tutma veya bu sorunları marjinalleştirme üzerine kurulu siyasi kültürümüzü sorgulamamız ve köklü biçimde değiştirmemiz gerekir. İşsizlik ve yoksulluk gibi kitlesel sorunların ve giderek karmaşıklaşan toplumsal krizin üstesinden gelebilme hepsinden önce kapsamlı, çok yönlü ve sürekli bir tartışma ortamının varolmasını gerektirir. Enine boyuna, entellektüel, kamusal ve siyasal tartışma. Çünkü bu sorunlar büyük kitlesel sorunlardır ve bu nedenle tüm toplumu ilgilendirir. En geniş anlamda tüm toplum kesimlerinin ilgilenmesini ve karar oluşturma süreçlerine katılımını gerektirir. Aksi halde birikimli uzmanların önerileri ve ilgili kuruluşların girişimleri aylardır gördüğümüz gibi netice vermeyen iyi niyetli çabalar olmanın ötesine geçemez. - BİTTİ – 27.05.2010-01.06.2010 RADİKAL SENCER AYATAProf. Sencer Ayata (d. 13 Ağustos 1949, İstanbul) Türk Sosyoloji Profesörü ve Sosyal Demokrat düşünür.Siyaset Bilim profesörü Ayşe Güneş Ayata'nın eşi, Dışişleri Bakanları'ndan Turan Güneş'in damadıdır.1973 yılında ODTÜ'de Sosyal Bilimler alanında lisans derecesini aldı. Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji alanındaki doktorasını 1982 yılında University of Kent at Canterbury'de tamamladı. 1981 yılından itibaren ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 1997-2003 yılları arasında Sosyoloji Bölümü Başkanlığı görevini yürüttü. 2003-2010 yılları arasında ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü olarak görev yaptı. ODTÜ'de Senato ve Üniversite Yönetim Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.Harvard Üniversitesi, Oxford Üniversitesi, Manchester Üniversitesi ve Wissenschaftszentrum Berlin für Sozialforschung gibi dünyanın önde gelen kurumlarında misafir öğretim üyesi olarak bulundu.Sosyal demokrasi, yeni orta sınıflar, kent kültürü, yerel yönetimler ve bilgi ekonomisi üzerinde görüşleriyle tanındı.CHP'nin 2010 yılındaki 33. Olağan Kongresi'nde en yüksek ikinci oyu olarak Parti Meclisi'ne seçildi.Prof. Sencer Ayata, eski ODTÜ Sosyoloji Bölümü Başkanı. Bu görevinin ardından EYlül 2009’da ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü görevine getirildi. Doktorasını University of Kent’te yaptı. “Ayşe tatile çıkıyor” şifresiyle Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlatan dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in damadı. Sencer Ayata’nın eşi de, ünlü şifrede adı kullanılan Prof. Dr. Ayşe Güneş Ayata. Eşinin kardeşi Hurşit Güneş ile birlikte hafta sonu yapılan kurultayda CHP PM’ye girmeyi başardı. Sosyal demokrat görüşleriyle tanınan Sencer Ayata’nın siyaset ve kent kültürü üzerine birçok çalışması var. “Kapitalizm ve Küçük Üreticilik”, “Sermaye Birikimi ve Toplumsal Değişim” adlı kitapları bulunuyor.











MHP tabanı kimler oluşturuyor ?






MHP seçmeninin üçte ikisi erkek, üçte biri kadın ki böylesi erkeksi bir dağılım hiçbir parti tabanında yok.
Konda Araştırma Şirketinin Genel Müdürü Bekir Ağırdır'ın yaptığı araştırmaya göre :
MHP seçmeninin üçte ikisi erkek, üçte biri kadın ki böylesi erkeksi bir dağılım hiçbir parti tabanında yok. MHP seçmeninin beşte ikisi lise mezunu. (ülke ortalamasında lise mezunları dörtte bir) Ülke ortalamasında yirmi de bir olan küçük esnaf, MHP seçmeninin onda birini oluşturuyor. İkinci sıradaki ağırlıklı grup ta öğrenciler. MHP seçmeninin üçte biri emekliler ve ev kadınları ki bu oran da ülke ortalamasının altında. Ve yine MHP seçmeninin onda biri işsiz,bu BDP’den sonraki en yüksek oran. Yarıya yakını partisiyle kendisi arasındaki ilişkiyi ideolojik birliktelik olarak tanımlıyor ki bu parti seçmenleri arasındaki en yüksek orandaki ideolojik birliktelik. Öte yandan da yalnızca üçte biri partisinin ülkenin en acil en ağır sorunlarını çözebileceğini düşünüyor, üçte ikisi sorunların siyaset eliyle çözüleceğine inanmayarak “bu sorunlar hep sürer, gider” diyor. Bu oran da diğer partilere kıyasla en yüksek oran yani ülkenin sorunlarının çözümünde en umutsuz seçmen kitlesi.Seçmen tabanının üçte biri hayat tarzı bakımından modernlerden, üçte ikisi gelenekselci muhafazakarlardan oluşuyor. Dörtte biri referandumda “Anayasa değişikliklerinin”, dörtte üçü de “iktidarın” oylandığı kanaatinde.Beşte dördü Ergenekon davasına “hükümetin muhaliflerini cezalandırması”, hükümet-yargı gerginliğine “hükümetin yargıya müdahale çabası”, anayasa değişikliklerine “hükümetin sivil diktatörlük çabası” olarak bakıyor. Diğer beşte bir ise bu tartışmaların tümünde aksi kanaatte ve onlar da referandumda “evet” oyu verdiler. 23.09.2010