.

.








4 Mart 2009 Çarşamba

“ DENİZE DÜŞEN YAĞMURLAR ”


YATAĞINA KIRGIN IRMAKLAR

“Gömmeden daha ölülerimizi / Alnından öptük toprağı / Ve ancak / Bir savaş böyle kaybedilir” / Günün birinde “Türkiye” derken gözlerinin içinde aydınlık bir tebessümü uyandıran biriyle karşılaşırsan onunla derunî dilden musafaha et; o da bir timsahtır. Ve “timsah” kelimesinin Türkçedeki tek kâfiyesi “Âh”tır; Âh! / Ahmet Turan Alkan / Yatağına Kırgın Irmaklar / Ötüken Yayınları

Buruk bir hikâyedir bu; “denize düşen yağmurların” ahvâlini beyan eder. Yatağına kırgın ırmakların, kaldırımlara döşenen yâkutların, üstüne fermanlar yazılmayı beklerken bakkal defterliğine lâyık görülen “tabular rasa”nın meselidir;
Bile bile aldanan, kaybettiğine değil aldatıldığına yanan ve neticede hesabı gülümseyerek imzalayan bir neslin inkisârıdır.
O ne şâhane tegâfüldür o!

*

“Timsah”lar neslinin hikâyesidir”

*

“Sakal traşları mavi
Kırmızı bıyıkları biber…”
A.İlhan


“Bu da nereden çıktı” diye şaşmakta haklısınız; hikâye edilen toplulukla timsah kavramının hiçbir mantıklı illiyet bağı olmasa da tâbire karşı içimde kolay izah edilmeyen bir sempati belirdiğini söylemeliyim. Tâbiri ben bulmadım. Kimden duyduğumu da hatırlamıyorum. Sohbet esnasında bir dostum feleğin çemberinden geçmiş bir “devranzede”den bahsederken “eski timsahlardandır” deyip geçivermişti; neyi ve hangi vasıfları kasdettiğini hemen anlamış, “yahu bu timsah nedir, ne alâkası var, nereden çıktı” diye sormak gereğini bile duymamıştım. Teşbihte isâbet vardı; o eski timsahlardandı;
Alayımız eski timsahlardandık!

*

Künc-i mihnette rakibâ bizi tenha sanma,
Yar ger sende yatursa elemi bende yatur
-Bağdatlı Ruhi-






Biliyorum onlar, yâni bir vakitler “timsah” nesline mensup olup, yürek çeperlerinde halâ bu milletin mukadderatını paylaşma heyecanı taşıyan o nesil, bu tâbire sahip çıkmayacaklardır; anlayışla karşılarım. Doğrusu bu ya timsahın sevimsizliği, yırtıcılığı ve ürküten görünüşü ile onlar arasında bir yakınlık kurmak için hayli insafsız ve o neslin serencâmından bîhaber olmak lazım gelir. Doğrudur; onların ışıklı yüzlerinde bir alamet-i farîka gibi parıldayan şecaat, samimiyet, diğerkâmlık ve iman vasıfları ile timsahın ürpertici tedaileri derin bir tenakuz teşkil ediyor. Geliniz bu tabirde mânidar bir benzerlik aramayınız; “timsahlık”, bir nesli serâpa heyecan ve enerji haline getiren o tarif edilemez beraberlik hissinin adı olsun; bir ekmeği bölüşmenin, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi paylaşmanın, birlikte ölümle cilveleşmenin diğer adı… Yirminci yüzyılın 70’le 80’li yılları arasına sıkışıp kalan genç insanların açık gözlerle gördüğü rüyânın “yorası” olsun. Aynı kitaplara baş koymuş delikanlıların derinden derine hissettiği mensubiyet şuurunun argo lisanıyla ifadesi; soğukkanlılıkla tartıldığında kardeşlikten, akrabalıktan ve hatta aşktan daha ağır gelen bir “karâbet” duygusu…
İşte öyle bir şey!

*

“Hadi gülümse!”

Bu lakâbın derin sularında biraz da, yaşanmamış gençliklerin kaybına kahırlanmak ve hayıflanmak yerine onu ironik bir senfoni haline getirebilen nefis emniyetinin izlerini de bulabilirsiniz. İşte “timsah” kelimesi, bir neslin –şimdilerde saçları ağarmaya, dökülmeye başlamış bir delikanlı neslin- kendi tarihiyle övünmeye gerek duymadan ve ondan asla hicap etmeden yaşanmış gençliği ve yaşanmış tecrübeleri ile nasıl barışabildiğini, bir yerde o dâsıtânî menkîbe ile icabında nasıl dalga geçebildiğini de remzediyor.


*

“Öylesine karanlık ki gecemiz
Ha olmuş, ha olmamış penceremiz”
C.S. Tarancı


Onlar ki henüz şiire, romana, hikâyeye, musikiye, resime, sinemaya, hâsılı muhayyile sancısının o şâhâne dikkatine takılmadan gençliklerini tüketip sinn-i kemâlin gıcırdayan basamaklarına terfî ettiler. Belî, artık genç değiller, kırışmış alın çizgileri, ağaran şakakları, dökülen saçları ve bedenlerini şuradan buradan yoklamaya başlayan romatizma ağrıları ile bir nüfus sayımında Türkiye’nin “gençlik” ortalamasında yer almaktan çoktan vazgeçtiler; aslında hiç genç olmamışlardı, “gençlik” hallerinden ancak bir pîr-i fâniye yaraşan feragat ve istiğnâ hissiyle vazgeçmiş, taşıyabileceklerini bir an bile düşünmeksizin ellerini değil yüreklerini “taş”ın altına koymuşlardı; çoğu, o yükün altında ezildi, çoğu mecrûh çoğu mahpus kaldı ama hiç mahkûm olmadılar. Çoğunluk taşralıydı ama hesap bilmez değillerdi; kimselere hissettirmeden kendi içlerinde gördükleri hesabın ürkütücü bakıyyesini görüp kimselere renk vermediler; öğretilmemiş, tevârüs edilmiş bir asâletin emriyle gâhi kızılcık, gâhi keder, gâhi sabır, gâhi ecel şerbeti içtiler da bir dem olsun kan tükürmediler.

*


“Ve ben mekteplerinizde okudum;
Bir rivâyete göre adam oldum,
Bir rivâyete göre kayboldum”
-?-

“Ocak” kelimesinin Türkçedeki bütün güzel tedaileri biraraya gelip onlara mekân olmuştu. Ocaklarını çerden çöpten çattılar, ocaklarını tüttürdüler, ocaklarını uyandırdılar, darda kalınca ocaklarına düştüler, ocakları söndürüldü, ocaklarına incir ağaçları dikildi. Lâkin bir araya gelip de inşâ ettikleri bir ocak rûhu vardı; o rûhun ocağında kimse incir tutturamadı, yüreklerde bir yerlerde yanan o heyecânı kimse söndüremedi.
Şimdi nerede bir ocak lâfı duysalar, kemiklerinin içinde ilikleri titrer o eski timsahların; ocaklı olmakla iftihar ederler, her birinin nâsiyesinde dâr-ı dünyada külfetten başka nimet getirmeyen bir ocak şehâdetnâmesinin mührü parıldar.
Ocak: Ne mübârek tedâileri vardı bu kelimenin; ancak timsahlar bilir.


*

“Zalım felek bir yanımı zora getirdi”
Halk Türküsü




İşte bu yüzden onların hikâyesi, bilinen tahkiye cinslerine sığmıyor; trajedinin, komedinin, dramın üstünde pek farklı bir şey bu. Timsah lâfzının onları vasfederken bu kadar isabetle yaraşması ve bu kadar isabetsizce sakîl durması sebepsiz değil.
Olsa olsa yıldızlarını çoktan söndürmüş bir gecede, seher yelinin keskin dağ yamaçlarına haykırdığı bir bozlağı andırır bu hikâye. Sesi, geceyi, rüzgârı ve gökyüzünü yırtarak yayılan bir bozlak; kelimelerini arayan bir çığlık, kadrajını bulamamış bir enerji fırtınası, henüz neyle ifade edileceği bilinmeyen bir hâlet.
Timsahların hikâyesi henüz bitmedi; neresinden başlayacağımızı bir türlü kestiremeyişimiz bu yüzden. “Yağmur yağarken kimin ağladığı, kimin güldüğü belli olmaz” diyen frenk haklı; hükmü evvelâ tarihin vicdânı verecek, sonra da “Hesap günü”nün sahibi”


*

Salavat getirsin cemâlin gören
Karacaoğlan


Ve şimdi onlar, ciklet çıtırdatmak için halkedilmiş gibi duran malâyâni ağızların tükrük hokkası ittihaz edilmekte; hâşâ ki hâşâ; yel kayadan ne apara?
Mağara insanlarının ateşi söndürmemek için gösterdiği ihtimama benzer bir dikkatle saklanan eski hınçların külü yeniden üflenmekte; timsah neslinden sayılması gerekirken müteakip performanslarıyla kertenkele bile denmeye değmez seciyelerin “vurun abalıya” korosunda yer almasında bilseniz ne nükteler var: Yıllarca timsah derisinden evrak çantası taşıyıp, timsah derisinden pabuç eskitenlerin “ben tam o esnada tuvaletteydim” bahânesine sığınması muhteşem.
Hıncı kıvılcımlandırmak için tüketilen kertenkele üfürüklerinin bir yerlerde eski muhabbetleri tutuşturmasına ne buyrulur?
Hâşâdır! Dinime dahleden keşke müselman olsadır! Geçmişle hesaplaşmak zaruri ise timsahlar gönül rahatlığı ve vicdan selâmeti ile masadaki yerlerini almaktan çekinmeyeceklerdir.
Her firavuna bir İbrahimdir!

*


Kul olan aşka cihan beylerine eğmedi baş
Başka sultan-ı cihânsız gör’e kimin kuluyuz
Hayretî

Hüznü ve ızdırabı buruk bir tebessümle yıllarca aydınlık nâsiyelerinde gezdiren o nesil, bir milletin belki birkaç asırda bir kere nâdir ele geçirebildiği bir enerji köpüklenmesi. Onların her şeye rağmen yeterince vasıf kazanamamasının vebâli kimin üstüne yazılmalı; yabani ahlatın gölgesi bahçevanın fennine ve fendine galip gelmiştir; onlar meziyetlerine olduğu kadar zaaflarını da sahiplenecek derecede bir nefis selâmetine vâsıl olmuşlardır. Dehrin cilvesiyle dört bir yana savrulan o timsah nesli, yıllar boyunca başının çaresine bakmayı bilmiş amelelikten müstahdemliğe, esnaflıktan bürokratlığa, öğretmenlikten sanatkârlığa kadar her şûbede alnının akı ve teriyle kimselere yaslanmadan, ikbâl ve iltimas beklemeden evine ekmek götürebilme saadetini yaşamıştır; Onlar sadece Allah’a minnet eden bir nesildir.



*

“Bir bahar akşamı rasladım size!

Ve sen ey okuyucu; kelimelerin arasında yüreğinde bir yerlerde kımıldayan bir âşinâlık sezersen bil ki, timsahların nesliyle ayın zamanları bölüşmesen bilen sen de timsahın birisin. Timsah lâfzının soğuk tedailerine aldırış etme; bırak timsahların ezelî hüznü tenini buruştursun; bukalemunların kül üfürüklerine gülümseyip geçiver; kini canlandıran kıvılcım sevgiyi de uyandırır çünkü; nefret unutulur da muhabbet bâki kalır. Günün birinde “Türkiye” derken gözlerinin içinde aydınlık bir tebessümü uyandıran biriyle karşılaşırsan onunla derunî dilden musafaha et; o da bir timsahtır.
Ve “timsah” kelimesinin Türkçedeki tek kâfiyesi “Âh”tır;
Âh!

Ahmet Turan Alkan
Yatağına Kırgın Irmaklar
Sayfa: 101-108
Ötüken Yayınları