.

.








9 Mart 2009 Pazartesi

MUSTAFA ÇALIK











1956 yılında Gümüşhane'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini, Gümüşhane'de tamamladı. 1972 yılında Türk Ülkücüler Teşkilatı Gümüşhane Şubesi'nin Denetleme Kurulu'nda bulundu. 1975'de Elmadağ MHP İlçe Gençlik Kolları Başkanlığı'na seçildi. 1977'de Ülkü Ocakları Genel Merkez Yönetim Kurulu'na seçildi. Propaganda Masası sorumluluğuna getirildi. 1978-1979 yıllarında MHP Araştırma Merkezi ve Parti Okulu'nda vazife yaptı. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra bir grup arkadaşıyla beraber, Yeni Sözcü dergisinin kuruluşunda bulundu. Fazıl Mustafa müstearıyla köşe yazıları yazdı. 1983'te Hamle dergisinin çıkışına katkıda bulundu. Müstear isimle bu derginin yazar kadrosunda yer aldı. 1980 yılında Uzman Yardımcısı olarak çalışmaya başladığı Devlet Planlama Teşkilatı'nda 1984'de uzman oldu. 1985-1987 yılları arasında ABD'de Denver Üniversitesi'ne bağlı Milletlerarası Çalışmalar Lisansüstü Okulu (GSIS)'da milletlerarası politika master'i yaptı. 1989 yılına kadar DPT'de çalıştı. Aynı yıl görevinden istifa ederek, bir grup arkadaşıyla birlikte Türkiye Günlüğü dergisini yayınlamaya başladı. 1981 yılında SBF'de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi'nin Siyasi Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak, 1992 yılında tamamladı. 1983-1984 ders yılında Ankara ve Hacettepe üniversitelerinin muhtelif bölümlerinde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersleri verdi. 1996-1997 ders yılında Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi'nde Değişim ve Yenileşme Tarihimizin Temel Problemleri başlıklı lisansüstü bir ders okuttu. Halen Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü'nün yanı sıra Türk Ocakları Yüksek Hars Heyeti azalığı da yaptı. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde MHP'den Gümüşhane (ikinci sıra) milletvekili adayı oldu ve az bir oy farkıyla seçilemedi. Yeni Ufuk (1997) ve Ayyıldız (1999) ve Bugün (2006) gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Bir ara BBP Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. ESERLERİ:*MHP Hareketi/ Kaynakları ve Gelişimi Cedit Yayınları Ankara 1996*Siyasi Yazılar Cedit Yayınları Ankara 1998*Teorik Denemeler Cedit Yayınları Ankara 2001




...







Milliyetçilik,





.





Millî Kimlik,





.





Kolektif Haklar





.





Ve





.





"Açılım"a Dair





.







Türkiye Günlüğü





.





dergisinin





.





Yayın Yönetmeni





.





Mustafa Çalık'tan





.





Açılım'a dair





.





bir analiz

İçerisinden geçtiğimiz süreç, yakın tarihimizin en hayatî ve en keskin dönemeçlerinden biridir.
Bir yanda, Türkiye’yi önce bölüp parçalamak, sonra –‘büyük’ hesaplar değişince ve şimdilik- ‘paylaşmak’ için her türlü silâha başvuran bir terör örgütü ve onun örtülü, örtüsüz müttefikleri ve öbür yanda biz, hepimiz… ‘şüpheli’ bir ‘paket-proje’yi tartışalım isteniyor.
“Biz, hepimiz…” kimiz, kimleriz?
Biz, Selçuklu-Osmanlı hükümranlığının devamı ve vârisi sıfatı ile Cumhuriyete intikal etmiş Türkiye Devleti’nin sahibi olan Türkler; Türklüğün manevî, millî, medenî cüz’leri olan, ama onun tarihî velâyeti ve soyadını taşımaktan –yabancı güçlerle yerli ortakları ve onlara zemin hazırlayan tek-parti faşizmi işin içine girinceye kadar- hiç bir şikâyeti olmayan farklı etnik gruplar; Müslümanlık ve tarihin inşâ ettiği böyle bir millet’in meclisi, hükûmeti, ordusu, polisi, memuru, vatandaşı… Hepimiz…
‘Biz’e deniliyor ki, içinizdeki bazı acımasız cânilerin daha fazla kan dökmemesi için, ‘etnik’ aidiyet gibi tek başına ve hakikatte hiç bir manevî değer ifade etmeyen, medenî ve hukukî olarak tam anlamıyla ‘bâtıl’ bir kritere nisbeti dolayısıyla kâhir ekseriyetinin böyle bir meselesi olmayan milyonlarca kardeşinizin, ilk büyük eylemini bebekleri katlederek gerçekleştiren (Bkz. Eruh ve Şemdinli, 1984!) bir cinayet şebekesi tarafından temsil ve idare edilmesine, bilâhare de hududun öte yanındaki örneklerinde görüldüğü gibi büyük güçlerin insafına terkedilmesine razı olun!..
Buna razı olabilir miyiz?
Böyle bir suâlin cevabına geçmeden, Mektup’ta kullandığım ifade ile ‘…şahsen nerede durduğum ve olan bitene hangi nazarla baktığımın doğru anlaşılması için’, bazı temel kavramlar hakkında daha evvel muhtelif vesilelerle yazdığım, söylediğim şeyleri kısaca toparlamam gerekir.

Milliyetçilik
Milliyetçilik bizim için ‘ne’yi ifade eder?
Literatürdeki yüzlerce teorik-analitik tanımlardan biri yerine, daha insanî, siyasî ve fiilî yansımalarından hareketle ne söyleyebiliriz?
Milliyetçilik, millet sevgisi, millî benlik ve toplumsal diğerkâmlık duygularının yanı sıra, müşahhas yansımaları olan bir iddia, tavır ve hassasiyettir. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz: Milliyetçilik, a) millî bir kimlik telâkkisine dayanır; b) millî bekâ kaygısı taşımayı gerektirir; c) millî menfaat hassasiyetidir; d) millet iradesini âmil ve hâkim kılmayı, millî iradeye saygıyı gerektirir; demokratik meşrûiyetten yanadır. Dolayısıyla klâsik siyasî liberalizmin seçim ve temsil ilkesi başta olmak üzere bütün temel umdelerine sahip çıkmak, milliyetçi bir programın fikrî ve toplumsal sorumluluğudur.
Ahlâkî bir idealizme ve maneviyaâta yaslanmayan milliyetçilik duygu, düşünce ve eylemlerinin Nazizm’den başka varacağı bir yer yoktur. Bu dergi çevresindeki, hemen hemen bütün fikir ve kalem erbabının yıllardan beri dile getirdiği ortak inanç budur. Hâl böyleyken ve bizler, Gökalp’ten Dündar Taşer’e, Erol Güngör’den Nevzat Kösoğlu’na, Türklük kadar evrensel insaniyeti de kendine dert edinmiş mütefekkirlerin istikamet çizdiği Türk milliyetçiliğini öylesi akıbetlerden sakınabilmek için ‘ulusalcılık’ denilen sakat anlayışlarla mücadele ederken, yaşadığımız süreçte ‘etnik Kürt ırkçılığı’nın gerek sol-liberal ve gerekse ‘Müslüman’-liberal çevrelerde bu kadar ‘hoşgörü’ ile karşılanıp haklılaştırılmasına, hattâ şımartılmasına ne demeli?

Millî Kimlik

Aynı tarihî ve medenî tecrübeyi birlikte yaşadığımız bütün Müslüman toplulukların ‘kolektif’ olarak, Türk millî kimliğini az veya çok paylaştığına inanıyor olmamızın arkasında ‘şoven’ temayüllerimiz değil tarih ve sosyolojinin hakikati var. Ahlâkî ve manevî değerler envanterindeki müşterekliklerden gündelik hayatın akışı içindeki tavır ve davranışlara (yeme, içme, eğlenme, misafirlik, insan ve komşuluk ilişkileri vs.), sosyal hayatın kolay kolay değişmeyen temel gelenek ve ritüellerine kadar (düğün, cenaze, kutlama) çok uzun bir liste oluşturacak ortak hususiyetler bunun âyan beyan ispatıdır.
Günah-sevap, helâl-haram, hayır-şer, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin ölçülerinin birbirine benzer değil, neredeyse birbirlerinin tamamen aynı olduğu bir medenî-kültürel çevreden bahsediyoruz; böyle bir çevreyi ‘etnik’ bir ameliyata tâbi tutmaya karar vermeden evvel, bütün bunları akılda tutarak, atılacak her adımın arkasına bu temkini koyarak düşünmek ve davranmak gerekmez mi?.
Çok basit bir bir misal vermek istiyorum: Mümkün olsa da Ankara’daki MADO dondurması, Hacı Baba baklavası ve Diyarbekir’in kaburga dolması tiryakilerini; umum Türkiye’deki Celâl Güzelses, Ali Ekber Çiçek, Neşet Ertaş, Ârif Sağ ve İbrahim Tatlıses dinleyicilerini; Eyüp Sultan’ın, Mevlâna’nın ve Hacı Bayram’ın ziyaretçilerini sayıp döksek toplasak baksak ki, elimizde kalacak olan ‘etnik’ kimlik midir, başka bir şey midir? Türklük, biraz popüler bir rehavetle bakacak olursak ‘elimizde kalacak’ o tür ortak ve kolektif tercihlere, kendisini bu topraklarda yaşayan herkese sessiz sedasız kabul ettirmiş o yaşama kültürüne bütün dünyada verilen addır.
Etnik kalıplar ve saplantılar bizim manevî, kültürel ve tarihî âlemimizde hiç bir işe yaramayacağı gibi hiç bir problemi de çözemez. Bu coğrafyada sadece Kürtler değil birçok etnik unsur ve onlara ait etnisite var. Gelgelelim, bu beşerî havzada Selçuklu-Osmanlı tarihinin manevî, kültürel ve medenî mirasını temsil edebilen, etnik çerçevelere aslâ sığdırılamayacak olan tek bir millet ve milliyet var: O da Türk ve Türklüktür!..
Sadece Kürtlerin değil diğer bütün ‘etnik’ ve ‘mezhebî’ unsurların ferdî ve sosyal varlık alanları serbestiye kavuşmalıdır. Ana dilini konuşma ve öğrenme hürriyetinin, doğurduğu çocuğa istediği ismi koyma, istediği dilde yazma, çizme hak ve hürriyetinin önünde hiçbir hukukî ve fiilî engel olmamalıdır; ancak, bunların hiç biri veya benzeri hiç bir adım, geçmişte zaman zaman Türklük adına ve fakat Türklüğün tarihî, manevî, kültürel ve medenî vasıflarını tekzip edercesine yapılan hatâların bir müddet de Kürtlük adına yapılmasına ve Türk aleyhtarlığına kapı aralamamalıdır.

‘Jeo-enerji’’de Türkiye’nin ufku ve kolektif haklar

Yaşadığımız asırda ‘jeo-enerji’ diye ifade edebileceğimiz kavram, ‘jeo-politik’i dönüştürdü; hatta ‘jeo-politik’in yerine geçmeye başladı. ‘Jeo-enerji’deki gelişmeler yeryüzündeki maddî ve beşerî varoluşu da belirleyecek kadar hayatî bir ehemmiyete sahip.
Böyle bir dünyada, bu gelişmeleri görmemezlikten gelerek, hiçbir mahallî, millî, milletler arası veya bölgesel probleme kalıcı hâl çaresi bulunamaz. Aksi takdirde bulunduğu zannedilen her çare eninde sonunda gelir ‘enerji’ hatlarına toslar ve iflâs eder. Enerji ihtiyacının gerektirdiği üretim, tedarik, sevkıyat ve bunların ‘güvenliği’, bundan sonraki milletler, bölgeler, devletler ve kıtalar arası ekonominin de siyasetin de barışın da savaşın da belirleyici aktörü olacaktır.
Enerji bütün denklemlerde ve ‘model’lerde bundan böyle ‘bağımsız değişken’dir.
Böyle bir gelecek perspektifinde Bakû-Ceyhan Petrol Boru Hattı’nı hayata geçirdikten sonra NABUCCO’nun yanına bir de Rusya ile Güney Akım’ı eklemiş bir Türkiye’yi etnik ve yahut mezhebî kavramlar etrafında kolektif aidiyet alanlarına ayırırsanız ne olur?
Herhalde ve her şeyden önce, bu kolektif aidiyetler var oluşlarını anlamlandırma ve haklılaştırma refleksi ile kendiliğinden, gittikçe keskinleşen ideolojik ve politik dillerini geliştirir; sonra bu dil aracılığıyla sosyal, kültürel farklılıklarını daha çok vurgular, farklılıklar gerilim ve çatışma süreçlerine girerek derinleşir.
Bütün bu süreçlerin gelişme istikametini tahmin etmek güç değil: Farklılıkları keskinleşen ve derinleşen ‘kolektif aidiyet’ alanları önce federe sınırlara, sonra siyasî haritalara dönüşür; üstelik hiç de barışçı ve insanî olmayan yollardan geçerek…
Bu, çok bildik, tanıdık bir ‘güzergâh’tır.
Bu ‘güzergâh’ın bir adım ilerisi, pek fazla kimse tartışma cesareti ve dürüstlüğünü göstermese de ‘mübadele’dir; nüfus mübadelesi…
Alın size, Anadolu Coğrafyasında birbirine hasım, iki veya daha fazla siyasî varlık… Devlet, devletçik... Her ne ise…
Pekiyi, böyle bir siyasî dağılma ve parçalanmanın sonunda ‘JEO-ENERJİ’ ne olur?
Kimin, kimlerin kontrolüne geçer?
Netice kimleri mutlu eder?
Kürtler, bizim Kürtlerimiz veya bünyemizdeki diğer etnik unsurlar, bizim indimizde Müslüman Türklüğün tarihî cüz’leri… onların hayat ve istikbali nasıl bir seyir izler?
Bunu tamı tamına bilmeye elbette imkân yok; lâkin şu suâlleri sormadan da edebilir miyiz:
—Acaba, etnik kimlikten millî kimliğe giden uzun ve ince tarih yolunu kaç senede, kaç asırda katetmeyi öngörebilirler? Bunun her halûkârda kısa ve zahmetsiz bir yol olmadığının kaç kişi farkındadır?
—Böyle değilse sırf etnik özelliklerini merkezine aldıkları bir kolektif ‘zâtiyet’ ile bu coğrafyada hangi beşerî zenginlik ve manevî tatmine erişebileceklerdir?
—Yoksa bütün bu akıl ve vicdan ölçüleri şüphe götürür çılgınlığın sonunda ‘kolektif enaniyet’in tatmini dışında elde kalacak fazla bir şey yok mudur?
Kolektif kültürel haklar adı altında, sahihliği çok tartışmalı adımlarla ‘etnik grup kimlikleri’ ihdas edilmesi, ucunda hiçbir ışık gözükmeyen karanlık bir tünele benziyor.
Hükûmetin söz konusu ‘açılımı’, demokratik çerçevede tutması ve Kürtler kadar Türklerin de başka herkesin de ihtiyacı olan evrensel hukuk normlarını hayata geçirmesi, böyle bir hukukun üstünlüğüne dayalı devlet ve kamu hizmeti anlayışını Anayasa’dan başlayarak bütün temel hukuk metinlerine yerleştirmesinden gayrı aklî, vicdanî ve hakikî bir çözüm yok.
Türk milliyetçiliği çoğu zaman masum yönelişleri açısından bile yerden yere vurulurken, etnik Kürt milliyetçiliği gibi silâhlı propaganda stratejisi ile zoraki bir meşrûluk elde etmeye çalışan bir çılgınlığın dolaylı, dolaysız tehditlerine de onunla işbirliğini Müslüman, liberal, demokratik, entelektüel vicdanına nasılsa sığdırabilmiş bir zümrenin savunduğu tarih, maneviyat ve hakikate sırtını dönmüş sorumsuz bir anlayışa da hesapsız kitapsız biçimde teslim olmamızı kimse beklememelidir.
Bırakın Müslümanlığı, evrensel demokrasi ve hukuk mantığını, bu her şeyden evvel bir dürüstlük ve ‘ adamlık’ imtihanıdır.

‘Açılım’ın Muhtemel Neticelerine Dair

Henüz neyin nereye kadar açılacağının belli olmadığını akılda tutarak ve ister istemez medyadaki ‘liberal gaflet’in tekelinde tuttuğu tartışma, daha doğrusu ‘paslaşma’ zeminini nazara alarak birkaç temel noktaya temas etmek gerekiyor.
Belli bir unsur (bu isterse Türk olsun) veya etnik grubun (ister Kürt, ister Arap, ister Gürcü, ister Mohti vs.) ‘etnik’ aidiyetini hareket noktası olarak alan herhangi bir düzenlemenin mukabil ‘etnik’ mevzilenmeleri hazırlamayacağını, bunun da toplumsal zeminde gittikçe derinleşen etnik ayrışma, çekişme, çatışma, bölünme ve en nihayet keskin ve gaddar ama kaçınılmaz bir ‘mübadele’ye yol açmayacağını kim söylüyorsa ya aklından zoru vardır, ya vicdanı kararmıştır; ‘insan’a merhameti yoktur…
‘Etnik grup kimliği’nin tanınması ve hukuk metinlerine yansıtılması hedefi, nasıl olur da makûl ve mantıklı bir hak talebi gibi sunulur? Bunun neresinde akıl, mantık ve hakkaniyet var? Bu güne kadar, ‘her şeye onlar sahip’ denilen Türklerden kaç kişi çıkıp da şöyle bir cümle kurdu:
‘— Be kardeşim, sırf adı Türk vatandaşı diye etnik bakımdan Türk olmayan bu kadar insanın bu TBMM’de, bürokraside, kamu sektöründe, özel sektörde, basında, üniversitede ne işi var?’
Geçmişte bu söylediğimi tekzip edecek örneklerin bulunması ­–ki bunlar da aslâ abartılacak sayıya ulaşmaz­– bu gün hiçbir şey ifade etmez ve bu günün problemlerine de hiçbir şey söylemez.
‘Söylemez’ de söyleyemez de; çünkü tablo ‘etnik’ Türklerin aleyhine olmak üzere çoktan değişmiştir, beyler, hanımlar!..
Kapağı şimdilik kapalı ‘kazan’ın altına, bilerek bilmeyerek habire odun taşıyan Kürtçü ve ‘şıbıh’ Kürtçü aydınlar farkında mıdırlar ki, işlemediği günahın cezasını, üstelik de itirazsız çekmesini istedikleri ‘etnik’ Türkler de ­pek yakında, alırlar ellerine kalemi ve yazmaya başlarlar:
‘— Bu ülkede nüfusun yüzde kaçı Kürt, millet vekillerinin yüzde kaçı Kürt; nüfusun yüzde kaçı Gürcü, bakanların yüzde kaçı Gürcü; nüfusun yüzde kaçı Çerkez, istihbarat, emniyet ve askeriyenin yüzde kaçı Çerkez; nüfusun yüzde kaçı Müslüman Rum ve Ermeni, siyaset, iktisat ve idarenin yüzde kaçı onların elinde; nüfusun yüzde kaçı Mohti, ihalelerin yüzde kaçını Mohtiler alıyor?’
Bu suâllerin cevapları kimi daha çok rahatsız eder sizce?
Pekâlâ, böyle değil de ‘etnik’ Türkler, şöyle daha genel bir suâl sorarlarsa ne olur:
‘— Bu memlekette nüfusun yüzde kaçı ‘etnik’ Türk; bakan, millet vekili, general, müsteşar, büyükelçi, genel müdür, hakim, savcı, vali ve kaymakamların yüzde kaçı ‘etnik’ Türk?’
Cevap, ‘etnik’ Türkleri mutlu eder mi, dersiniz?
Kolektif haklar talebinin arkasındaki gerçek niyet ve asıl gaye nedir?
Kafasının bir yerinde Güneyde Hatay’dan, Kuzeyde Artvin’den denize kıyısı olacak Büyük Kürdistan hayalini yaşatanlara bunu sormak saflık olur; zira, herkes farkındadır ki, oraya uzanacak merdivenin ilk ve en mühim basamağı ‘kolektif haklar’dır, bu açık. Ayrıca bunu düşünenlere söyleyecek fazla bir şey de yok, güçleri yeterse alırlar.
Böyle bir ‘niyet’ ve ‘gaye’ yok da bu bizim gibi düşünenlerin asılsız isnadı ve ‘paranoya’sından ibaretse şayet, bir yandan Türklüğü küçümsemeyi, Türk milliyetçiliğini sürekli itham ve tahkir etmeyi entelektüel bir hobi, hattâ ‘spor’ haline getirirken; diğer yandan ‘etnik Kürtçülüğü’ savunmaya doyamayan, ‘Apo’ya ‘teorisyen’ muamelesi yapanların şu soruya efendice cevap vermeleri lâzım:
Bir takım temel hak ve hürriyetlerin ferdî olarak tanınması neye ve niçin yetmiyor da illâ ki, kolektif bir aidiyet alanının parçası olarak tanımlanmasında bu kadar ısrar ediliyor?
İnsanın kendisini şahsen ait hissettiği ferdî veya kolektif kategoriye mensubiyet iddiasında bulunması ve bunu alenen dile getirmesi ‘sübjektif’ bir tercih ve ferdî bir haktır. Bu tür kimlik iddialarına insanın kendisinden gayrı hiç kimse de ‘hakem’lik yapamaz. Bu hak insanın doğrudan doğruya kendisine aittir; ama sadece ferdî bir tercih hakkı olarak… ‘Benzer’lerine aynı iddia ve kabûlü şart koşmaksa hak değil maddî veya manevî ‘cebir’dir. ‘Sübjektif’ olanın totalleştirilerek ‘benzer’ olanlara teşmili, ‘objektif’ bir gerçeklik doğurmaz.
Hanımlar, beyler, sizin büyük bir kısmınızın ya, bizâtihî kendi etnik menşeindeki farklılığın etkisiyle ‘etnik Kürtçülüğü’ haklılaştırdığınız, ya da etnik kimlik şuuru solculuğunun da demokratlığının da Müslümanlığının da önüne geçmiş bir düşünce ve davranış modalitesi geliştirdiğiniz, göze batacak kadar fazla belli oluyor. Kendi aidiyet algısından kalkarak fikir ve görüş oluşturmak suç değildir; fakat, kabûl etmelisiniz ki, inandırıcı ve ikna edici de değildir. Sübjektif kimlik algısının, çoğunluğun aidiyeti ile uyuşmadığı durumlarda, çoğunluğa karşı mücadele eden herhangi bir azınlığın talepleri gündeme geldiğinde, bu ‘algı’nın çok rutin bir psikolojik mekanizma ve duygusal arka plan oluşturduğu, teorik olarak da pratik olarak da bilinen bir şeydir.
Hâl böyle olunca, ‘duruş’unuz, sağlam bir fikrî pozisyon olmaktan çıkıp, etnik psikolojinin beslediği şâibeli bir siyasî pozisyona dönüşüyor. Onun için de iğreti ve tekinsiz… Bunun siz de farkındasınız aslında. Sizi bu kadar saldırgan, hırçın ve sinirli yapan, biraz da bu. ‘Daha neyi bekliyoruz’ aceleciliği ile paniğe kapılmanız da bundan. Savunduğunuz şeylerin ucunu tam göremiyorsunuz. Zaten çok da inanmıyorsunuz söylediklerinize, doğruluğundan da çok emin değilsiniz; çünkü ‘görüş’lerinizin fikir ve inançlarınızla tam bir ünsiyet içerisinde olmadığının farkındasınız. Hâsılı, vicdanınız da bırakmıyor yakanızı…
‘Siz’e de ‘biz’e de… Herkese açıkça bir ‘ikaz’da bulunmak istiyorum:
Kendi vatanını ana rahmi gibi, dünyanın bütününü de Âdem oğullarının ortak evi gibi gören insanların vatan sevgilerinden de o vatandaki milleti ‘büyük aile’leri gibi görüp sadakat duymalarından da kimseye fenalık gelmez; ama, siyasî milliyetçiliklere dikkat etmek gerekir. Siyasî milliyetçilik, ‘azı karar, çoğu zarar’ bir nesnedir; hiç bir türü fazla şımartmaya, kışkırtmaya gelmez. Aslâ abartılmamalıdır. Abartılması aklı ve vicdanı köreltir. Nazizm’e, Siyonizm’e ve Balkan milliyetçiliklerine, Etnik-i Eteria ve Taşnaksutyun tecrübelerine iyi bakın.
Etnik milliyetçiliğe gelince, ahlâk, fazîlet ve maneviyâtı değersiz bulmadıkça meşrûlaştırılması mümkün olmayan ‘gecikmiş’ bir kabîlecilikten başka nedir ki?! ‘Kan bağı’na atfedilen mübalâğalı ‘değer’den daha fazla hiç bir şeyin coşturamadığı ve bunun için de ‘kan davâsı’ndan daha kalıcı bir müessese(!) üretemeyen ‘kabîle’ taassubunun modern versiyonu, etnik milliyetçiliktir. Yugoslavya’yı, Ruanda’yı hatırlayın.
Türk’ten de Kürt’ten de Müslümandan da, hangi dinden ve ırktan olursa olsun dünyadaki bütün namuslu ve dürüst insanlardan da nefret eden marazî tiplere sözüm yok; ama siz, her siyasî iktidar için en ‘kabil-i istihdam’ zümre!..
Size ne demeli bilmem ki?!
Hani, azılı Sultan Hamît düşmanlarından olan Filozof Rıza Tevfik, aradan 40 yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, ölüm döşeğinde yatarken, sene 1947, Necip Fâzıl’ı çağırıp da ona bir şiirini teslim etmiş ya… Hayatının en azından bir bölümünün, Abdülhamit ve sonrası ile alâkalı bölümünün muhasebesini yaptığı o meşhur şiiri… Başlığı, ‘Sultan Abdülhamid’in ruhundan istimdât’… O şiirin bir kıtası şöyledir:

Divane sen değil meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz,
Sade deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına…

Bu mısrâları okuyanın aklına herhalde, Klasik Türk Müziği Korosu gelmiyordur.
Bir yandan, ortadaki fitne ile hiçbir alâkası olmayan masum Kürtleri kışkırtacaksınız, etnik bölücü veya ayrımcı Kürtçüleri şımartıp cesaretlendireceksiniz, ‘Apo’ya ve ‘Apocu’lara toz kondurmamaya itina ederken; öbür yandan Türkleri, sırf dedeleri millî devlet kurdular diye, sanki insanlığa karşı suç işlemişler gibi habire, her vesileyle rencide edecek, Türk milliyetçilerini de aşağılayacaksınız ve sonra da ‘sorun çözmek’ten bahsedeceksiniz!..
Bu tavrın kendisi bizâtihî ciddî bir problemdir ve çözümü de hiç kolay değildir.
Televizyon ve gazeteleri kontrol altına alan bu ‘kadro’nun yaptığı iş, ‘sorun çözmek’den çok ‘yapı sökme’ye benziyor. Habire bir şeyleri ve bir yerleri sökmeye uğraşıyorlar.
Daha düne kadar, bizi Mersin’i, Diyarbakır’ı, Mardin’i karıştırmakla tehdit eden Barzani ve Talabani’nin, Amerika Irak’tan çekilme kararını açıkladıktan sonra, aman dilemeye hazırlandıkları; dış desteklerini gittikçe yitiren terör örgütünün o taraflarda mayın, bu taraflarda canlı bomba ve sabotaj kalleşliğinden başka stratejik güç ve manevra sahasının kalmadığı bir süreçte, Türk Milletine, Devletine, Ordusuna, mücadeleyi kaybetmiş de müzakere masasına oturmamak için bahane arayıp ayak sürüyen, haddini ve halini bilmez gülünç yaratık muamelesi yapmaktan ar etmeyen medyadaki ‘çözüm lobisi’, hakikatte neyi çözmeye çalışıyor, anlayan var mı?
İstiskal etmek için hiç bir fırsatı ‘kazâ’ya bırakmadıkları bu ordu, halihazırda Ön-Asya ve Orta-Doğu’daki en rakipsiz askerî güç ve en etkili savaş makinesidir. Sağdaki soldaki ‘liberal gaflet’e dalmış ‘çözüm sektörü’ sevmiyor, beğenmiyor, yaptığı işi ‘kârlı’ bulmuyor diye, Türk Ordusu’nun savaş yeteneği ve kudreti azalmıyor, herhalde. Üstelik o Ordu ki, yürütülen mücadelede askerî bakımdan üstün, baskın ve caydırıcı konumdadır ve -hele de siyaset batağına saplanıp ruhen ve mânen yıpranmadıkça, içinden çıktığı milletin mukaddesleriyle kavga edip kendi milletinin gözünden ve gönlünden düşmedikçe - sivillerin elli sene dağda gezmesine filân lüzum yok; o dağları, düzleri, hudutları daha yüz elli sene kimseye vermez.
Çalmadan oynamaya can atan, her biri kendi çözüm paketini beğendirmeye çalışan ‘gayretli’ aydınlar, kendi kapalı devre muhabbetlerinde, heyecanlarını yenip de birbirlerine şunları da sorabilirler mi:
—Bırakın Türk Milletini de Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Ordusunu da dünyada hangi millet, devlet ve ordu, kaybetmediği bir mücadelede mağlûp taraf muamelesi görmeye katlanabilir? Bir milletin kâhir ekseriyeti, ardında küçümsenemeyecek ölçüde kan ve gözyaşı bırakmış bir mücadelede aydın ve yöneticilerinin basiret, dirayet ve cesaret eksikliği yüzünden ‘kaybettiği’ kanaatine kapılırsa kendini nasıl hisseder? Bu tür bir ‘yenilmişlik duygusu’ barış ve huzura hizmet eder mi?
Siz, nasıl bir oyun oynadığınızın farkında değil misiniz, gerçekten?

Doğu Türkistan’la Batı Trakya misalini nasıl akıl ettiniz?

Bir başka parlak zekâ örneği de şu: Deniliyor ki, ‘sizler Doğu Türkistan’da yaşayan Uygurlar için, Bulgaristan’da, Batı Trakya’da yaşayan Türkler için ne istiyorsanız biz de Kürtler için onu istiyoruz.’
Birincisi, bu lâfların da bu hesapların da sahipleri Kürtler değil, bölücü ve yahut ayırımcı Kürtçüler… ‘Kürtler’ diyerek, çoğunluğu bu kavganın dışında bulunan insanların tamamına, bu fitneyi teşmil etmek kimsenin ne harcı, ne de haddidir…
İkincisi, böyle bir misal en evvelâ, Çin’in Doğu Türkistan’da birkaç asırdan beri sürdürdüğü işgâl, zulüm ve katliâmı ne kadar hafife aldığınızı gösterdiği gibi, bu memleketteki Kürtlere de hakarettir. Türkler Kürtlerin din düşmanı mıdır? Türklerle Kürtler arasında, Büyük Türkistan’la Çin arasında olduğu gibi 2500 senelik tarihî bir düşmanlık ve kavga mı vardır? Çin hükûmetlerinde başbakanlık, dış işleri bakanlığı, Çin ordusunda genel kurmay başkanlığı yapan bir Doğu Türkistan Türkü var mıdır? (Bu sözlerin sahiplerine, ‘Allah’ınızdan bulun!’ desek bir faydası olur mu?!)
Üçüncüsü, böyle bir mukayese, bu ülkenin Kürtleri Müslüman değil de Budist yahut Hristiyan olsalardı bile yapılamaz, yapılsa da mânâsızdır. Böylesine mantık dışı mukayeselere dayandırılan herhangi bir istek, en başta tarih dışıdır; hem de ‘anti-tarih’ denecek kadar tarih dışıdır. Bu tür siyasî meselelerde öne sürülecek hiçbir iddia tarihten ve hele hele yakın ‘siyasî tarih’ten mücerret ve müstakil olamaz; zira tarih siyasetin ve siyasî hukukun hem mebdeidir hem de meşrûiyet zemini… Hem genel tarihe ve hem de siyaset tarihine, ister uzak devirlerinden, ister yakın zamanlarından bakın bakalım, ne göreceksiniz?
Kırcaali, Şumnu, Razgrad, Varna, İskeçe ve Gümülcine’nin çok değil yüz elli sene evvelki hayatı ve aidiyetini Diyarbekir’in, Van’ın Urfa’nın, Siirt’in Batman’ın, Ağrı’nın, Şırnak’ın, Hakkâri’nin yüz elli sene evvelki hayat ve aidiyetiyle mukayese edin bakalım!..
Kaşgar’ın tarihî hayat, şahsiyet ve aidiyetini de neresi ile istiyorsanız orası ile mukayese edin!
Siyaset, siyasî statü veya siyasî herhangi bir mesele, hangi zaman aralığından bakarsanız bakın, müstakilen o ‘zaman’ın, o ‘ân’ın eseri değildir, o ‘ân’daki hali ile de değerlendirilemez. Değerlendirme ve muhasebe en başta söz konusu siyasî ‘statü’ veya ‘mesele’nin arka planındaki tarihî kesite veya tarihî sürece göre yapılır.
Siyaset tarihin ‘türev’idir.
Siyasî statü, siyasî tarihin mirasıdır. Helâl bir mirastır bu, helâl ve meşrû…
Kriter budur.
Bunun tek istisnası vardır: Kendisinden ‘hak’ adı altında başka şeyler talep edilen siyasî güç, savaşmış ve kaybetmiştir, mağlup olmuştur. O vakit onun elinden gücünüzün yettiği her şeyi alırsınız, alabilirsiniz.
Pekiyi, bu mudur mevcut durum?
Siz, Türklerden devletlerini ve siyasî hükümranlıklarını isteyenler ve kendinize hayran bıraktığınız devşirmeler, kimi mağlûp ettiniz, söyleyin bakalım?
Kimdir size yenilen?

Mesele ‘etnik’ ise çözüm de ‘etnik’ olmamalı mı?
Meseleyi ‘etnik’ sıfatla vaz’edeceksiniz, ama, Türkiye Cumhuriyeti’ni râm edebilirseniz şâyet, ondan coğrafî- mahallî bir ‘çözüm’ isteyeceksiniz!...
‘— Mesele Kürt meselesidir (yani ‘etnik’tir), fakat özerklik ve yahut da federasyon coğrafî-mahallî temele dayanmalıdır…’ (Bu günlerde özerklik ve federasyon sözü etmiyorlar pek fazla; ‘ulusun tanınması’ ve ‘yerel yönetim reformu’na çevirdiler işi… Akıllarınca, kolektif hakları ve özerkliği onun içine saklamayı hesab ediyorlar.)
Yani, kan dökmek için ‘etnik’ gerekçe, vazgeçmek için coğrafî – bölgesel talep!..
Ne akıl, ama!..
‘Kürtçe’si bu olan tezin ‘Türkçe’si şudur, yani ortalama Türk’ün anlayacağı şudur bu lâflardan: ‘Doğu ve Güney-Doğu’nun çoğu sadece bizim olsun, Batı’nın, Güney-Batı’nın, bir kısmına da ortak olalım. Başka kelimelerle söylenecek olursa; Van, Diyarbekir, Siirt, Batman, Hakkâri benim; Ankara’ya, İstanbul’a, Bursa’ya, İzmir’e, Konya’ya, Mersin’e, Antalya’ya, Aydın’a, Adana’ya da ortağım…
Başka?..
Gelelim Sayın Başbakan’ın, yıllardır, ‘Terörü ve terör örgütünü kınamadıkları müddetçe muhatap almam’ diyerek randevu vermediği DTP ile, yani PKK’nın siyasî kolu ile görüşmeyi kabul etmesine…
Bu görüşmenin en dikkate değer tarafı, DTP’nin verdiği ‘fotoğraf’ın içerisine yerleştirdiği dolaylı ve fakat son derece berrak mesajdı. Ahmet Türk, Başbakan’la görüşmeye giderken Aysel Tuğluk, Sırrı Sakık, Hasib Kaplan gibi ‘nisbeten’ daha ‘kabil-i hitab’ adamları değil de Emine Ayna ve Selâhattin Demirtaş gibi PKK stratejisinin ‘şahin’ kanadını aldı yanına.
Bunun mânâsı nedir?
PKK karargâhı ve liderliği görüşme heyetini (zira heyetin Ahmet Türk’ün irade ve ihtiyarı dahilinde kararlaştırılmadığı aşikârdır…) bu şekilde oluşturarak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına ve Türkiye’ye hangi mesajı vermiş oluyor?
Sizce, bu ‘kara bıyıklı Türkler’, bunu da anlamayacak kadar ahmak mıdırlar?

Anayasadan Türk’ü mü çıkartmak, başka şeyleri mi?

‘Demokratik açılım’a teşebbüs eden ve edecek olan herkese ve her iktidara (şimdiki dahil) benim tavsiyem şudur: Eğer ille de mevcut rejimin temel çerçevesi gibi şeylerle oynayacaksanız bari neyle oynayacağınızı karıştırmayın. Uğraşmanız gereken ‘1923 Cumhuriyeti’ değil, ’27 Mayıs Cumhuriyeti’dir, yani ‘İkinci Cumhuriyet’!..
Esaslı şekilde tartışılması gerekirken, sadece ‘Darbe’nin yıldönümlerinde, o da şöyle kabasından tozu alındıktan sonra pek fazla kurcalanmayan asıl mesele 27 Mayıs’tır. 27 Mayıs, daha çok Yassıada yargılamaları ve Menderes ve arkadaşlarının idamı ile hatırlanıyor ve o dönemde yapılan başka her şey bir ölçüde idamların gölgesinde kalıyor. İdamlar, bir anlamda 27 Mayıs hareketinin asıl çehresini gizlemeye yarıyor. Milletin ekseriyetindeki Menderes sevgisi ve idamların ma’şerî vicdanda uyandırdığı tepkiler, 27 Mayıs’ın kurduğu yeni rejimin karakteri açısından tam bir ‘karartma’ yerine geçiyor.
Bu ‘karartma’ya son verilmelidir.
27 Mayıs ne idi ve el’an ne demektir?
27 Mayısçıların temel tezi şu idi: ‘1950’de iktidara gelen karşı – devrimin yolundan saptırdığı Atatürk Cumhuriyeti ve devrimlerini tamir, tahkim ve takviye ederek rejimi güçlendirmek…’
Hâlbuki, 27 Mayısçıların yaptıkları, özetle, Atatürk’ü ve Atatürk ilke ve inkılâpları diye yorum tekelini ellerinde tuttukları ‘Kemalizm’i, totaliter bir ‘iktidar ideolojisi’ne dönüştürüp ‘resmî’leştirmek ve bu anlayışa uygun, birbirini destekleyen muhtelif hukukî ve bürokratik iktidar kademeleri tesis etmek suretiyle gerçek bir demokrasi ve hukuk devletini onlarca yıl ertelemek olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı ve bütün ülke, millet, rejim ve sistemi, âdeta avucunun içine alacak kadar her şeye hükmettiği devirde bile yapmadığı, yapmayı düşünmediği ne varsa hepsi 27 Mayıs ile birlikte yapılmıştır. En başta, akıl ve mantık dışı bir ‘kişi kültü’ etrafında şekillenen totaliter bir resmî ideoloji inşâ edildi. Bununla yetinilmedi, ‘kişi kültü’, darbe Anayasasının ‘giriş’inden çıkışına kadar, olur olmaz her yerine sokulduğu gibi, hukuk, siyaset ve idare sisteminin her tarafına da millî iradeye karşı bürokratik iktidarın kalkanı olacak şekilde yerleştirildi.
27 Mayıs hareketinin en tahripkâr adımlarından biri, rejimin sivilleşme damarlarını bütünüyle tıkaması olmuştur. Türk siyasî sisteminin, zaten sınırlı olan sivilleşme yetenekleri, köreltilmekten öteye neredeyse yok edilmiştir. Askerî vesayet, 27 Mayısla beraber müesseseleşmiş ve tahkim edilmiştir. 12 Mart gibi, 12 Eylûl ve 28 Şubat da zihniyet ve fiiliyat olarak 27 Mayıs’ın, ‘gözden geçirilmiş yeni baskı’larından başka bir şey değildir. Hepsinin anası ve esası 27 Mayıstır. Daha sonrakilerin hepsi, o kadar onun devamıdırlar ki, sırası gelip ölenler ve rütbeler dışında kadrolar bile neredeyse değişmemiştir. 27 Mayıs’da teğmen olan Teoman Koman, 28 Şubat’da orgeneraldi; değişiklikse o da budur.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, 27 Mayıs darbesi ile resmen (Anayasa’sı ile beraber) lâğvedilmiş ve yerine tam bir ‘korku cumhuriyeti’ ihdas edilmiştir.
Tasfiyesi gereken budur, yani ‘İkinci Cumhuriyet’tir; 1923’de kurulan ilk Türkiye Cumhuriyeti değil!..
Demokratik bir siyasî sistem ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir kamu düzeni talep ediliyorsa gerçekten, atılması gereken ilk adım, İkinci Cumhuriyet’in lağvedilerek, Atatürk’ün Millî Mücadelenin ardından kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin iadesidir.
Ne kadar gecikilmiş olursa olsun, bu hâlâ en mühim işimizdir.
Pratikte yapılacak şey çok açık ve çok da hayatîdir: Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu 10 Kasım 1938 günü yürürlükte olan Anayasa (O zamanki adı ile Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) ile el’an yürürlükte olan 12 Eylûl Anayasasını, ‘O mu, Bu mu?’ şeklinde yan yana koyup halk oyuna sunmak!..
Benim öngörüm ve tahminim, ‘Atatürk Anayasası’nın, 27 Mayısın ‘sulb’ünden gelen ‘Kenan Evren Anayasası’nı açık ara önde giderek geçeceğidir.
Böyle bir şey yapılabilirse bu ülkede bir anda nelerin değişeceğini merak edenler, bu iki metni yan yana koyup başından sonuna kadar bir kere okusunlar, yeter.
İkinci Cumhuriyet, nam-ı diğer ‘27 Mayıs Cumhuriyeti’nin bu şekilde ve radikal bir kararla lağvedilmesinin ardından, 1923 Cumhuriyeti’nin daha demokratik ve çağdaş bir rejime inkılâb etmesi için yapılacak şeylerin listesi fazla uzun sayılmaz. BM Hukuku, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, Paris Şartı ve hadi Kopenhag siyasî kriterleri de olsun diyelim, belli başlı evrensel hukuk metinleri ışığında bir seri yenilik ve değişiklikle beraber hem millî, hem de demokratik ve çağdaş bir anayasamız olmuş olur.
Var mı bunu göze alabilecek olan?
Bunu göze alamayıp da mevcut Anayasadan Türk’ü ve Türklüğü çıkartmaya yahut Türklüğün yanına bir de Kürtlük yazmaya kalkmak, hiçbir derdin devâsı değildir; aksine ‘devâsız’ dertlere yenilerini eklemektir.
Kürtlerin ve diğer başka etnik grupların Türk Devleti ile aralarındaki ‘nizâ’nın sebebi Türklük değil, ‘27 Mayıs Cumhuriyeti’nin ihdas ettiği Kemalist resmî ideoloji ve Mustafa Kemal Atatürk’ten ‘habersiz’, bir anlamda ondan ‘kaçak’ olarak inşâ ettiği ve adına ‘Atatürkçülük’ dediği ‘kişi kültü’dür.
Çözülmesi gereken asıl mesele budur.
‘27 Mayıs Cumhuriyeti’nin ‘kişi kültü’ ve resmî ideolojisine dokunmadan, bunun adını bile etmeden, Türklüğü ve Türk Devletini hedef tahtasına koyup ‘atış’ı serbest bırakmak, kolaycılıktan öteye samimiyetsizliktir.

Hulâsa-i kelâm: Ya ‘millî’ devlet ya ‘komşu devlet’!

Güney-Doğu’dan gelen şehid cenazelerinde tekbir getirip ‘şehitler ölmez, vatan bölünmez!’ diye bağırmak dışında sesleri çıkmayan Türkleri, aşağılayarak ‘yola getirme’ye kendini adamış aydınlarımız da ilgili herkes de bilmelidir: Türkler, şâyet ‘millî ve üniter devlet’in çatısı altında demokrasi, hukukun üstünlüğü, kardeşlik, barış ve huzur içinde yaşama azminden yorulur veya kalleş bir terörizmin refakatinde yürütülen ‘devlet ve hükümranlığı bölüşme’ mücadelesini kaybedeceklerini anlarlarsa o vakit, ‘bölüşmek’tense suret-i kat’iyede ‘bölünme’yi tercih ederler.
Bunu ‘dinim gibi’ biliyorum.
Bir tek şunu bilmiyorum: Sınırın nereden çekileceğini…
Ona da başkaları kafa yorsun…







Mustafa ÇALIK





.





Türkiye Günlüğü





.





98. Sayı












TÜRKİYE GÜNLÜĞÜ













Cedit Neşriyat Ltd. Şti. Adına Sahibi ve Genel Yayın Müdürü
Mustafa Çalık
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Mustafa Çalık
YAZI KURULU:
Ahmet Turan Alkan / Fetullah Akın / Nabi Avcı / Beşir Ayvazoğlu / Vedat Bilgin / M. Naci Bostancı / Mustafa Çalık / Gökhan Çetinsaya / M. Can Doğan / Erol Göka / Tuncay Önder / Mehmet Öz / Senail Özkan / Ahmet Nezihi Turan / Hüseyin Yayman
DANIŞMU KURULU:
Şerif Aktaş / Durmuş Hocaoğlu / Mustafa İsen / Ahmet Yaşar Ocak / İlber Ortaylı / Korkut Tuna / Nur Vergin

Baskı : Boyut Matbaası (312) 385 72 12-13
Dizgi ve Grafik : Vedat Erden
Haberleşme Adresi: P.K. 60 Yenişehir / ANKARA
Tel : (312) 426 66 16 - 426 77 78
Faks : (312) 466 30 10